Komünizm Temel Kavramları seminer serisinin “Komintern Belgeleri’nde Devlet ve Demokrasi” başlıklı beşinci oturumunun transkripsiyonu yayımda.
Konuşmacı:
Bugün beş oturumluk birinci modülün son oturumunu yapıyoruz: Komünist Enternasyonal’in burjuva demokrasisi ve proletarya diktatörlüğü üzerine tezler kısmını konuşacağız. Dört oturum boyunca konuştuğumuz bütün meselelerin en derli toplu özetini bu tezlerde bulmak mümkün. Bu tezlerin kendisi, esas itibariyle komünistlerin hangi siyasi hedef için mücadele ettiğini anlamak açısından da önemli: Biz işçilerin özgürleşmesi için siyasi iktidara sahip olmak istiyoruz. Bu özgürleşmenin burjuva demokrasisiyle yapılamayacağını biliyoruz. Ve neden yapılamayacağını bu tezlerle anlatıyoruz.
Bu modülün temel mantığı şuydu; komünistler amaçlarına ulaşmak için hangi siyasal araçları kullanmalılar, öncelikli acil siyasi hedefleri nedir. Bundan sonraki kısımda proletarya diktatörlüğüne, bu acil siyasal göreve, nasıl bir stratejiyle ulaşılacağını konuşacağız. Ardından işçi-köylü ittifakı, ulusal sorun ve bunlar için nasıl bir aygıt gerektiğini konuşacağız. Son olarak da nasıl bir parti gerekli konusunu konuşacağız. Her seferinde bugüne kadar hala aşılamamış olan Komünist Enternasyonal’in belgelerine bakacağız. Komünist Enternasyonal’den daha iyisi daha ilerisi ortaya konmuş değil. Bu kongreleri referans alma nedenimiz budur.
Bugün tartışılan metinler 1919’da oluşturuluyor. 1919’da Komünist Enternasyonal’in birinci kongresi henüz kongre olduğunu ilan etmemişti. Biliyorsunuz; Komünist Enternasyonal işe bir kongre olarak başlamıyor. Ekim Devrimi olmuş, üzerinden iki yıl geçmiş fakat Lenin komünistleri enternasyonalin gerekli olduğu hususunda ikna edemiyor. Alman Devrimi’nde sosyal demokratlar ihanet etmemiş gibi, Kautsky Bolşeviklere karşı savaş açmamış gibi, hala neden ortak bir partide buluşamıyoruz görüşünü savunanlar var. Ekim Devrimi’nin prestijine rağmen hala Almanya’dan enternasyonal kurabilecek insanlar yok. Bu yüzden bir konferans kuralım diyerek toplanıyorlar. Bu konferansta tartışılan görüşler kabul edildikten sonra, artık bizim yeni bir enternasyonal kurmamız gerek deniyor. Biz birinci enternasyonalin tezlerini alıyoruz ama henüz bir kongre değil. Bu tezleri konuştuktan sonra kongre olmaya karar veren bir konferanstan bahsediyoruz. Ve söz konusu tezler bu konferansın birinci gündemi. Lenin’in kafasının nasıl çalıştığını düşünelim: Konferanstan bir kongre çıkarmak istiyorsunuz değil mi? Acaba kongre çıkar mı diye düşünmüyor; biz buraya herkesi tartışmak için getireceğiz ve bu konferansta öyle bir siyasi pozisyon takınacağız ki herkes bu tezlerin ağırlığından dolayı ayrı bir örgüt kurmaya mecbur kalacak. Tartışmaya başlıyorlar: Burada bir iç savaş var ve Alman sosyal demokratları bizi yeterince demokratik olmamakla eleştiriyorlar, sol içi şiddet uygulamakla eleştiriyorlar, burjuva demokrasisinin temellerine uymamakla eleştiriyorlar; bazıları da biraz ondan biraz şundan olsun diyorlar. Bu konuyu netleştirmemiz lazım. Biz neden buradayız onlar neden orada; bunu anlamak için işe demokrasi ve devlet konusunda görüşlerimizdeki farklılıklarından bahsetmekle başlamalıyız.
Bugün burada konuşacağımız şeyleri bir kısmınız sıkılarak dinleyeceksiniz belki. “Ben zaten yıllardır aynı şeyleri dinliyorum” diyenleriniz de olabilir. Ama biz 1919 yılındayız, Ekim devriminin üstünden iki yıl geçmiş ve hala bunları konuşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar hala tartışma konusu yani, kabul etmeyenler var. Bu sosyal demokrasi içerisindeki vahameti gösteriyor aynı zamanda. Lenin diyordu ya hani: “Önce devrimcileri öldürürler, bütün teorisini gömerler sonra aziz ilan ederler.”. Bugün Marksizmin temellerini ortaya çıkarabilmek için arkeolojik kazı yapmak gerekiyor. Bunun kanıtı bu tezler; bunları anlatmaya ihtiyaç var. Dünyanın en ileri komünistleri buluşmuş fakat hala devlet ve demokrasiyle ilgili net görüşler yok ortada. Komünist hareketle sosyal demokrasi arasındaki bölünmenin ana hattını konuşacağız: Sosyal demokratlarla komünistler arasındaki temel farklar nedir sorusunu.
Bugüne kadarki oturumlarda üstünde daha az durduğumuz noktaları öne çıkararak günümüzle bağlantısını kurmaya çalışacağım.
Tezler şöyle başlıyor, genel olarak şu eleştiriyi cepheden yanıtlıyor: Komünistler yeterince demokratik değiller. Buna karşı iki yanıt geliştiriyor Bolşevikler. Birincisi; saf demokrasi diye bir şey yoktur. Demokrasi hep bir sıfatla bir sınıf karakteriyle ele alınır. Demokrasi bir yönetim biçimiyse “Kimin demokrasisi?” sorusu sorulmalı. Hangi sınıf yönetiyor: Burjuva demokrasisi mi Sovyet demokrasisi mi köleci demokrasi mi, bunun hakkında konuşmamız lazım. Sınıftan bağımsız demokrasi düşünülemez, buna geri geleceğiz. Bununla bağlantılı olarak demokrasi aynı zamanda bir devlet biçimidir. Demokrasi “Sevelim, sevilelim”, “Hadi senin de fikrini alalım, sen ne düşünüyorsun?” değil, soyut bir karar alma mekanizması değil. Devletle ilgili bir şey. Bu anlamıyla aslında demokratik kurum falan olmaz. Demokrasinin olması için devletin olması lazım. Devletin olmadığı yerde demokrasi olmaz. Devlet nedir kısmına geliyoruz. Devlet ve Devrim’de şu basit saptama yapılıyor: Devlet bir sınıf mücadelesi aygıtıdır. Bir sınıfın diğer sınıfı ezmek, sömürmek, sindirmek için kullandığı bir araçtır. Bütün devletler böyledir; bir sınıfı yok etmek için kullanılan bir araçtır. Devlet sınıf savaşıyla ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Bu kısmı Devlet ve Devrim’de görmüştük. Manifestodaki kısma, birinci haftaya dönmek istiyorum. Komünist Manifesto hangi cümleyle başlıyordu: “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir.” Sınıf mücadelesinin ne olduğuna dair soru sormamız lazım. Devlet sınıf mücadelesinin aracıdır dediğimiz zaman ikisi iç içe geçmiş oluyor. Şimdi sınıf mücadelesi nedir dediğimizde de soruya tersinden cevap vermiş oluyoruz: Sınıf mücadelesi ancak devletle ilgili bir mücadele olduğu zaman sınıf mücadelesi olur. Nasıl ki sınıflar devleti kullanmadan birbirini ezemiyorsa, devlete başvurmadan da sınıflar arası bir mücadele olmaz. Bugün Türkiye’de sınıf mücadelesi VIP direnişiyle bir kez daha yükseldi diyenler Marksizm’i tahrif ediyor. Devlet iktidarına dair bir şey söylemediğiniz sürece; devletin şiddeti nasıl örgütlediğine; baskıyı, hapishaneleri nasıl örgütlediğine ve sizin bunları nasıl kullanacağınıza dair bir şey söylemediğiniz sürece sınıf mücadelesine dair bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Komünist Enternasyonal’in bu tespiti önemli, altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. Çünkü bunu söylemediğiniz zaman soyut ve baskıcı bir devlet olur karşınızda; devletin baskısını sınırlamakla yetinirsiniz. Veyahut hiç devletten bahsetmeden, metrobüse para vermeden geçerek, genel grev örgütleyerek sınıf mücadelesi verdiğinizi düşünürsünüz.
Sınıf meselesine tekrar döndüğümüz zaman, burjuvazi devlet aracılığıyla eziyor, yönetiyor, sınıf mücadelesi veriyor. Burjuva demokrasisi nasıl oluyor da burjuvazinin sınıf egemenliğini sağlıyor, tezler bu soruya yanıt arıyor. Yani burjuva demokrasisi nedir ve bu sistem nasıl oluyor da nüfusun çoğunluğunu oluşturan çalışan kesimler üzerinde, üstelik onlara genel oy hakkı tanıyarak, egemenliğini sağlıyor. Burjuva demokrasisinin yarattığı genel yanılsama ne; hepimiz aslında aynı ulusun bir parçasıyız. Ali Koç da Ali Ağaoğlu da Fatma Teyze de aynı ulusun parçaları; üzerine bomba yağanlar da askerde ölenler de aynı ulusun parçaları, işçiler de Kürtler de… Hepimiz aynı ulusun parçalarıyız, hepimiz seçimde bir oy atıyoruz, hepimiz bu ülkede bir oy ödeyen yurttaşlarız. Dolayısıyla bu ülkeyi kim yönetiyorsa, bu ülkede yönetilenlerin milli iradesinin tecellileridir. Bir millet var; bu milletin iradesi seçimler sonucu belirleniyor. Şimdi siz nasıl olur da “Seçimleri beklemeyeceğiz.” diyorsunuz. O zaman, ulusa ve yurttaşlara ihanet içindesiniz siz, demeniz lazım. Tabii genelde böyle bir demagojiyle yaklaşılmaz, bunun bir demagoji olduğu açık. Genelde olayın sosyal boyutu üzerinde durulur. Nasıl olur da hepimizin yurttaş olduğunu söylersiniz. Sizin malınız mülkünüz var, bizim yok; üretim araçları sizin elinizde, bizim değil; biz çalışıyoruz siyaset yapmaya zaman bulamıyoruz, sizin muazzam boş zamanınız var; bizim bir afiş basmamız haftalar sürüyor , siz bir ajans kuruyorsunuz en janjanlı afişi yapıyorsunuz. Üstelik bir de işçileri çalıştırıyorsunuz. Böyle eşitlik mi olur? Demek ki bu demokrasi, sosyal olarak bir eşitsizlik yarattığı için burjuvaziye hizmet ediyor. Bütün bunlar doğru fakat meseleyi burayla sınırlı tutarsanız reformizme gidersiniz. Burjuva demokrasisindeki asıl problemi sosyal bir problem olarak koymuş olursunuz. Meseleyi sosyal eşitsizlik olarak kurarsanız bunun çözümü ne olur? TKP programı olur o zaman. Herkese fırsat eşitliği sağlayacağız, patronların malına mülküne el koyacağız, sosyal devlet olacağız, gelir dağılımındaki sorunları çözeceğiz, devlete bizim adamları yerleştireceğiz. Yani eğer sorun burjuva demokrasisine katılan unsurların maddi eşitsizlikleriyse; bu sorunu çözüp herkese eşit miktarda para ve zaman verince bu sistem işler demek gerekir. Zaten sosyal demokratlar bir anlamıyla bu fırsat eşitliğini savunuyor. Herkesin malına da el konsun kamu mülkiyeti olsun, Finlandiya gibi bir ülke olsun mesela. Vergilerle sermayedarlara nefes aldırmayalım, işçilerin önünü açalım. Bir sürü işçi dernekleri, STK, sendika kuralım; o zaman olur mu? Eğer eleştiriniz bununla sınırlıysa olur. Ama bu eleştiri burjuva demokrasisindeki asıl problemli kısmı gözden kaçırmış olur. Asıl olarak burjuva demokrasisinin burjuvaziye çalışmasının sebebi burjuvazinin çok parasının olmasıyla ilgili değil. Mesela İngiltere’de ya da Fransa’da burjuva demokrasisi kurulduğu zaman en zengin toplumsal kesim burjuvalar mı? Feodallerin daha fazla mülkü yok mu? O zaman feodallerin, bizde daha çok para var ben aristokrasiyi savunurum, demesi lazım. Burjuva demokrasisi göreli olarak, burjuva daha az avantajlı bir kesimde olsa bile, onların daha sonra sosyal olarak güçlenmesini sağlıyor. Demokrasi hep zenginlere yarıyor olsaydı, zaten zengin olan sınıfın egemenliğini sürdürebiliyor olması gerekirdi. Burjuva demokrasisi bir devlet formu olarak, bir devlet örgütlenmesi olarak burjuvaziye hizmet eden bir sistemdir. Yani demokrasi bir devlet biçimidir demek herkesin bildiği bir şeyi tekrar etmek anlamına gelmiyor. Parlamentosundan ordusuna kadar, feodalitede olmayan, monarşide, krallıkta olmayan bir devlet örgütlenmesine işaret ediyor. Bunun da özü -daha sonra faşizm tartışmaları için de önemli bir konu- temsiliyet ilişkisi, parlamenter demokrasi. Burjuva demokrasisi demek burjuvazinin ülkeyi parlamentoyla, temsili bir demokrasiyle yönetme iddiasıdır. Buradaki temsiliyet neden problemli? Ne güzel herkesin temsiliyet hakkı var, kötü mü. Hiç olmamasından daha iyi. İşçiler daha kalabalıklar, örgütlenir kendi partilerini kurarlar; kuruyorlar da. Bolivya’da, Venezuela’da kuruyorlar. Hatta denir ki sınıf mücadelesi tarihi bir dizi işçi örgütlenmesiyle dolu. Niye böyle nihilist bir tutum takınıyorsunuz, bunları örnek alsanıza denir; TİP var, HDP var. HDP patronların kurduğu bir parti mi? Türkiye’deki sosyal olarak en dezavantajlı konumda olan kesimin içinde olduğu, onları temsil eden bir parti. “Oluyormuş işte, bu ne böyle mağdur edebiyatı yapıyorsunuz.” Olmuyor işte, HDP’ye rağmen olmuyor. Temsili demokrasi başka bir şey. Çünkü temsiliyet ilişkisi birisinin çalışıp oy kullanması ötekinin onu temsil etmesi olan burjuva demokrasisinin temel prensibi, aslında yöneten ve üreteni birbirinden ayırıyor. Parlamenter demokrasi, belli zaman aralıklarıyla devlet aygıtının bir kısmın içerisindeki kesimleri sizin seçmeniz demek. Bir, zaten siz onları seçilen yaptığınız için onlarla aranızdaki mesafeyi uzatıyorsunuz: On bin kişi bir kişiyi seçiyor ve onun üzerinde doğrudan bir denetimi olmuyor, çok dolaylı bir denetimi var. Bu temsiliyet ilişkisini artırdığınız oranda zaten yönetilmeyi kabul ediyorsunuz. İkincisi, böyle bir temsiliyet ilişkisini kurduğunuz zaman bir de demokrasiye ihtiyacınız var. Toplumdaki çok sınırlı bir kesimi seçiyorsunuz çünkü. Bu seçilen insanlar da ne yapsınlar: İki seçim süreci arasında bakanlıklarda şurada burada bir dizi, mesleği siyaset olan bürokratlara dönüşüyorlar. Yani temsili demokrasiyle bürokrasi birbirinin zıttı olan şeyler değil, tamamlayıcısılar. Mesela Tayyip Erdoğan bürokratik oligarşiye karşı mücadele ediyorum ben halkın iradesini savunuyorum dediği zaman yalan söylüyor. Çünkü siz zaten toplumu sadece 550 kişiyi seçerek yönetemezsiniz parlamenter bir sistemde. Temsili olmayan bir demokraside devletin bütün kademeleri seçimle gelsin ve sürekli geri çağırma hakkı olsun. O zaman başka bir sistem olur. Sovyet formuyla farkı ne? Sovyet formunda esas itibariyle bütün mekanizmaları geri çağırma hakkıyla seçiyor olmanız ve bunların bütün kuvvetler üzerinde egemen olması. Şimdi bu tezlerde Lenin iki şey söylüyor: Birincisi, bu seçtiğiniz unsurlar devletin çok küçük bir parçasını oluşturuyor ve sizin kontrolünüzden çok uzaklar. Bunlar hem devletin bir parçası hem de asli işleri başkaları yapıyorlar. Bu nedenle, demokrasilerin genel mantığı emekçilerin devlet aygıtından uzaklaştırılması üzerine kurulmuş. İkinci prensip ise kuvvetler ayrılığı ve hukuk kisvesi altında. Aslında seçtiğiniz unsurların yönetici olmasını engelliyorsunuz, onların karar almasını engelliyorsunuz. Hukuki güvence alanı yaratıyorsunuz. Parlamenter demokrasi hukuk olmaksızın olmaz. Şimdi ilginç bir soru geliyor: Biz sosyalist bir hukuk olur mu diye konuşacak mıyız; hukuk sistemi, hukuk devleti olabilir mi? Olmaması lazım. Hukuk üzerinden işleyen bir sistem demek ayrıcalıkları koruyan bir sistem. Hukuk özel mülkiyeti korur, bir mülkiyet ilişkisinin ifadesidir. Mülkiyet ilişkisini kaldırmak isteyenler hukuktan bahsetmezler. Dolayısıyla aslında burjuva demokrasisi, bir, temsiliyet ilişkisi; iki, hukuk nedeniyle hep burjuvaziye çalışır. Oraya bütün HDPlileri de bütün sosyal demokratları da koysanız bütün KöZcüleri de koysanız burjuva demokrasisi yine burjuvazi lehine çalışır. Burada başka ilginç bir nokta var; Türkiye solunun tarihini anlamak açısından önemli. Komünist Enternasyonal’in bu tezleri sosyal demokraside şöyle bir karşıtlık içerisinde. Sosyal demokrasi genel ve evrensel bir demokrasi tanımladığı için demokrasi yıllar boyunca halkların vermiş olduğu mücadelenin bir birikimi olarak görünüyor. Yani bir devlet var, bu devletin içinde de halkın soktuğu bir parlamento var. Ve bu da devletin bir parçası değil de halkın bir kazanımı olarak görülüyor. Dolayısıyla kendine biçtiği rol halkın kazanımı alanını genişletmek oluyor. Nasılsa biz söke söke almışız. Komünist Enternasyonal sosyal demokrasinin hiç yapmadığı şu şeyi yapıyor: Ordu da parlamento da aynı devlet aygıtının bir parçasıdır. Parlamento devlettir, devletin adamısınız siz yani diyor. Bu başka açıdan da önemli. Mesela komünistlerin ordudaki çalışma tarzıyla parlamentodaki çalışma tarzı birbirinden farklı mı olur? Olmaması gerekir. Liberal görüş şöyle der; parlamento halkın yeridir. Biz oraya halkın sözünü söylemeye gidiyoruz, orduysa düşmanların ordusu biz orduya gitmeyiz. “Askere gitme, sivil itaatsizlik, barış olsun, analar savaşa karşı çıkın, çocuklarınızı askere göndermeyin…” bugün konuşulan şeyler, değil mi? Gerillacı olsanız; bizim zaten parlamentoda işimiz yok, biz kendi parlamentomuzu kuracağız. Katil sürüsü orduyla da işimiz yok, biz kendi ordumuzu kuracağız. Tam reformistseniz zaten, Mehmetçiğimize yazık oluyor, halk çocukları ölüyor ölmesin, meclis bir oturum yapsın sahip çıksın. Komünistlerin tam tersini söylemesi lazım. Çünkü ordu da parlamento da hem devletin bir parçası hem de proleter unsurların içine sızdığı devlet kanadından seferber edildiği yerler. Yani askerler cepheye yollanıyor, diğer yandan da birtakım temsilcilerin içine giriyor. Bunların ikisi de düşmana hizmet eden kurumlar. Burada ne yapılması lazım? Alan açmaya falan gerek yok, ikisini de yok etmen lazım. Devleti yok etmek istiyorsan ikisinde de yıkıcı faaliyet yürütmen lazım. Parlamentoya gidip parlamentoyu işlemez hale getirmekle, askere gidip komutanı vurmak arasında fark yok. Devletin kurumlarının bulunduğu her yerde komünistler orayı sabote etmeye çalşırlar. Aman girmeyelim elimiz kirlenmesin değil, girin orayı sabote edin. Orduya girmeyelim, askere gitmeyelim diyenler devletin içinde bozguncu faaliyet yürütme işinden kaçanlar. Askere gidip komutanını vuracaksın, parlamentoya gidip parlamentonun karar almasını engelleyeceksin. Parlamento da ordu da aynı devlet kurumunun parçaları. Biri diğerinden daha iyi, daha az yoz, daha büyük bir kazanım değil. Reformistler parlamentoyu korumayı düşündükleri için orduya dokunmuyorlar.
Türkiye solunda bir başka ayrım vardır, bunun üzerinde de duralım. 1960ların sonunda MDDciler ve Sosyalist Devrimciler diye bir ayrım vardır. MDDciler TİP kurulunca, diyor ki; meclise sosyalizm sancağını dikeceğiz. Ötekiler diyor ki bu iş demokrasiyle olmaz, askeri darbe yapmak lazım. Biri saf ve demokrat görünüyor; çok iyi niyetli insanlar. Bunlar saflar, şiddetten anlamazlar. Öbürleri daha katı daha barbar, değil mi? Darbe yapıyorlar, darbeciler. Bu açıdan bakınca parlamentaristler halka daha fazla zarar verebilirler. Biri diğerinden daha reformist değil. Askeri darbe yardımıyla devleti almaya çalışınca devrimci olmuyorsunuz. Devletin parlamento gibi bir kurumuna yaslanmak yerine devletin ordu gibi başka bir kurumuna yaslanıyorsunuz. Yani Mihri Belliyle Behice Boran arasında fark yok. İkisi de reformist dememiz lazım. Bu başka bir açıdan da bizi başka bir yere getiriyor: Burjuva demokrasisinde şiddet konusu da ele alınıyor tezlerde. Burjuva demokrasisinin ayrılmaz bir parçasıdır deniyor şiddet. Bunu söyleyince Türkiye’deki bütün siyasi analizler çöpe gidiyor. Neden? Tayyip Erdoğan faşist. Neden Faşist Erdoğan? Çünkü hepimizi hapse atıyor. Başka gerekçe var mı faşist olması için? Sürekli adam öldürüyor, birilerini hapse atıyor. Böyle olana faşist deyince ne demiş oluyorsun? Aslında burjuva demokrasisinde bu gibi uygulamalar olmaz demiş oluyorsun. Bu Türkiye’deki faşizm tartışması için de önemli bir şey. Türkiye’de 70lerde neden faşizm var mı yok mu tartışılıyor? Çünkü çok adam öldürülüyorsa orada faşizm olması gerekiyor. Burjuva demokrasisi olunca bu kadar baskı şiddet olmuyor deniyor. Yasal parti kurarız, seçimlerle kazanırız falan diyorlar. Yani Türkiye’de faşizm olduğunu iddia edenler hakikaten Türkiye’de faşist yönetim olduğunu düşündükleri için değil; Türkiye’de silahlı ve devleti tanımayan, devleti yıkmak isteyen bir devrim yapmak istedikleri için faşizm olduğunu söylüyorlar. O yüzden faşizm yok Türkiye’de ama siz faşizm var demeye devam edin. Çünkü böyle deyince daha ciddi bir örgütlenmeden başlıyorsunuz. Mesela Türkiye’de artık yasadışı yayın yapan bir örgüte ulaşmanız mümkün değil. Avrupa’ya çıkıyorsunuz ne oluyor? Geceler var, standlar kuruluyor; herkesin yayınları ortada. Düşünsenize mesela yasadışı Leninist parti kurmuşsunuz; partinin yasadışı kongresini Bağcılar Düğün Salonunda kutluyoruz. Biri de çıkıp ben Leninist parti adına konuşuyorum, faşist devleti yıkacağız falan diyor. Halk da katılıyor buna; araya sloganlar alkışlar falan. Böyle bir şey neden yapılmıyor burada? Çünkü Türkiye’de faşizm var. Aynı insanlar gidip Avrupa’da bunu yapıyorlar. Takip edin SOL Yayınları’nı, etkinlikleri daha çok Fransa’da, Belçika’da olur. Türkiye’de faaliyet göstermesi gereken yasadışı örgütler orada var. Orada faaliyet yürütüyorlar, pankartlarıyla yürüyorlar. Orada nasıl yapıyorlar bunu? Çünkü burjuva demokrasisi var. Sorun orada burjuva demokrasisi olması değil, biz Alman Devleti’ne karşı mücadele etmediğimiz için Almanya bize bir şey yapmaz. Biz kalksak burada “kahrolsun Bolivya” diye yürüsek bir şey olur mu? Sürekli Amerikan devletini yıkacağız diye geceler düzenlesek… Ama bu nasıl bir yanılsamadan kaynaklanıyor? Burjuva demokrasisi var, burjuva demokrasisinin olduğu yerde devlet bir şey yapmaz. O zaman yasal parti kurulur. O zaman Türkiye’de faşizm tespitini değiştirip burjuva demokrasisi var diyenlerin hepsi yasal parti kuruyorlar. Mesela EMEP de faşizm var deyip yasal parti kuruyor, o apayrı bir şey zaten. Neden olduğu bilinmiyor. Nasıl olsa kimse sormaz diye herhalde. Artık eskisi gibi Türkiye’de faşizm var ve biz bunu yıkacağız diye konuşulmuyor artık. Faşizm var ve en azından burjuva demokrasisini getirmemiz lazım diyorlar. Burjuva demokrasisinin kazanımlarını getirmeliyiz diye konuşuyorlar. Politik özgürlükleri kazanmamız için lazım. O yüzden burjuva demokrasisini getirecek en geniş bloğu kurmamız lazım.
Komünist Enternasyonal’in bu tezi bize ilginç bir şey söylüyor: Politik özgürlüklerin kazanılmasının mücadelesi. Çok kilit bir şey. Çünkü Kautsky ile Lenin’in aynı tınıda konuştukları ama tamamen farklı şeyler söyledikleri bir nokta. Bu noktada çok dikkatli olmak gerekiyor. Gördünüz mü, diyor politik uzlaşmacılar, ikisi de politik özgürlüklerden bahsediyorlar. Kautsky’nin kastettiği politik özgürlükler burjuva demokrasisi çerçevesinde; basın özgürlüğünden bahsediyor, gözaltı süresi kısaltılsın diyor, genel oy hakkı genişletilsin. Burjuva demokrasisi çerçevesinde edinilen haklardan bahsediliyor. Bu tezleri okuduğunuz zaman şunu anlıyorsunuz; burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğüdür. Diktatörlük ne demek? Birileri bunun altında inim inim inliyor demek. Burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğüyse işçi sınıfının kazanımı olur mu diktatörlük altında. Diktatörlük varsa özgürlük yok demektir; birilerinin eziliyor olması lazım. Burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğüdür derken şiir olsun diye, bakın onlar da eziliyor demek için demiyor. İşçilerin özgürlüğü yoktur burjuva diktatörlüğü altında diyor. Burjuva demokrasisinde politik özgürlükler mücadelesi verilmez. Politik özgürlük ancak işçi sınıfı egemen olursa olur diyor, yani siyasi iktidarı alınca olur. Devrimden sonra kazanılabilen bir şeydir. Politik özgürlük mücadelesi burjuva demokrasisini reformlar yoluyla getirme, sınırlarını reformlar yoluyla genişletme mücadelesi değil; burjuva diktatörlüğünü yıkıp işçi ve emekçilerin demokrasisini kurmak demek. Bu bir devrim sorunu yani. Üstelik bunu saf demokrasiye yaklaştırmaya çalışırsan baskı daha da artar. Reformlar yoluyla işçilerin burjuva demokrasisindeki hakları ne kadar artarsa burjuva diktatörlüğü şiddete daha fazla başvurur. Yani reformlar oldukça, işçiler haklarını genişlettikçe burjuvazinin şiddet aygıtı körelir demiyor Komintern. Normalde çarın, padişahın işçiyi ezmeye bu kadar ihtiyacı yok. Çünkü zaten pasif, örgütsüz yığınlar var. Bunlara siyasi haklar verip hareket etme kabiliyetini artırdığın oranda bunları ezebilmek için açıktan şiddet uygulama ihtiyacın daha çok artar.
Türkiye’nin yakın tarihine dönelim: 12 Eylül halk düşmanı, Kürt düşmanı bir anayasa var. Birileri reforme edelim bunları diyor, biz de KöZcüler olarak edilemeyeceğini söylüyoruz. Mesela artık istediğin saatte miting yapabiliyorsun, Kürtçe TV kanalı açılıyor, pazarda Kürtçe ajitasyon yapıyorsun kimse karışmıyor, eskiden HDP kapatılırdı artık kapatılmıyor. Peki sonra ne oluyor? Paradoksal olarak birileri bu hakları kullanmaya başladığı oranda çok daha büyük bir kriz çıkıyor ve küt diye seni ezmeye geliyor. 12 Eylül’den daha karanlık bir döneme giriyorsun. Yani bugün Türkiye’de bu kadar kan gövdeyi götürüyorsa Türkiye demokratikleştiği için oldu. 85’te bu tutturulsaydı bu kadar şiddete gerek yoktu. Şu anda sağını solunu reformlarla yumuşatmış, bunları geri alamıyor; yönetemiyor ülkeyi. Yönetemediği için çok açık bir şiddete başvurmak zorunda kalıyor. Burjuva demokrasisi içinde herhangi bir reform işçilerin rahatlamasına değil; bilakis çok daha büyük bir şiddet dalgasına yol açar. O zaman devleti kavramak gerekir, demek anlaşılmayan bir şey var.
Bir de şöyle bir boyutu var. Kraliyetlerin hepsini yıktı, Fransa’da giyotin çalıştırdı. Bu parlamentolar kendi kendine mi kuruldu? Siz kendiniz yöneteceğiniz zaman bütün kralcıların hepsini şişe geçirdiniz, mallarına mülklerine el koydunuz. Bunları siz yapıyorsunuz da biz gelip size yapınca dokunulmaz haklar, parlamento, yaşamın güvencesi diye sızlanmaya başlıyorsunuz. Kraliyet taraftarları biz meşruiyeti geri istiyoruz deyince izin mi verdiniz. Biz şimdi size niye izin verelim.
Bu şu anlama geliyor: biz bir devrim yapıyoruz ve bütün karşı devrimci güçleri ezeceğiz. Burjuvaziye nefes aldırmayacağız, gerekirse Kronstadt’da olduğu gibi bombalayacağız. Burada biraz düşünmek gerekiyor: Burjuva kim? Sende Ipad var sen burjuvasın, sende birtakım burjuva eğilimler seziyorum; bu mu burjuva? Burjuva partileri kapatacağız ama mesela Metal-İş açık kalacak. Çünkü işçi o, özgür. Böyle dersek şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bu Menşevikleri neden hapse attılar, hepsi işçiyken? Bu yanlış bir soru, sınıfı sadece sosyal olarak kavramaktan gelen bir sorun. Devletten bağımsız bir sınıf kavramı bu. Nasıl ki Renault işçisi grev yaptığı zaman işçi sınıfı olmuyorsa adam da fabrikası var diye burjuva olmuyor. Hepimiz burjuvazinin bir parçası oluyoruz, bizi kapsayan siyasal bir sistem olmuş. Dolasıyla bu sistemin içinde Türkiye Komünist Partisi de burjuva bir parti olur. TKP burjuva bir partidir bu anlamda. Çünkü var olan burjuva devlet aygıtını tanıyan, onun bir parçası olan meşru bir parti. Devleti tanıyanların hiçbiri sınıf olmaz, burjuvazinin yurttaşı olur. İşçi de olsan yurttaş eyleminin önüne geçemezsin. Burjuva devletini tanımadığın sürece, yıkmayı hedeflemediğin sürece burjuvasın. Ömrü grevlerde geçmiş bir işçi de olsan burjuvasın. Menşevik Sovyet’e karşı çalıştığı için burjuva oluyor. Aynı şekilde kapitalist Sovyet’i tanıdığı sürece burjuva bilinçle hareket edemez, başka bir örgütlenmeye teslim olmuş oluyor. Bir kapitalistin işçilerini çok çalıştırıp çok kazanması onu burjuva yapmıyor. Artık sınıf bilinçli hareket edemeyen bireysel bir sömürücü oluyor. Sovyet hiçbir partiyi kapatmaz; zaten Sovyet’in egemenliğinde çalışıyor. Menşevik de olsa en militan işçi de olsa egemenliği tanımadığı zaman karşı devrimcidir, onu ezmen lazım. Türkiye’de burjuvazi de böyle hareket ediyor. Mecliste solcu konuşmalardan rahatsız oluyorlar mı? Olmuyorlar, ilkesel bir karşı çıkış yok. Bunlar da lazım diyorlar. Mecliste bulunmak devleti tanımak demektir.
Meclis tartışması bu yüzden önemli, silah kullanmayı bilmeyen çiçek çocuklarının yaptığı iş diye geçilecek şey değil. Proletarya parlamenter sistemle egemen olamadığı için parlamenter sistem demokrasiyi getirmez. Bir sistem olarak sosyalizme karşı. Biz kime karşı devrimci deriz: Sovyet egemenliğini tanımayan herkes karşı devrimcidir, siyasi bir kriterdir bu. Yoksa sen çok lüks yaşıyorsun sen karşı devrimcisin olmaz. Ona dersin ki gel Sovyet’de hesap ver. O suç işlemiş olur, karşı devrimcilik başka bir şey. Bugün nasıl ki hırsızlık suç orada da sömürü suç olur. Bugün hırsızın yurttaşlığı gitmiyor, terörist olmuyor. Terörist bu devletin egemenliğini tanımayan oluyor.
Buradan bu tartışmanın Enternasyonallerde nasıl ele alındığına bakalım. 2. Enternasyonal parlamento diyor, 3. Enternasyonal de Sovyet iktidarı diyor. Birinin işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanı olduğu çok belli. Sosyal demokrasi neden karşı devrimcidir? Çünkü devrim esnasında parlamenter demokrasiyi tahsis etmek istediği için sınıf uzlaşmacısıdır, karşı devrimcidir. Komünistler de Sovyet’i savunduğu için devrimcidir, çok net. Şimdi geliyoruz Kautsky’e, Rosa Luxemburg’a… Kautsky diyor ki iç savaş sırasında düşmanları haklarken Sovyet iyi. Ama çarı devirdiniz, düzen tamam, şimdi parlamentoyu kurmalısınız. Çünkü bu burjuvaziye özgü bir şey değil, ateşin bulunması gibi insanlığın evrensel kazanımı diyor parlamento için. Genel oy hakkını ihlal ettiniz diyor. Rosa Luxemburg nerede? Bolşevikler meseleyi yanlış koydular, yaptıkları işler çok önemli ama hem kurucu meclis hem Sovyetler diyor. Hukuk gibi genel oy hakkı gibi burjuva demokratik haklar korunmalı diyor. Rus devrimi bunu çiğnediği için de despotizme gidecek diyor. Ömrü vefa etseydi muhtemelen Bolşeviklerin hukuku çiğnediğini söyleyecekti. Bütün Komünist Enternasyonal’in tezleri Rosa Luxemburg’a cevaptır aslında. Çünkü onun etkisinde olan çok geniş bir Alman demokrasisi var. Bugün Türkiye solu da Sovyet yönetimi, Ekim devrimi, özyönetimcilik, demokratik kurumlar, konseyler altında toplanıyor. Mesela Devrimci İşçi Parti’nin programına baksanız -proletarya diktatörlüğünü savunduğunu söylerler- biz konsey iktidarı savunuyoruz yazmışlar. Kafalarında konsey iktidarı proletarya diktatörlüğüne eş. Fabrikalarda işçi yönetimleri kurulacak; silahlı kuvvetleri dağıtmayın, böyle şiddet örgütlenmesi olmadan da oluyor demek ki. Hayır, olmuyor. Proletarya diktatörlüğünün ayırt edici noktası bütün şiddet aygıtının dağıtılması ve tamamen birleşik merkeziyetçi bir şiddet aygıtının kurulması. Ve bu parlamenter anlamda hiç demokratik bir şey değil. Parlamenter demokrasi hukukun üstünlüğüne, güçler ayrılığına, teslimiyet ilişkisine dayanıyor.
Bugün de Türkiye’de Sovyetlere güzellemeler yapanların hepsi parlamenterist. Genel oy hakkına dayalı demokratik bir Türkiye istiyorlar; onun dışında da süs olarak katılımcı demokrasinin bir örneği olarak Sovyetleri tutmak istiyorlar. Bu tezler o yüzden önemli. Bir ipte iki cambaz oynatmak falan yok; genel oy hakkı, evrensel demokrasi kazanımları yok. Aynı mantıktan dolayı faşizme karşı burjuvaziyle mücadele edilebileceğini düşünüyorlar. Çünkü burjuvazi, biz de faşizme karşı demokratik hakları savunuyoruz, diyorlar. Proletaryanın köle olduğu bir sistemi savunan burjuvaziyle nasıl beraber mücadele ederiz. Evrensel bir mücadele de evrensel bir demokrasi mücadelesi de yok. İmamoğlu’yla demokrasi mücadelesinde buluşulmaz o yüzden. Burjuva demokrasisinin diktatörlük olduğu anlaşılmıyor; gerçekten bir diktatörlük. İşçi sınıfının hiçbir şekilde kazanımının olamayacağı bir diktatörlük. Bu şairane olsun diye kullanılan bir metafor değil. Burjuva demokrasisi içinde politik özgürlüklerden bahsedemezsiniz. O yüzden burjuva demokrasisi içinde kısmi reformlar açarak sınıf mücadelesi verilemez, Komintern bunu söylüyor.
Soru:
Reformlar burjuva demokrasisinde şiddeti artırıyor dedik. Burjuva demokrasisinin daha iyi işlediğini varsayabileceğimiz Avrupa’da daha açık daha çıplak şiddet eylemleri görmemiz gerekirdi bu durumda. Ama durum bunun aksi gibi görünüyor. Nasıl izah ederiz bu durumu?
Konuşmacı:
Lenin burjuva demokrasisi sınıf mücadelesini derinleştirir demiyor. Burjuva demokrasisi saf demokrasiye yaklaştığı zaman yani daha demokratik hale geldiği zaman sınıf mücadelesi derinleşir diyor. Çünkü aslında burjuva demokrasisi demokratik olmayan bir sistem. Temsili bir sistem, hukuka dayalı bir sistem ve bürokratik sistem. Parlamentoda onun ayıbını örten incir yaprağı gibi bir sistem. Böyle olduğu zaman Finlandiya’da işçilerin çok fazla hakkı var, neden bunu kullanmıyorlar denmez. Çünkü Finlandiya’da burjuva demokrasisi var, saf haliyle demokrasiye yaklaşan bir burjuva demokrasisi yok. “Saf hali” yani Sovyetlere benzemeye çalıştığı reformlar olursa ne olur? Genelkurmay başkanını seçimle seçse ne olur. Kriz çıkar, o zaman şiddet uygulanır. Bunu anlamak için de hiç yasal düzenleme beklemeye gerek yok. Şunu soralım, geçelim işçilerin haklarını genişletmeye çalışmalarını ellerinde olan haklarını kullanmak isteseler ne olur? Sarı yelekliler olur. Tayyip Erdoğan da haklı olarak “geçmiş olsun, Fransa orantısız şiddet kullandı, insan hakları ihlal edildi” diyor. Böyle bir kara mizah var ama bu ne demek oluyor? Burjuva demokrasisinde şiddet kullanılır.
Soru:
Sınıf kavramını açabilir miyiz?
Konuşmacı:
Sınıfa dair şöyle bir tanım olduğunu biliyoruz: Kapitalistler üretim araçlarına sahip olanlar, işçiler sahip olmayanlar. Kapitalistin üretimde bir sermayesi olur, sermayesini büyütmek için çeşitli faaliyetler yapar. Peki bu kapitalistin burjuvanın mensubu olduğunu söyleyebilir miyiz? Osmanlı’daki kapitalistlere Osmanlı burjuvazisi mi diyeceğiz? Veya Kürt burjuvazisi diye bir şey var mı diye bakıyoruz; Halis Toprak, Ahmet Türk Kürt burjuvazisi ya da feodali mi? Mesela HDP’nin kongresi oldu; Kürt burjuvazisi şunu istedi, Kürt proleter bunu istedi. ESP de taraf tuttu, biz Kürt burjuvazisine karşı Kürt proletaryasını savunuyoruz dedi. Yahut Erdoğan’ı kim savunuyor; İslamcı burjuvazi. Bunların kapitalist olduğu açık ancak burjuvazi diyemeyiz.
Suriyeli işçiler sınıf kardeşimizdir derken mevcut objektif durumdan başka bir şey söylemiyoruz. Suriyeli işçinin çalışması Türk işçinin, Kürt işçinin ücretini düşürüyor. Basit bir denklem. Suriyeliler’in sınırsız vatandaş olmasıyla Türkler’in ücreti düşecek, bu açık. Biz de böyle olsun istiyoruz. Sınıf bilinci de bunu savunmak gerek diyor. Çünkü sınıf bilincinde bir ortaklık tahayyülü vardır. Kısa vadede şahsi menfaat düşünülmez. Kendin dışında bir biz tahayyül ediyorsun ve biz şöyle mücadele edeceğiz diyorsun. Kapitalistin de burjuva olabilmesi için biz demesi lazım. Ben çok para kazanacağım dememesi lazım, bazen de az para kazanmayı göze alması lazım. Çünkü benim bunu uzun vadede yönetmem için bir fikrimin olması lazım. “Biz”in çıkarı için hareket etmesi lazım. Bunu düşündüğü zaman sınıf olur. Peki bu nasıl olur? Kapitalistlerin çıkarını savunan bir devlet örgütlenmesiyle olur. Sadece kapitalistleri ortak bir çıkar etrafında buluşturmak için de bir devlet lazım. Kapitalistin de o devletin bir parçası olması lazım. O yüzden Kürtler kendi devletini kurmadığı müddetçe Türk burjuvazisinin Türk ulusunun kurallarına göre hareket ettiği için aslında Türk ulus devletine ve Türk burjuvazisine çalışıyor. Halis Toprak çok para kazanabilir ama o Türk burjuvazisinin bir parçası, PKK’ye para da verse Türk burjuvazisinin bir parçası. Çünkü sınıfsal olarak o yapıdan besleniyor. Sınıfın kendisini, kapitalist ilişkinin sürmesini mümkün kılan hukuksal ilişkiyi, devleti sınıftan ayıramayız. Bir kapitalizm var bir de devletleri var değil. Sınıf olarak egemen olabilmek için devlete ve hukuka ihtiyacın var. Alt yapı üst yapıyı belirler deyince bunları zaten ayrılmaz bir parça olarak görmemiz lazım.
Sınıf mücadelesine gelince; Marx “tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir. Bu mücadele ya yeni bir toplumun doğmasıyla ya da başarısızlığa uğrayıp tüm sınıfların çökmesiyle sonuçlanır” diyor. Peki Renault işçileri kaybedince neden tüm insanlık çöksün ve barbarlık başlasın. Eğer bütün bunlar aynı sınıf mücadelesinin bir parçasıysa zaten böyle bir şey olmaz. Marx’ın orada kastettiği, Roma’nın çöküşü gibi bir çöküş. Roma’da sınıf mücadeleleri bir yere gitmiyor, imparatorluk çöküyor; feodalite diye daha geri yeni bir şey kuruluyor. Devrimci girişimler başarısızlığa uğrarsa toplumu bir felaket bekliyor demek diyor Marx. Yani sınıf mücadelesi doğrudan iktidar mücadelesi olarak tanımlanmış. Bu olmadığı sürece ya burjuvazi bir yurttaş olarak görüyor seni ya da en fazla kendinde sınıf dediğimiz sınıf oluyor. Ücretini artırmak isteyen, çalışma koşulunu iyileştirmek isteyen toplu ve örgütlü bir sınıf oluyor. Ama hala kapitalist sistemin bir parçası. Sınıfı var eden şeyi yani ücretli emek sömürüsünü, emek-sermaye ilişkisini, işçinin üretim araçlarındaki özel mülkiyetten mahrum olmasını sorgulamıyor değiştirmiyor; kölelik zincirini uzatıyor. Burjuvazinin ön yargıları bize de işlediği için bunun sınıf mücadelesi olduğunu zannediyoruz. İşçi dediğin zaten üretim araçlarına sahip değil, zaten sefalete mahkum. Daha iyi çalışmak için sınıf mücadelesi veriyor diye bakıyoruz.
Başka bir topluma gidelim. Antik Yunan’a köleci topluma gidelim. Mesela şöyle bir hak için mücadele ediyorlar: Köleler aile kuramıyor. Karısını çocuğunu köle pazarlarında satıyorlar. Köle artık çocuklarımızı köle pazarında sattırmayacağız, bundan sonra benim çocuğum da senin kölen olacak diye bir mücadele veriyor. Ciddi çatışmalar yaşanıyor, kanlar dökülüyor. En sonunda köle çocuğunu zimmetli köle olarak kabul ettiriyor, asıl köle sahibi satamaz artık. Bunun sonucunda “Yunanistan’da büyük bir sınıf mücadele verildi ve köleler artık çocuklarının da köle olma hakkını kazandılar” mı diyeceğiz. Bunu anlattığımız zaman gülünç bir şey oluyor, böyle sınıf mücadelesi mi olur; köle köleliğe devam ediyor diye bakıyorsun. Oysa senin yaptığın da bunun aynısı. Ben her gün kalkıp çalışacağım ama 8 gün değil 11 gün tatile gideceğim demiş oluyorsun. Yani bana artık 3 kırbaç değil 1 kırbaç vuracaksın dediğin zaman sınıf mücadelesi vermiş olmuyorsun. Zaten o toplumun ilişkisi içinde itişme kakışma oluyor, çatışma yapmış oluyorsun. Mücadelenin olabilmesi için bu mülkiyet ilişkisini değiştirmen lazım. Demen lazım ki, bundan sonra fabrikalar Sovyet’in denetimi altında, özel mülkiyetin güvencesi yok artık. Bunun için de devlete dair bir şey söylemen lazım. Marx’ın kendinde sınıf dediği şey, burjuva toplumunda kapitalizmin bir parçası olarak çalışan ve çalışma koşullarını düzeltmeye çalışan bir sınıfa biz bunu söylüyoruz. Asıl sınıf bilinci gerçek çıkarının nerede olduğunu soran. Burjuvazi ben nasıl yönetirim diye soruyor; işçininki ne olur? Bu da ilginç bir şey. İşçilik güzel bir şey olsa işçiler çocukları da işçi olsun ister. “Aman oğlum sen de işçi ol, hayatı biz var ediyoruz. Gelecek çok güzel” der çocuğuna ama hiç öyle bir işçi yok. İşçinin kendisi de işçilikten kurtulmak istiyor. Dolayısıyla işçi sınıfının öncelikli talebi ne olmalı? Kendisinin işçi olmaktan kurtulması lazım, biz bu egemenliği yok ediyoruz demesi lazım. Bunun için de mülkiyet ilişkilerini değiştirmesi lazım. O yüzden Komünist Manifesto’da proletaryanın acil hedefi, birinci hedefi egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. Önce iktidarı almamız lazım. Reformları biz iktidarı aldıktan sonra yapacağız. Türkiye’de program sorunu kavranmıyor. Bunu şöyle düşünüyorlar; bizim hükümetten beklentilerimiz. (6 saat iş günü, anadilde eğitim) Biz bunları söyleyince işçiler arasında popüler olacağız, işçilerle beraber hükümeti bunu yapması için sıkıştıracağız. Hayır; bunlar iktidarı aldıktan sonra atılacak acil adımlar, hükümetten taleplerimiz değil. Bizim programımız bir devrim programı. Bizim programımızdaki herhangi bir şeyin yapılabilmesi için devrim olmalı diyoruz. Bunun için önce iktidarı almalıyız. Yoksa şöyle anlatmalıydık. Önce muhalefet olacağız, bakanlığı alacağız, sıkıştıracağız. Önce şu demokratik mevziyi alacağız, şunu koruyacağız. Böylelikle iktidara daha güçlü geleceğiz. Hayır, biz diyoruz ki proletaryanın acil görevi iktidar sorunudur. Muhalefet hareketini iktidar hareketine çeviremezsiniz diyoruz. İşçi sınıfının mücadelesi işçi olmaktan kurtulmak olmalıdır. O yüzden Lenin Devlet ve Devrim’de, proletarya ilk kez kendisini sınıf olarak örgütlemiştir ve paradoksal olarak kendi yok oluşunun koşullarını hazırlamıştır diyor. Tam iktidar olduk diyor ama aslında kendi yok oluşunu da getiriyor. Tüm dünyada evrensel sınıfsızlığı getirdiği vakit proletarya diktatörlüğü nihai iktidarına kavuşacak. Ancak orada da burjuvazi ortadan kalktığı için proletarya da kalmayacak. Devletten devletsizliğe dediğimiz süreç de bu yüzden oluyor. Birilerini yönetmek zorunda olsaydı devletin de her zaman olması gerekirdi. İşçi sınıfı iktidarı alırken egemenliğini genişlettikçe kendisini yok ediyor aslında. Zafere ulaştığı zaman da tümüyle bitiyor, küçük üreticiyi falan da mülksüzleştirdiği zaman.
Soru:
Demokratik kazanımlar birer mevzidir. Böyle böyle devrime ilerleyeceğiz denir. Buradan bakınca işçilerin sendikalarda örgütlenmesine nasıl yaklaşmalıyız? İşçi sınıfı devrime sendikalarda örgütlenerek hazırlanabilir mi?
Konuşmacı:
Demokratik mevzi diye bir şey yok. Komünistler sendikada da ordu ve mecliste çalıştıkları gibi çalışmalılar. Sendikanın işe yaramadığını göstermek için sendikada çalışır. Yoksa, işçilerin ücreti çok güzel arttı, sürekli zafer kazanıyorsun. Adam niye devrim yapalım der. Bu daha iyi oluyor böyle, biraz daha mücadele edelim biraz daha hakkımız olur. Böyle bir aygıtla biz kapitalistlere karşı mücadele edemeyiz. Dolayısıyla yaslanabileceğin bir şey değil bu, istismar edebileceğin bir şey. Zaten sendika dediğin şey işçilerin mevzisi değil ki, burjuvazinin işçileri denetim altında tutmak için kullandığı araç. Burjuva toplumu içinde hiçbir kurum burjuvazinin egemenliğinden bağımsız olamaz. Burjuvaziye hizmet eder o kurumlar. O yüzden komünist parti yasadışı olmalı. Bu düzenin hiçbir kanununu tanımaması lazım, hepsini havaya uçuracağız demesi lazım. Düzenin herhangi bir kuralını kabul ettiğin zaman düzen içi bir parti olmaya başlıyorsun. Bu düzenin bütün yasaları bir bütün ve biz hepsine karşıyız dememiz lazım.