Yoldaşlar, Serrati Fransızca bir sözcük oyununa başvurarak(Sincerometre-dürüstlükölçer-çn) henüz insanların dürüstlüğünü ölçen bir mihenk taşına sahip olmadığımızdan söz etti. Böyle bir araç henüz bulunmadı. Ayrıca buna ihtiyaç da duymuyoruz. Ama eğilimleri ayırd etmek için bir aracımız var. Yoldaş Serrati’nin daha sonra üzerinde duracağım hatası, uzunca bir süredir bilinen bu aracı kullanmamasından ileri gelmektedir.
Yoldaş Crispien ile ilgili olarak ise birkaç şey söylemek istiyorum. Burada bulunmamasından ötürü üzgünüm. (Dittmann: “Kendisi rahatsızdır”) Bunu duyunca çok üzüldüm. Onun konuşması son derece önemli bir belgedir ve Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin sağ kanadının politik doğrultusunu açıkça belirtmektedir. Crispien’in, konuşmasında belirtmiş olduğu kişisel durumlardan veya tek tek olaylardan değil, fakat açığa çıkan düşüncelerden söz edeceğim. Öyle sanıyorum ve kanıtlayabilirim ki, bütün bu konuşma tamamen Kautskici bir söylem taşımaktadır ve yoldaş Crispien proletarya diktatörlüğü konusunda Kautski ‘nin görüşlerini paylaşmaktadır. Crispien, kendisine yöneltilen bir soruya şöyle bir cevap verdi: “Proletarya diktatörlüğünün yeni bir olgu olmadığı, Erfurt Programı’nda yer alıyordu”. Erfurt Programı proletarya diktatörlüğü ile ilgili hiçbir şey söylemiyor ve tarih bunun bir tesadüften ötürü olmadığını göstermiştir. 1902-1903 yıllarında partimizin ilk program taslağı hazırlanırken, yanımızda Erfurt Programı’nın bir örneği her zaman bulunmuştu; Plehanov, ki ta o zamanlar doğru olarak, “Ya Bernstein sosyal demokrasiyi batıracak ya da sosyal demokrasi Bernstein’i” demiş ve Erfurt Programı’nın proletarya diktatörlüğünden söz etmeyişinin teori açısından hatalı olduğunu ve pratikte oportünistlere alçakça verilmiş bir taviz olduğunu önemle vurgulamıştı. Proletarya diktatörlüğü 1903 yılından beri programımızda bulunmaktadır.
Yoldaş Crispien, şimdi bize proletarya diktatörlüğünün bir yenilik olmadığını belirtip, “şimdiye kadar hep iktidarın ele geçirilmesinden yana olduk” dediğinde sorunun özünü geçiştirmektedir. Bu sözlerle kabul edilen şey, iktidarın ele geçirilmesidir ama diktatörlük değildir. Yalnız Almanlarınki değil, Fransız ve İngilizlerinki de dahil tüm sosyalist literatür oportünist parti liderlerinin, örneğin İngiltere’de MacDonald’ın, iktidarın ele geçirilmesinden yana olduklarını göstermektedir. Bunların hepsi dürüst sosyalistliklerdir -ki bu az bir şey değildir ama proletarya diktatörlüğüne karşıdırlar! Komünist adına layık, iyi bir devrimci partiye sahip olunduğu andan itibaren, İkinci Enternasyonal’deyken savunulan eski anlayıştan farklı olarak, derhal proletarya diktatörlüğü için propaganda yapılması gerekir. Bu nokta yoldaş Crispien tarafından çarpıtılıp,örtbas edilmiştir; ayrıca Kautski taraftarlarının temel yanlışı da budur.
“Biz kitleler tarafından seçilmiş liderleriz” diyerek devam etmektedir yoldaş Crispien. Alman Bağımsızlar’ının son parti kongresinde eğilimlerin çarpışması açıkça görüldüğünden, bu görüş yanlış ve yüzeyseldir. Bu eğilimler arasında mücadelenin var olduğu ve var olması gerektiği şeklindeki basit gerçeği ortaya koymak için, yoldaş Serrati ‘nin yaptığı gibi dürüstlükölçer icatlarından söz edip konuyu hafife almaya gerek yoktur. Söz konusu eğilimlerden biri bize yeni katılmış olan ve işçi aristokrasisine karşı olan devrimci işçilerdir; diğeri de tüm gelişmiş ülkelerdeki eski liderlerin yönlendirdiği işçi aristokrasisidir. Crispien, eski liderler ve işçi aristokrasisinin mi, yoksa işçi aristokrasisine karşı olan yeni devrimci işçi kitlelerinin mi yanındadır? Yoldaş Crispien’in üstünü örttüğü tam da bu sorudur.
Yoldaş Crispien ayrılmadan söz ederken nasıl bir üslup kullanıyor? (Eski partilerden -çn.)Kopuşun, kendisinin uzun zamandır şikayetçi olduğu üzücü bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu, tamı tamına Kautski’nin zihniyetidir. Kimden ayrılacaktık? Scheidemann’dan değil mi? Pek tabii öyleydi. Crispien dedi ki: “Biz zaten ayrıldık”. Bir kere bu konuda çok geciktiniz! Şimdi tam bu konudan sözederken, bunun belirtilmesi gerekirdi. İkinci olarak, Bağımsızlar’ın bundan yakınacaklarına şöyle demeleri gerekir: “Uluslararası işçi sınıfı hala işçi aristokrasisi ve oportünistlerin boyunduruğu altındadır”. Yoldaş Crispien, kopuş sorununu bir komünist gibi değil, güya hiç etkisinde kalmadığını söylediği Kautski’nin anlayışıyla ele almaktadır.
Bundan sonra Crispien, yüksek ücretlerden söz ederek devam etti. Almanya’daki işçilerin yaşam koşullarının Rusya’ya veya genel olarak Doğu Avrupa’ya oranla daha iyi olduğunu söyledi. Ona kalırsa, bir devrim ancak işçilerin durumunu “çok fazla” kötüleştirmediği takdirde gerçekleştirilebilir. Bir komünist partide bu tonda konuşmaya nasıl izin verilir, sorarım sizlere? Bu, karşı devrimin dilidir. Rusya’ da yaşama seviyesinin Almanya’dan daha düşük olduğunu biliyoruz; biz diktatörlüğü kurduktan sonra, bu, işçilerin daha çok açlık çekmesine ve yaşam koşullarının daha kötüleşmesine yol açtı. İşçilerin zaferine, fedakarlıklara ve yaşam koşullarının geçici bir süre için kötüleşmesine katlanılmadan erişilemez. İşçilere, Crispien’in söylediklerinin tam tersini söylemeliyiz. Eğer, işçileri diktatörlük için hazırlamayı amaçlarken, biri onlara durumlarının “çok fazla” kötüleşmeyeceğini söylerse, esas olgudan uzaklaşmış olacak: işçi aristokrasisi, tam da yüksek ücretlerini garantiye almak için “kendi” burjuvazilerinin bütün dünyayı emperyalist yollardan zaptedip sömürmelerine yardım edilmesiyle oluşmuştur. Eğer Alman işçileri şimdi devrim için çalışmak istiyorlarsa, fedakarlık yapmak zorundadırlar ve bu fedakarlıkları yapmaktan çekinmemelidirler.
Evrensel tarih açısından bakıldığında, genel bir bakış açısıyla, geri ülkelerdeki bir basit coolie (Çin ve Hindistan gibi İngiliz sömürgelerinde, kır kökenli olup limanlarda ve depolarda sırt hamallığı yapanlar için kullanılan bir kelime çn.)nin proleter devrimini gerçekleştiremeyeceği doğrudur; buna karşılık emperyalist yağma sayesinde nispeten daha iyi yaşam koşullarına sahip olan, daha zengin az sayıdaki ülkede işçilerin “çok fazla” yoksullaşmaktan korkmalarına gerek olmadığını söylemek karşı devrimciliktir. Tam tersini söylemek gerekir.
Devrimci mücadele döneminde, “çok fazla” yoksullaşmaktan ve fedakarlık yapmaktan korkan işçi aristokrasisi partide kalamaz. Aksi takdirde özellikle Batı Avrupa ülkelerinde, diktatörlük olanaksızdır.
Crispien terör ve şiddet ile ilgili olarak ne demektedir? Bunların iki ayrı olgu olduğunu söylemiştir. Belki böyle bir ayrım bir sosyoloji kitabında mümkündür, ama politik pratikte, özellike Almanya’nın içinde bulunduğu durumda mümkün değildir.
Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldüren Alman subaylarına; veya basım satın alan Stinnes ve Krupp gibilere; bu gibilerin hepsine karşı, tabii ki terör ve baskıya başvurmak zorundayız. Tabii ki, kesinlikle teröre başvuracağımızı önceden belirtmeye hiç gerek yoktur, ama eğer Alman subayları, Kapp taraftarları, Stinnes ve Krupp da bugünkü gibi davranmaya devam ederlerse o zaman teröre başvurmak kaçınılmaz olacaktır. Sadece Kautski değil, Ledebour ve Crispien de baskı ve terörden tamamen karşı devrimci bir anlayışla söz etmektedirler. Böyle fikirler üzerinde kaypaklık yapan parti, diktatörlük içinde yer alamaz. Bu apaçıktır.
Bundan sonra tarım sorunu geliyor. Burada Crispien çok sıkı hazırlanmıştı ve bizim bir küçük burjuva anlayışını savunduğumuzu kanıtlayarak kafamızı karıştırabileceğini sanıyordu; ona kalırsa, büyük toprak sahiplerine karşı yoksul köylü için bir şeyler yapmak, bir küçük burjuva anlayışıydı. Büyük toprak sahiplerini mülksüzleştirip, bu toprakları komünlere devretmek gerekirmiş. Bu ukalaca bir anlayıştır.
Almanya dahil olmak üzere çok gelişmiş ülkelerde bile, büyük kapitalist işletmelerin yöntemiyle değil, yarı feodal yöntemlerle işletilen ve ekilen araziler, işletilen çiftlikler az buz değildir. Bunların bir kısmı ekonomiye hiç zarar vermeksizin yoksul köylülere verilebilir. Böylece küçük köylüler için büyük önemi taşıyan küçük bir parça verilerek büyük üretim korunabilir. Ne yazık ki bu konu üzerinde yeterince durulmamıştır; ama pratikte bunu yapmak gerekir; aksi takdirde yanlış yola sapılmış olunur. Bu konuda, örneğin Varga (Macar Sovyet Cumhuriyeti ‘nin Ulusal Ekonomi eski bakanı), yazdığı kitabında proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra Macaristan’ın kırsal kesiminde hemen hiçbir şeyin değişmediğini, gündelikçi işçilerin hiçbir değişikliğe tanık olmadıklarını ve yoksul köylülerin hiçbir şey almadığını yazması da bunları doğruluyor. Macaristan’da büyük arazilerle çiftlikler vardır ve buralarda yarı feodal bir ekonomi uygulanmaktadır. Bir kısmı küçük köylülelere verilebilecek geniş araziler her zaman bulunabilir ve bulunmalıdır da; hatta bu amaçla, tam mülkiyet hakkı yerine, toprakların kiralanmasıyla bile yetinilebilir; öyle ki, küçük köylü arazilere el konmasından bir şey kazanacağını anlasın. Aksi takdirde küçük köylü, eski düzenle sovyetlerin diktatörlüğü arasında bir fark görmeyecektir. Eğer proleter devleti bu şekilde davranmazsa iktidarda kalamayacaktır.
Crispien, “Bizim devrimci inançlarımızı tartışma konusu edemezsiniz” dediği halde, cevabım şudur: kesinlikle tartışma konusu ediyorum! Devrimci bir tavırla davranmak istemediğinizi söylemiyorum; devrimci olarak düşünmeyi bilmediğinizi söylüyorum. Eğer okumuş insanlardan oluşmuş herhangi bir komisyon kurup, bunlara önce Kautski ‘nin bir düzine kitabını ve ondan sonra da Crispien’in söylevini versek, bahse girerim ki söyleyecekleri:”bu söylev Kautski ‘ye aittir ve baştan sona Kautsky’nin görüşleriyle doludur” olurdu. Crispien’in tüm savunmaları tamamen kautskicidir. Sonra da Crispien gelip, “artık Kautski’nin partimiz üzerinde hiçbir etkisi yoktur” diyor. Belki partiye yeni giren devrimci işçiler üzerinde bir etkisi olmayabilir. Bununla birlikte Kautski ‘nin, Crispien üzerinde, onun tüm düşünce çizgisi ve anlayışları üzerinde son derece büyük bir etki yapmış olduğunun ve yapmaya devam ettiğinin kesinlikle kanıtlanmış olduğu kabul edilmelidir. Bu gerçek, söylevinde açıkça belirmektedir. Bu nedenle herhangi bir dürüstlükölçer veya dürüstlüğü için bir mihenk taşı icad etmeye gerek kalmadan da şu söylenebilir: Crispien Komünist Enternasyonal çizgisinde değildir. Böyle demekle tüm Komünist Entemasyonal’in çizgisini tanımlamış oluyoruz.
Wijnkoop ve Münzenberg yoldaşlar, Bağımsız Sosyalist Parti ‘yi çağırmamızdan ve temsilcileriyle görüşmemizden duydukları hoşnutsuzluğu belirttiler. Bence tutumları yanlıştır. Kautski bize karşı kitaplar yazıp saldırıya geçtiği zaman, biz onu sınıf düşmanımız olarak yanıtlıyoruz. Devrimci işçilerin yoğun katılımıyla oldukça büyüyüp gelişmiş olan Bağımsız Sosyalist Parti buraya, bizimle görüşmeye geldiğinde onun temsilcileriyle tartışmak zorundayız; çünkü devrimci işçileri temsil etmektedirler. Enternasyonal konusunda Alman, İngiliz ve Fransız Bağımsızları ile hemen bir anlaşmaya varamayız. Verdiği her söylevde yoldaş Wijnkoop, yoldaş Pannekoek ile aynı yanlışları paylaştığını ortaya koymaktadır. Wijnkoop, Pannekoek’in görüşlerine katılmadığını belirttiyse de konuşmaları bize bunun tersini kanıtlıyor. İşte bu “sol” grubun temel hatası burada yatmaktadır, ama genel olarak bu, gelişme halindeki bir proleter hareketinin hatasıdır. Crispien ve Dittmann yoldaşların konuşmaları baştan sona, proletarya diktatörlüğü için hazırlanmamızda bize yaramayacak bir burjuva anlayışla doludur. Wijnkoop ve Münzenberg yoldaşlar, Bağımsız Sosyalist Parti konusunda daha da ileri giderlerse onları destekleyemeyiz.
Serrati ‘nin söylediği gibi, insanların iyi niyetini ölçecek bir dürüstlük ölçer aracımız yok tabii; ve insanları yargılamak değil, durumu değerlendirmek gerektiği konusunda kendisiyle tamamen hemfikiriz. Serrati, konuşmasını yapmış olmasına rağmen, yeni hiçbir şey söylemediği için üzgünüm. Konuşması İkinci Enternasyonal’de dinlediklerimiz gibiydi.
“Fransa’da devrimci durum yoktur ama Almanya’da ve İtalya’da devrimci durum vardır” derken Serrati yanılmıştır.
Halbuki durum karşı devrimci bir karakter taşısaydı da, devrimci bir propaganda ve ajitasyonu örgütlemek istemeyen İkinci Enternasyonal yanılmış olurdu ve büyük bir sorumluluk üstlenirdi; çünkü, devrimci bir durum olmasa bile devrimci propaganda yapılabilir ve yapılmalıdır: Bolşevik Parti ‘nin bütün tarihi bunu kanıtlamıştır. Sosyalistlerle komünistler arasındaki fark tam da buradadır; herhangi bir durum karşısında sosyalistler bizim gibi davranmayı reddetmektedirler; yani devrimci bir çalışma yapmayı reddetmektedirler.
Serrati, sadece Crispien’in söylediklerini tekrarladı durdu. Biz Turati’nin bir hatası olmadığı halde dışlanması gerektiğini söylemek istemiyoruz. Bu sorunu yürütme komitesi daha önce ele almıştı ve Serrati’nin bize söylediği şu oldu:”Partinin ihraçlara değil bir arınmaya ihtiyacı var.” İtalyan yoldaşlara sadece şunu söylemeliyiz: sosyalist partinin bugünkü liderlerinin çoğunluğu ile parlamento gruplarının çizgisi değil; Ordine Nuovo taraftarlarının çizgisi Komünist Entemasyonal’inkine uygundur. Bunların (sosyalist parti yöneticileri vb. -çn.) proletaryayı, tutuculara karşı korudukları söyleniyor. Çemov, Menşevikler ve Rusya’da daha birçokları proletaryayı tutuculara karşı “koruyorlar”, fakat bu onları aramıza almamız için yeterli bir neden değildir.
Bu yüzden İtalyan yoldaşlara ve sağ kanadı olan bütün partilere şunu söylemeliyiz: bu reformist eğilimin komünizm ile hiçbir ortak yanı yoktur.
İtalyan yoldaşlar; sizden derhal bir kongre çağrısı yapmanızı ve bu kongreye bizim tezlerimiz ve kararlarımızı sunmanızı rica ediyoruz. İtalyan işçilerinin Komünist Enternasyonal’ de kalmak isteyeceklerinden eminim.
Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi
Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal Cilt 1, Sayfa 137-143