Komünizmin Temel Kavramları seminer serisinin Komünist Siyasetin Temelleri ve Taktikleri başlığını taşıyan ilk modülünün transkripsiyonu yayında.

Konuşmacı: Bu etkinliğin başlığını komünist siyasetin temel kavramları, ilkeleri ve yöntemleri olarak koyduk. Ana fikri komünist mücadelenin temel kavramlarını ve ilkelerini tanıtmak olan bir seminer dizisi olacak. Temelinde 4 parçaya böldük. Birincisinde komünist siyasetin, komünist mücadelenin amacı nedir onu anlatacağız. Komünist siyasetin en acil hedefi nedir,ilk hedefi nedir anlatacağız. Yani aynı zamanda proletarya diktatörlüğü nedir onu da konuşmak istiyoruz. Komünistler bütün sorunları iktidar hedefine bağladığı için en ufak düzenlemenin, en ufak bir kazanımın sağlanması için devrimin şart olduğunu savunuyorsa, acil hedefi iktidar olan bir siyasi hareketin gerekliliğini savunur aynı zamanda. İkinci kümede acil hedefin, ilk hedefin yani proletarya diktatörlüğünün nasıl bir stratejisinin olduğunu tartışmak istiyoruz. Bunun yolu gerilla mücadelesinden mi geçer, halk savaşından mı geçer yoksa parlamento yoluyla mı olur yahut sovyetik bir tipte ayaklanma stratejisi ile mi olur? Komünistlerin benimsediği ayaklanma stratejisiyle diğer stratejilerin farkını tartışmak istiyoruz. Bunun ardından temel stratejik öneme sahip olan işçi köylü ittifakını tartışmak istiyoruz. Yine bu strateji ile ilişkisi içerisinde taktik gibi görünen ama taktiğin ötesinde anlamı olan temel şeylerden bahsetmek istiyoruz. Savaşa karşı tutum, ezilen ulus sorununa dair tutum hakkında konuşmak istiyoruz. Bu stratejinin kendisinin nasıl bir aygıtla,nasıl bir enstrüman ile hayata geçirileceğini tartışmak istiyoruz. Bu üçüncü kümede leninist parti nedir, nasıl işler, diğer partilerden nasıl ayrılır bunu da konuşmak istiyoruz. Dördüncü kümede ise böyle bir partinin bu stratejiyi hayata geçirebilmek için günlük hayatta karşısına çıkan siyasi sorunlarda tutunacağı taktik tavır nedir bunu kendi partileşme stratejimiz çerçevesinde anlatmayı hedefliyoruz. . Yani sendika, kooperatif, sınıf içerisinde çalışmaya nasıl bakar, seçimlere ve parlamentoda çalışmaya nasıl yaklaşır, birleşik cephe derken ve işçi hükümeti derken neyi kast eder. Kadın sorunu hakkındaki tutumları nedir gibi başlıkları da bu kümede ele almak istiyoruz.

 

Burada önce komünizm, sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ve komünizmin farkını daha sonra da komünizm ile diğer siyasi akımların farkını anlattıktan sonra proletarya diktatörlüğü üzerinde genel olarak duracağım. Ama bundan sonra yapacağımız oturumda da proletarya diktatörlüğünün ilk somutlaşmış ve özgün biçimi Paris Komünü hakkında duracağız.

 

Komünizmin temel kavramları, ilkeleri ve amaçlarından bahsettiğimizde herhalde ilk önce komünizmin ne olduğundan bahsetmemiz gerekiyor. Komünizm ve sınıf mücadelesi ne bu kavramlar üzerine daha somut konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Şimdi bizim açımızdan komünizm böyle ilk ezenle ezilen ortaya çıktığından beri boy vermiş bir siyasi hareket değildir. Mesela İsa’nın bir yoksullar hareketi olarak başlattığı hristiyanlığı biz komünizmin öncülü olarak görmüyoruz. Spartaküs’lerin köle ayaklanmasından etkilensek bile o da bizim açımızdan komünist siyasetin bir parçası değildir. Şeyh Bedrettin de aynı şekilde komünist siyasetin bir parçası değildir. Engels’in oturup köylü ayaklanmaları ve Thomas Münzer ile komünist fikirlerin arasında ilişki kurduğunu biliyoruz fakat bunları da komünist siyasetin başlangıcı olarak kabul etmiyoruz. Bize göre komünizm sahiden komünizm hedefiyle yürütülen, yani devlete karşı komünist bir siyaset olarak başlamış bir harekettir. O yüzden de son derece modern bir harekettir. Bu yüzden çağlar öncesine uzanan bir hareket değildir. Yani aslında ilk ciddi proleter siyasi hareketin başladığı ve somut siyasi sorunlarla yüzleştiği anda ortaya çıkmış bir harekettir. Yani Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış bir hareketten bahsediyoruz. Fransız Devrimi’nde, “Sans-Culottes” olarak bildiğimiz “baldırıçıplaklar” ve onların aşırı kolu olan Enrages yani “kudurmuşlar” olarak bildiğimiz bir hareket var. Bu hareketin devrimi giderek daha radikalleştirme çabaları bir yerde tıkanıyor. Robespierre’nin ölümünden sonra ise devrim gerilemeye başlıyor. Öncesinde de Thermidor geliyor. Bir komisyon kuruluyor ve ardından da Napolyon’u iktidar olarak seçiyorlar. Şimdi ilk komünist hareket dediğimiz Eşitler Komplosu, Babeuf tarafından kurulmuştur. Babeuf de Marks’ın Komünist Manifesto’da saygıyla andığı bir kişidir. Ütopik sosyalistlerden bahserken haşa Babeuf’den bahsetmiyoruz bunu bir söyleyelim, demiştir. Yani bu somut siyasi iklimde ortaya çıkıyor komünist hareket. Bunu söylemek önemli çünkü genelde komünizm bir düşünce akımı olarak kabul ediliyor. Komünist düşüncedeki insanlar sık sık konuşuluyor. Mesela ideolojik birlik deyip önce fikirlerde anlaşalım deniyor. Böyle düşündüğünüz zaman komünizm bireyler tarafından savunulabilecek bir fikir olarak görülüyor. Komünist parti de komünist fikirlere sahip olan insanların yan yana geldiği bir topluluk olarak algılanıyor. Veyahut komünizm bir fikirse diğer fikirler gibi belli düşünürler tarafından üretilmiş bir fikir olarak görülüyor. Yani Marks ve Engels kafa kafaya gelmişler, hukuk felsefesi ile olmuyor sonra orman köylülerinin farkına varmış, vah vah demiş durum çok kötü şu maddi koşulları incelemiş ve Hegel’i baş aşağı çevirmiş ve komünizmi kurmuş diye bakıyoruz. Genelde anlatılan komünizmin kuruluş hikayesi böyledir.  Yani Marks’ın zihninden çıkmış bir fikir gibi görülüyor. Durum böyle olunca zaten siyasi bir kriz olduğunda, herhangi bir siyasi kriz ortaya çıktığında bulunulacak çözüm bizim yeni bir Marks, Engels’e ihtiyacımız var. Haşa onları geçemeyiz ama 2-3 sene çekilip program yazalım, bir düşünelim, bir entelektüel üretime gidelim şeklinde bir arayış ortaya çıkıyor. Eğer siyasi hareketleri yaratan fikirlerse, siyasi krizde de fikir alanında çekilelim diye bir kabul ortaya çıkar. Zaten yaşadığımız coğrafyada her siyasi krizden sonra karşımıza çıkan geri çekilme tablosu böyle oluyor. Ortaya da bir dizi amatör ve kibirli teorisyen ortaya çıkıyor. Hepsi tekrardan komünizmi kuruyor ve bu arayışların peşinden giden komünistler oluyor. Bizim açımızdan ise bunu vurguladığımız zaman tersi bir durum ortaya çıkıyor. Komünizm siyasi bir harekettir, Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış, Fransız Devrimi’nin sorunlarına somut siyasi çözümler üretmek için çıkmış bir harekettir deyince, Marks’tan önce örgütlü politik bir hareket olarak komünizm vardı demiş oluyorsun. Marks’ın Horlananlar Birliği tarafından nasıl hizaya çekildiği de bu Komünist Parti Manifestosunun önsözünde anlatılıyor. Marks komünist olmuştur, kendisi komünizme kazanılan bir isimdir. Adı üzerinde Komünist Parti Manifestosu dediğimizde bir örgütün yazdığı ve bu örgüte yol gösteren bir programdan bahsediyoruz. Das Kapital gibi bireysel bir eleştirel analizden bahsetmiyoruz. Marks’ın katkısı olduğu düşünülen şeylerin esasında Marks’ın katkısı olmadığını görüyoruz. Mesela şöyle bir sorun var, devrim döneminde açlık Fransa’yı ve Paris’i kavuruyor. Bununla birlikte istifçilik ve karaborsa durumları mevcut. Bununla nasıl mücadele edeceğiz diye de somut bir siyasal soru ortaya çıkıyor. İkinci sorun devrim sırasında oluşmuş halk milislerinin Napolyon tarafından ve Napolyon öncesindeki karşı devrimci geçici hükümetler tarafından silahsızlandırılıp düzenli bir ordu kurulmasıdır. Bunun nasıl engelleneceği ya da düzenli ordunun kurulmasının yarattığı olumsuz siyasi sorunlar diye bir gündemleri var. Üçüncü sorun olarak ise kralın kafasının kesilmesinin ardından konvansiyonun kurulup cumhuriyet ilan edilmesine rağmen seçimler sonucunda halk dediğimiz kitleye bonapartist bir şekilde de olsa bu burjuvazi tekrardan bir imparator seçtirdi. Bu nasıl engellenebilirdi? Bunların hepsi somut sorunlardı. Tüketimin merkezileştirilmesi, halkın silahlandırılması ve en önemlisi de karşı devrimci güçlere karşı geçici de olsa çok yoğun bir şekilde örgütlenecek şiddet yani proletarya diktatörlüğü, bu kavramların hepsi Babeuf ve Eşitler Komplosu tarafından üretiliyor. Üstelik daha da önemlisi bunların hepsini hayata geçirecek aktif bir fesat, konspirasyon hareketi olarak harekete geçirilecek gizli örgütlenmiş bir partiden bahsediliyor. Gazete çıkaralım ve bu fikirleri elden ele yayalım gibi bir fikir yok. Bu fikirler etrafında birleşmiş devrimcilerin bir komplo düzenlemesi gerektiğini savunuyor. Komünizm dediğimiz siyasi hareket bu siyasi tespitlerle yola çıkmıştır. Marks da bu siyasi fikirlere kazanılıyor. Hatta bazılarına da örgüt fikri, partinin sürekliliği gibi fikirlere tam olarak kazandırılamıyor.

 

Peki Marks’ın hiç katkısı yok mudur? Kendisinin, kendimize Marksistiz dememize yol açacak kadar aktif bir katkısı var. Fransız Devrimi’ndeki, ondan hüsrana uğrayan devrimcilerin yeni bir proleter devrim örgütlemek için el yordamıyla yürürken buldukları siyasi çözümleri, sınıf mücadelesinin içinden çıkan siyasi çözümleri, Marks bütünlüklü siyasi ve tarihi bir perspektife oturtuyor. Nereden geldik nereye gidiyoruz sorusuna yanıt veriyor. Bizim bugün gitmek istediğimiz yerin altyapısı nedir, buraya nasıl ulaşacağız, hangi araçları kullanacağız sorularını programatik bir çerçevede ifade ediyor. Onun elinin değdiği bu fikirler Marks tarafından üretilmemiş olsa da Marks tarafından üretilmiş bir metin var ortada. Komünist Parti manifestosunda ve Gotha Programında Marks’ın eleştirel katkılarıyla komünist program nasıl şekillenmiş bunları konuşmak istiyoruz.

 

Buna geçmeden program ve deneyim üzerine konuşmamız gerekiyor. Aslında bakarsanız Marks’ın 1848’e doğru çizdiği tablo onun Adam Smith ve Hegel’den okuduklarıyla veyahut Proudhon ile tartışmalarıyla şekillenmiyor. Manifesto, Babeuf’un programıyla ve Fransız Devrimi’nin dersleriyle şekilleniyor. Paris Komününün ardından Gotha Programına yönelik eleştirilerde bulunuyor. Yeniden komünist parti manisfestosunda ısrar ediyor, fakat daha köşeli eleştiriler vurgular yapıyor. Bu bize aynı zamanda başka bir şeyi gösteriyor. Devrimci bir program nasıl yazılır, nasıl aşılır ve onun üstüne nasıl bir tuğla konulur. Kitap okuyarak yahut eleştirel mülahazalar yapılarak olmuyor bu değişiklikler. Büyük tarihsel deneyimlerin yaşanması gerekiyor ve bu tarihsel sürece öyle ya da böyle daha etkili bir müdahalede bulunulması gerekiyor. O sürecin ve partinin müdahalesinin dersleriyle programı bir adım ileriye çıkarıyorsunuz. Canınız program yazmak istediği zaman, Marksizme katkı sunmak istediğiniz zaman Marksist programı ilerletemiyorsunuz. Sol Komünizm kitabının başında Lenin, Avrupalı komünistlerin hepsine: “Bizi dinleyeceksiniz” der. Biz ne yaptıysak o yoldan geçeceksiniz ve bizden öğreneceksiniz hem de bunu demir çelik disiplin altında yapacaksınız, der. Niye? Çünkü en büyük devrimi biz yaptık, en büyük müdahaleyi biz gerçekleştirdik bunu aşan bir deneyim ders yok o yüzden bizi aşana kadar bu devrimin dersleri, program, temel taktik sorunlar ve hatta bir dizi ikinci yönü günceldir der. Marksistlerin program soruna bakışta bu çok önemli bir noktadır. Her durumdan her deneyimden örneğin Küba devriminin derslerinden, PKK’nin mücadelesinden örnekle yeni bir program yazalım denemez. Yeni bir program yazmanın yolu Ekim Devrimini aşacak bir deneyim yaşanmasıdır. Ekim Devrimini aşanlarda Komünü aştıklarında yeni bir program yazalım diyorlar. Lenin bundan önce program yazalım demiyor. O süreç içerisinde birinci paylaşım savaşı içerisindeki ayaklanmalar sırasında bunu diyebiliyor. Yani program çok zor değiştirilen bir şeydir. Bugün; yasal parti arayışları, birleşik mücadele, ayrılıklarımız hakkında konuşalım diye bir süreç içerisinde geçiyor Türkiye solu. Marks, Bracke’ye mektubunda tam da böyle bir süreçten bahsediyor. İleriye doğru atılmış bir adım bir düzine programdan ileridir diyor. Bu cümle programın ne gereği var, Türkiye sorunlardan geçiyor hadi gelin şu taşı şuraya beraber taşıyalım olarak anlaşılıyor. Yani gevezelikler yapacağımıza somut iş yapalım olarak anlıyorlar. Oysa ki Marks bunu tamamen bambaşka bir bağlamda söylüyor. Bizim elimizde Eisenach’ta Manifesto’dan üretilen bir program vardı. Sizi anladık işçi hareketi içerisinde Lassallecılar bir güç ve onlarla bir savunma hattı oluşturuyorsunuz fakat bunun için bir program yazmaya ne gerek var diyor. Eylem birliği yapıyormuş gibi programı ve partiyi tartıştığınız için partiyi ve programı batırdınız diyor. Program bizim için bir dayanak noktası bunu bulandırdığınız zaman aslında devrimci mücadelede çıkmış dersleri ortadan kaldırıyorsunuz. Parti programı kalem oynatarak düzeltebilecek, tamam siz istiyorsanız şu maddeyi değiştirelim denilebilecek bir şey değil. Yani çok esaslı deneyimler ve tartışmalardan sonra değiştirebileceğimiz bir şey. Bunu sulandırmak isteyene de revizyonist diyoruz. Şu an hakim olan görüş revizyonizm, şu an bizim gibi ilkeler ve programdan bahsedince fosil muamelesi görüyorsunuz. Bu revizyonizmin ne kadar hakim olduğunu gösteriyor. Program önemsiz, hareket her şey denen bir ortamdayız biz. Buradan yola çıkarak Marks’ın programa katkılarını konuşabiliriz.

 

Marks, Gotha Programının eleştirisine emek kavramını inceleyerek başlıyor. Türkiyeli sosyalistlere çok ters gelen bir hattan bahsediyor Marks burada. Bizim alıştığımız şey emek en yüce değerdir, iyi ki emekçiler var, yolumuz emekçilerin yoludur ya da emekçinin hakkından bahsedilmesidir. Bir emekten bahsediliyor, bir haktan. Haklarımızı istiyoruz, almaya geliyoruz diyorlar ya da bir üçüncü kavram olarak adalet istiyoruz diyorlar.  Bir bakıyorsunuz bunların hepsi burjuva safsatadır diyen bir Marks var karşımızda. Emek konusunda Lassallecı safsataların karşısına niye böyle çıkılıyor. Bunu anlamak için bu metne yayılmış, Kapital’de ve başka metinlerde de görebileceğimiz emeğin yani almanca ¨arbeit¨ olarak geçen kavramın üç farklı yönü hakkında durmamız gerekiyor. Bunlardan ilki Marks’ın kullanım değeri, üretimi dediği şey, yani insanların çalışmasıdır. Emek en büyük değer değildir, tek değer kaynağı değildir çünkü  asıl değer kaynağı doğadır diye başlıyor. İnsan da doğayı dönüştürerek, doğayı insanlaştırarak insani bir dünya yaratır ve kendisini de bu süreçte dönüştürür. Yani bir biyolojik varlık olarak kendi zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için insanın çalışma faaliyetinden bahsediyor. Bu bir anlamıyla zahmet olarak bahsettiğimiz şeydir. Siz bedensel ve zihinsel olarak tabiatı değiştirmek için yoruluyorsunuz ve doğa da dönüşüyor. Bu birinci yönüdür. İkincisi ise emek dediğimiz şeyin, İngilizcede de “work” ve “labor” farklı şeylerdir. Engels’in koyduğu dipnotta geçen bir şey ve İngilizcede bu ayrım daha nettir, çalışma var  yani hayatı var eden temel, insanlık tarihinden beri olan çalışma var. Bir de sermayenin ya da piyasa ekonomisinin ürünü olan emek diye birşey var. Yani metalaşmış çalışma, piyasada satılmak üzere mamül üretiminde kullanılan şeye emek diyoruz. Bunu satan da emek gücü oluyor. Sonuçta sermaye tarafından kiralanan emek gücü, sermayenin üretim sürecinde emek oluyor. Bu anlamda emekçi olmak hiç iyi bir şey değil. Bu fuhuşun en üst biçimidir diyor Marks. İnsanı insan yapan temel faaliyet onun üretici kapasitesi olduğuna göre insanın bedenini satmasından daha aşağılık ve daha yıpratıcı bir şey bu anlamda emekçi olmak. Bu yüceltilecek bir şey değil, bilakis kurtulunması gereken bir şey.  Bu da ikinci yönüdür. Yani başkalarının ihtiyaçlarını piyasada değişim değeri üreterek ve kendimiz için,kendimizin bazı ihtiyaçlarını giderecek değişim değerlerine sahip olmak için yaptığımız çalışma faaliyetidir emek. Bir de üçüncü tipte bir emekten bahsediyor Marks. Bunu Kapital’deki mühendis örümcek karşılaştırmasında görebiliriz. Marks, insanla diğer doğal varlıklar arasında ayrım yaptığı zaman, insanın amaçlı bir varlık, yani plan yapabilen bir varlık olmasından bahsediyor. Örümcek çok daha iyi bir ağ dokuyor fakat insan yaptığı işi tasarlıyor, önceden görüyor ve sosyal bir faaliyet içerisinde kaynakları seferber ediyor. Burada zahmetten öte üretici, yaratıcı bir şeyleri dönüştürücü emek faaliyetinden bahsediyor. Bu fiziksel boyutu olan veya olmayan ama Marks’ın Gotha Programının Eleştirisinde bahsettiği yaşamın anlamı, amacı olan bir emek diye bahsediyor. Burada taş taşımaktan bahsetmiyor. Komünizm açısından, komünizmi ve komünist dünyayı anlayabilmemiz için emeğin ve çalışmasının farklı veçhelerini ayırt etmemiz gerekiyor. Bir tanesi ortadan kaldırılacak, bir tanesi azaltılacak ve bir tanesi hep kalacak bir şey yani üçüncüsü. Bir keyif olarak çalışma dendiğinde Marks bunu kastediyor. Çalışma kampından  bahsetmiyor. Odaklanma, daha soyut düşünme, insani işbirliği yeteneklerinden bahsediyor. Gotha Programının Eleştirisi’nde gördüğümüz, Manifestonun ikinci kısmında bahsedildiği gibi komünist dünya, ikinci türden emeğin kaldırıldığı, yani piyasada alınıp satılan bir fuhuş niteliğindeki, bugün üretime damga vuran emeğin ortadan kaldırıldığı, zahmetin minimuma indirildiği ve insanı insan yapan emeğin koşullarının her yerden fışkırdığı bir dünyadır. Biz bunun için uğraşıyoruz. Bunun olabilmesi için iki kavramı da netleştirmemiz gerekiyor. Bu kavramlar eşitlik ve adalettir. Yani bunları sosyalistlerin talebi olarak düşünüyoruz. Çünkü bugün de Marks’ın Manifesto’nun üçüncü bölümünden tarif ettiği burjuva akımlar hakim olduğu için, burjuvazinin kategorileriyle burjuvazinin hassasiyetleriyle düşünen akımlar hakim olduğu için bize de bunların damgasını vurduğu talepler emekçilerin doğal talepleriymiş gibi geliyor. Emek partisi var mesela, toplumsal adalet platformu var, türlü türlü akım var. Burada adalette aslında kanun önünde eşitliğe, hukuk önünde eşitliğe işaret ettiği için biri sosyal ve ekonomik anlamda bir eşitlik, diğeri ise hukukta kamu düzeninde eşitliğe işaret ettiği için adalet dediğimiz şey oluyor. Bunların burjuvazi tarafından tarih sahnesine sokulmuş safsatalar olduğunu söylüyor Marks. Eşitliğin olabilmesi için eşit olmayanlardan, Kapitalde de görebiliriz, kapitalizmin temel problemi birbirinden farklı olan bir dizi mal var. Bardak üretiyorsunuz, hırka üretiyorsunuz, bilgisayar üretiyorsunuz ve hepsi insanlığın farklı ihtiyaçlarına hitap ediyor. Hepsi de farklı şekilde üretiliyor. Bu kadar farklı şeyi nasıl değiş tokuş edeceğiz, bunların hepsinin eşitlenmesi gerekiyor. Eşitlik metaların eşitliğinden doğmuştur.  Eşit olmayanların hep eşit bir biçimde kavranmasıdır. Eşitliğin olması için, eşitliği ölçen o metaların dışında bir unsur olması gerekiyor. Eşit olduğu iddia edilenlerin dışında bir ölçütün olması gerekiyor. Burjuva toplumda sosyal eşitliği sağlayabilmenin tek yolu paradır. Yani para kavramı olmadan eşitlik olmaz; hukuk önünde eşitlik için ise devlet olması gerekiyor. Yani eşitliği ve adaleti savunan bir sosyalizm, zorunlu olarak paranın ve devletin varlığını savunmak zorundadır. Bu ise Marks’ın komünizm tasavvurunun çok dışında olan bir anlayıştır. Biz eşit olmayan bir dünya istiyoruz; biz adalete ihtiyaç duyulmayan bir dünya istiyoruz; biz özgür bir dünya istiyoruz. Özgürlük komünistler açısından temel vurgudur. Zaten Komünist Manifesto’da da eşit üreticilerin eşit birliğinden bahsedilmiyor. Toplumsal eşitlik sağlanacak diye bir şey demiyor. Komünist Manifesto’daki komünizm tarifi nettir. Marks komünizm olarak üreticilerin özgür ve gönüllü birliğinden bahsediyor. Burada özgür üreticilerden bahsediyoruz. Bu eşitlik meselesi böyle kafa karıştırıcı, rota saptırıcı bir hedefi olduğu için değil; burjuva toplumunda var olan bir aldatmayı gizli kıldığı içinde tehlikelidir. Emek en yüce değerdir dediğimizde, emek her şeyi yaratır dediğimizde; emeğin ancak belli koşullar altında değeri yarattığını kabul edemezsiniz. Yani üretim araçları olduğu zaman, tabiatla buluştuğu zaman emekçinin değer yarattığını kabul etmezseniz, o zaman üreticilerin bunlardan mahrum kalması da sorun olmaz. Halbuki kapitalizmin insanlığı esarete mahkum etmesinin temeli, Birinci Enternasyonal’in tüzüğünde yazdığı üzere üretim ve yaşam araçlarından üreticileri mahrum etmesidir. Emek gücü bunlardan mahrum kaldığı için, üretici bu temel araçlardan yoksun olduğu için, onun kanun önünde burjuvaziyle formal eşitliğinin hiçbir anlamı yoktur. Bu bir sahtekarlıktır.  Eşitlik talebi bunu perdeliyor. Bu yüzden komünizm özgürlük talebini ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırarak sağlayabilir. Şimdi komünizmi özgürlük olarak tarif edersek, yani adalet ve eşitlik kavramlarına mesafe koyup özgürlük kavramını ele aldığımızda başka bir yere varıyoruz. Devletin olduğu bir toplumda özgürlük olamayacağı için komünizmin devletsiz bir toplum olduğu sonucuna varıyoruz. Dolayısıyla devletle yürüyenlerin, devleti yardıma çağıranların komünizmle ilişkisi yoktur. Bunun altını da çizmiş oluyoruz. Marks Lassalle’ı eleştirirken özgür toplum safsatasından bahsediyor. Devletin özgür olması demek, toplumun perişan olması demektir diyor. Bilakis topluma tâbi olan ve yok olan bir devlet lazım diyor. Ama meseleyi burada bırakırsak liberallerle aynı yere gelmiş oluruz. Özgürlüğü devletsizlik olarak tarif ettiğimiz zaman, özgürlük ve serbestlik arasındaki farkı bulandırmış oluruz. Yani klasik liberal ideolojide maddenin hiçbir engel olmadan hareketine serbestlik diyorlar. Serbestlik bir zincirsizlik, bir devletsizlik herkesin kendi efendisi olduğu bir durumdur. Oysa bu dışsal bir tanım. Bu bir kısıtlanmamışlık tanımıdır. Özgürlük bir yönüyle bunu içerse de ne tamamen bunu içeriyor ne de serbestlik demek. Özgürlük tanımı içsel bir tanımdır: İnsanlığın, insan toplumlarının, üretici kapasitelerini, bu üçüncü emek potansiyelini; yani kendi içindeki bireysel ve sosyal zenginlikleri üretebilme ve gerçekleştirme potansiyeli demektir. Yani potansiyel olarak duran üretme kapasitesinin somutlanabileceği koşullara, imkanlara ve araçlara sahip olmaktır. Evde istediğiniz şeyi yaparak dilediğinizce zaman geçirince serbest olabiliyorsunuz ama özgür olmuş olmuyorsunuz. Bilakis içinizdeki üretici potansiyeli yıkıma uğratmış oluyorsunuz. O yüzden devlet ortadan kalktığı zaman, bu; anarşizmle de araya fark koymak için önemlidir. Serbestlik komünizme eşit olsaydı sadece devleti ortadan kaldırmak, bir genel dayanışma ilişkisi kurmak komünizmi mümkün kılardı. Oysa biz biliyoruz; komünizmin önünde somut maddi engeller var. Komünizm, sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü ayrımına buradan ilerleyebiliriz. Başka bir saptamayı yapmamız gerekiyor. Yanıtlanması gereken bir sorunun üzerinde durmak gerekiyor. O da “devletsiz bir toplum mümkün müdür”e verdiği bir yanıtı var Marks’ın. Çünkü devleti idare veya düzenleme olarak anlamamız gerekiyor. Devlet derken kastedilen aslında bir şiddet tekelidir. Toplumdaki asalak bir katmanın doğrudan veya dolaylı olarak toplumun üretici kesimi üzerinde uyguladığı şiddete biz devlet diyoruz. Bu, Devlet ve Devrim’de de daha ayrıntılı anlatılıyor. Yani devletsiz bir toplum trafik ışıklarının olmadığı bir toplum değildir. Bunlar idare ve düzenleme ile ilgili kısımlardır. Biz devletsiz toplum dediğimiz zaman halka düşman, halkın tepesine binen silahlı bir örgütlenmeden yoksun bir toplumdan bahsediyoruz; yoksa herkesin kafasına göre takıldığı serbestlerin toplamından bahsetmiyoruz. Komünistler öyle ciddiyetsiz “bugün balık tutacağım, yarın şiir yazacağım” diyen insanlar değil. Çünkü bunlar insanların sosyal olarak yapacağı faaliyetler; toplumsal düzenlemenin ayrıca olması gerekiyor. 

Şimdi çizildiği haliye komünizmin önündeki somut sorunlar nedir? Komünist bir dünyanın kurulmasının önündeki engeller, iktisadi, siyasi ve sosyal problemlerdir. Biz en çok siyasi kısmı üzerinde duracağız, çünkü bizi en çok ilgilendiren siyasi kısmıdır. Birincisi, biz iktisadi problemlerden bahsedince kıtlık diye bir şey ortaya çıkıyor. Komünizmin olabilmesi için bolluk olması lazım, kıtlığın olduğu yerde kuyruk olur. Kuyruğun olduğu yerde ise sopa ve devletin olması gerekir. Çünkü birileri kuyruğu bozacak. Bu sorun bir şekilde kapitalizm tarafından aşılıyor. En az problem olan sorun budur. Manifestoda da böyle vurgulanıyor. Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı derken aslında  burjuvazinin oynadığı ağır aksak 300-400 yıllık süreçteki rol burjuvazinin silahlanıp aristokratları devirip, krallığı yıkıp cumhuriyeti kurması değildir. Burjuvazinin; komünizmin ön koşullarını sağlayan bir bolluk toplumunun maddi imkanlarını yaratmış olmasıdır onu devrimci yapan. Manifestoda kapitalizm Amerikanın keşfiyle başlatılıyor. Feodalizm krize giriyor, Amerika keşfediliyor. Böylece feodalizmin krizi iyice derinleşiyor, özgür kentler arasından yeni bir toplumun nüveleri çıktı diye bir pasaj var. Kapitalizm daha başlarken daha çok ülkede kapitalizm olarak başlıyor. Yani kıtalar arası bir kapitalizmden bahsediyoruz. Dünya piyasasından bahsediyoruz. Bu tek ülkede kapitalizm olmuyor demek. Bundan daha gelişkin bir toplumu kurmak isteyenlerin tek ülkede sosyalizmden bahsedemiyor olması gerekir. Burjuvazinin birinci adımı uluslararası bir pazar oluşturması, bu doğrultuda uluslararası bir üretime başlaması ve üretim araçlarını sürekli devrimcileştirerek sürekli krizleri ve yeni üretimleri sağlamasıdır. Bugüne kadar olan krizler kıtlık nedeniyle çıktı; bundan sonra olan krizler bolluk nedeniyle her şeyden çok fazla var diye oluyor diyor, bolluk argümanı var. İkincisi daha önce Rumların tarihi, Afrikalılar’ın tarihi, İnkaların tarihi varken bir şekilde tek bir dünya tarihi yaratıyor. Kendi suretinde bir dünya yaratıyor. İnsanlık  diye bir şey yaratıyor. Bu çok önemli bir şey bundan önce insanlığın kurtuluşu diye bir şeyden bahsedemiyoruz. Lokal mücadeleler, lokal tarihler varken insanlık tarihi yaratılıyor; insanlık kültürü mümkün oluyor. Bunu ne kadar dar kafalı yapsa bile asıl olarak yeni bir insanlık toplumunun koşullarını yaratıyor. Bu anlamıyla aslında ekonomik sorunların kendisi burjuvazi tarafından çözülmüş oluyor. Bugün mesela “bunlar çok bilindik şeyler değil mi” diye düşünebiliriz. Mesela şimdi gündemde yerli otomobil var, aa çakmaymış, gizli AKP’liler belli oldu diye solcu analizler var. Ya da “otomobille bizi kandırma, bizim daha büyük bir sanayi projesine ihtiyacımız var” diyorlar. Onlar bir ulusal kalkınma planı yapmak istedikleri için Tayyip’in yaptığını ucuz bir popülizm olarak görüyorlar. Sosyalist hareketlerin çoğunun ulusal kalkınma ve sanayileşme programları var. Hepsinin ulusal zenginlik ve refahı dağıtma projesi var. Komünist bir hareketin ulusal çapta bir sanayileşme hareketi olabilir mi? Zaten bu dar kafalı, ulus devletçi bir projedir. Bugünkü solun vizyonu da kalkınmacılıkla sınırlıdır.

 

Sosyal sorunlar nedir? Komünist toplum, herkesten verebildiği kadar; herkese ihtiyacına göre prensibiyle işliyor. Şimdi İncil’den alınmış bu ilkenin işleyebilmesi için herkesin verebildiği kadar şeyi veriyor olması lazım. Üretici güçlerinizin gelişmiş olması lazım. Sırf siz devletsizsiniz serbestsiniz diye bu olmaz. Bir dizi koşulda kadınlar, Afrikalılar, Kürtler olsun, işçilerin geniş kesimleri olsun bugüne kadar toplumda ezilmiş geri bıraktırılmış, üretici güçleri tek yönlü yıkıma uğratılmış katmanlar var. Hadi artık üretin dediğiniz zaman onlar üretebilirler mi? Muazzam bir pozitif ayrımcılıklar bu kesimlerin üretici güçlerinin herkesle aynı şekilde dengelenmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Bir kere bu gerilikle başlıyoruz. Kaynakların tamamen emperyalist metropollerde, kentlerde, cinsi yahut ulusal olarak ayrıcalıklı olanların elinde yoğunlaştığı bir dünyada başlıyorsunuz. Bunların tekrardan düzenlenmesi lazım. Kapitalizm de toplumu istediği gibi yaratmadı; feodal toplum içerisinde  bulduğu emekçilerle kapitalizmi kurdu diyor Marks. Komünizm de kapitalizm içinde ortaya çıkmış, işi lanet bir şey olarak gören, kaytarmak isteyen, tatil ideolojisine sahip, daha bencil bir üretici katmanıyla kurulacak. Komünizm cinsiyetçi, ulusal ve dini önyargıları olan emekçilerle kurulacak. Dolayısıyla toplumda bu tür önyargıların maddi temeli ortadan kalkmış olsa bile bu önyargılar var ve kapitalistler bundan yararlanıyorlar. Demek muazzam bir sosyal eşitsizliğin olduğu bir süreç var. Aslında bunları kaldırmak için mücadele etmek gerekiyor. Yani komünizmin kurulması için bir sosyal mücadele bir planlama gerekiyor. Marx buna komünizmin ilk aşaması diyor, sosyalizm de diyoruz. Sosyalizmin kendisi böyle dingin huzurlu, insanların bayrak sallayıp yürüyüş yaptığı bir saadet alanı değil; ciddi bir mücadele ve kavga alanıdır. Bir huzurlu toplum değil; kadınların kurtuluşu, bastırılmış ezilen cinsel kimliklerin kurtuluşu, farklı sömürgelerden çıkmış ulusal kesimlerin sahici anlamda kurtuluşu bu dönemde sağlanıyor asıl olarak. Sosyal eşitsizlikler, bugün solcuların bahsetmeyi çok sevdiği sorunlar, asıl olarak o zeminde çözülecek mücadelelerdir. Biz bu aşamaya sosyalizm diyoruz. Burada devletin bir şiddet aygıtı olarak değil ama bir idare aygıtı, bir posta aygıtı, devlet olmayan devlet olarak bir düzenleyici olarak da bu toplumsal süreçleri ve mücadeleleri düzenlemesi gerekiyor.  Bizi ilgilendiren en önemli problem bu da değil. Yani burada bir komünizm ve sosyalizm dedik ama daha öncelikli bir siyasi problem var karşımızda. Bu üretim araçlarına sahip olanlar bunları vermek istemediğinde ne olacak. Bunların elinde baskı aygıtı olarak bir devlet var. Bu devlet aygıtına karşı Marx’ın bazen demokratik cumhuriyet bazen de proletarya diktatörlüğü olarak tarif ettiği bir şey var. Şiddetle ezerek, bastırarak, onları mülksüzleştirerek adımlar atmanız gerekiyor. Bu da proletarya diktatörlüğüdür. Burada böyle bir tarif yaptığımız zaman bizim kafamızda şunun netleşmesi gerekiyor: Sosyalizm eşit değildir proletarya diktatörlüğü. Yani siz tek bir ülkede sosyalizm kuramazsınız ama bir ülkede bile proletarya diktatörlüğü kurabilirsiniz.

 

Bir yoldaşımız katkıda bulundu:

 

-Deminki sunuşa bir iki yerden katkı yapmak istiyorum. Evvela konuşma kolaylığı olsun diye başlangıçta arkadaşın bahsettiği konulara ilişkin olarak genellikle “emek” diye konuşuyoruz.  Emeği yüceltmek de o kadar iyi bir şey değil diye zaten izahatler getirildi. Ama işin doğrusu bir kere kastedilen emek derken, genel, ta tarihin başından itibaren her zaman her yerde zahmet yahut katkı manasında tarif edilen emektir ve bunu ortadan kaldırmaya kimsenin ihtiyacı da yok niyeti de yoktur. Burada asıl vurgu, genellikle yapılmak istenmeyen şey, ücretli emektir ve buna son verilmesidir sorun. Ve buna da ancak doğrudan doğruya ücretli emeği temsil eden sosyal sınıfın bizzat kendisinin son vermesi komünizm hedefi yolunda en önemli adım olacaktır. Dolayısıyla genel olarak emekten bahsederken -aslında hep aklımızın bir köşesinde ve zaman zaman da vurgulayarak ücretli emek; bunun bir başka tarifi de aynı zamanda ücretli kölelik diye de söylenir- ücretli emeğe ya da aynı anlama gelmek üzere ücretli köleliğe son vermek.

 

Aslında paradoksal gibi olsa da burjuvazinin devrimci rolünün bir ayağı, arkadaşın anlattığı gibi, artık dünya tarihi yaşanmasına vesile olması ise bir başka boyutu da şudur: Çünkü bu ücretli emek dediğimiz şey ya da bir başka ismiyle, sosyal sıfatıyla da proletarya diye anladığımız takdirde; Marks sermayenin özel ve temel ürünüdür diye bahseder bundan. Yani bu tarihin başlangıcından ya da insanlığın herhangi bir yerde, herhangi bir şeyinden çıkmış değil; bahis konusu olan sermayenin yarattığı bir şey. Bu aynı zamanda da onun mezar kazıcısı olması itibariyle önem taşır. Dolayısıyla bu vurgular yani aslında ne zaman ücretli emeği kastediyoruz ne zaman genel olarak emeği kastediyoruz önemlidir. Çünkü üçkağıtçılıkla, Manifesto’da reformistler ya da burjuva sosyalizmi diye anlaşılan, evrensel reformcular genel olarak bu emeği yuvarlatıp bir şey haline getirip, dolayısıyla ücretli emeğe son verilmesinin önünde engel olurlar. Oysa biz komünizmin hedefi, esas itibariyle hem de koşulu ücretli emeğe bu ücretli köleler tarafından son verilmesidir diye vurguluyoruz. Bu vurguyu akılda tutmak lazım. Önce bunu söylemek istiyorum. Böylece bu emeği yücelten ya da aşağılayanlara ilişkin pozisyon da netleşmiş olur. Yani sermayenin özel ve temel ürünü olan ücretli kölelik ya da ücretli emek düzenine son vermek lazım.

 

Bir başka yerde de öncelikle Alman İdeolojisi’nde, Marks ve Engels’in ortaklaştığı şeyde de komünizmin hedefi ve amacı derken iş bölümüne son vermek diye tarif ederler, yani komünizm bunun içindir. Şimdi bu da pek sık tekrarlanmayan bir şey; çünkü iş bölümü aynı zamanda böyle tercüme edersek iyi bir şeydir. Yani işleri daha kolay yapmak için gerekli pratik bir zaruret gibi görünür. Buna son vermekten bahsedince de biraz anlaşılmaz ya da aykırı gibi görünen bir şey haline geliyor. Oysa bu kavramın orijinalinde toplumsal bakımdan bölünmesi olarak tarif ediliyor bizim iş bölümü diye tarif ettiğimiz şey. Emeğin, yani zaten bir bütün olduğu varsayılan kabul edilen ve evrensel olarak kabul edilen emeği, sosyal bakımdan bölmek ne anlama gelir? Bunun ilk örneği için de Marks diyor ki erkek ile kadın emeğinin birbirinden ayrılması. Sadece ayrılması değil; hiyerarşik olarak kurgulanması yani bir tanesinin öteki üzerinde hakimiyet kurması ilk örnektir diyor ve bundan sonra emeğin toplumsal bakımdan bölünmesinin bütün örnekleri de bu ilk örneğe bağlıdır buradan esinlenir ve bunun gibi olur. Şimdi buradan kasıt ne oluyor? Yani bu toplumsal bakımdan bölünmüş birbirine hiyerarşik olarak köle emeğiyle köle sahibi arasındaki ilişki gibi, kadın emeğiyle erkek emeği gibi hiyerarşik bir ilişkide içinde konumlanmış sosyal sınıflara göre emeğin parçalanmasıdır. Komünizmin de hedefi bu olmalıdır. Alman İdeolojisi’nden beri vurgulananlardan biri bu. Dolayısıyla akılda tutulacaklardan birisi bu olmalı. Yani emek düşmanlığı ve emek şakşakçılığı; emek şakşakçılığını bugün yaptığınızda ücretli köleliğe bir iltifatta bulunmuş olursunuz esasında. Emeği ortadan kaldırdığınız zaman da zaten abes bir şey söylemiş oluyoruz. O yüzden emekten söz ederken mutlaka ücretli emek vurgusunu yapmamız lazım. Manifestoda bahsedilirken bu kendi suretinde bir dünya yaratması ve tarihin bütün insanlığın tarihi haline gelmesi burjuvazinin devrimci rolüdür.

Tam da bu nedenle de bu; tek ülkede sosyalizm, arkadaşın da söylediği gibi, olur mu olmaz mı sorusunu kaldırır. Ama tabii bu sosyalizmden ne anladığınıza ilişkindir. Kimileri sosyalizm deyince proletarya diktatörlüğünü kasteder ve tek ülkede olabilir diye söyler. Bir, tek ülkede olamaz. Sınıfsız toplumun alt evresi manasında sosyalizm, eğer proletarya diktatörlüğünden bahsediyorsanız bunun için de bütün bir ülkeyi beklememize gerek yoktur. Ben kendi sunumumda iki hafta sonra anlatacağım Paris Komünü’nde tek ülkede bile değildi ama proletarya diktatörlüğü deniyordu. Eğer proletarya diktatörlüğü eşittir sosyalizm diyenlere, Paris’te proletarya diktatörlüğü oluyorsa tek ülkede hayli hayli olur demesi lazım. E o zaman da sosyalizm mi proletarya diktatörlüğünden mi bahsettiğimizi ayırt etmemiz lazım. Kaldı ki Rusya örneğine geldiğimizde sık sık sonradan bakarak söylenen şöyle bir şey var: sanki Rusya’da tek ülkede sosyalizm oldu gibi. Öyle değil, iki aşamalı bir yanlış. Birinci aşaması, SSCB tek bir ülke değil. İçinde Ukrayna, Baltık Cumhuriyetleri gibi bazıları olmak üzere birinci aşamada bir federasyondur. İkinci aşamada da bir sürü cumhuriyetten teşkil SSCB, tek ülke nerde? O sonra, Birleşmiş Milletler’e bir oy sahibi olarak SSCB’nin katıldığı zaman tek ülke olacak biz buraya girmiyoruz. Yani proletarya diktatörlüğü tek bir ilde Paris’in hatta bir kısmında bile olsa biz buna proletarya diktatörlüğü deriz ve bunun için mücadele ederiz. Sosyalizm için bu şarttır ama bundan ibaret değildir sosyalizm diye de eklememiz gerekir.

Nihayet şöyle bir şeyi vurgulayacağım: Spartacus gibi, daha önce eşitlikçi muhtelif şeylerden en başta bahsetti arkadaş, bunları birçok kimseler karıştırıyor. Bunlar sosyalist bunlar da komünist deneyimleridir filan diye. Bunlarla bizim bir alakamız yok. Çünkü şöyle bir sözü var onu şimdi direkt referansını veremeyeceğim ben kendi sunuma gelince daha uzun boylu size aktarırım. Marks diyor ki, bu eşitlikçi toplum düzenleri öteden beri vardır, ve burjuva çevrelerince bunlara sosyalizm denir. Ne zaman ki bu fikirler proletaryanın bağrında dile gelmeye ve burada şekillenmeye başladığında ona da komünizm denmeye başlamıştır. Yani aslında ücretli kölelerin eşitlik ve özgürlük mücadelesine girişmesiyle beraber devreye giren apayrı bir şeydir. Soyut ve genel bir özgürlük, sınıfsızlık vesaire gibi vurgular burjuva, bu evrensel reformist denilen kesimlerin dilinden konuşulduğu zaman bunlara sosyalizm denir. Proletaryanın ücretli emeğe son vermek için mücadelesinde bunu hedefleyen ve bunun için de proletarya diktatörlüğü safhasından geçmek zorunda olan akımı benimseyenlere de komünist demek icap eder, Marks’ın zamanından beri. Ben, bir bunları vurgulayarak bunları bir şekilde yoldaş da konuşurken bunlardan bahsetti ama ben sonraki konulara geçerken de özellikle bunlara bir vurgu yaparak geçmeyi gerekli gördüm. Teşekkür ederim.

Konuşmacı: Sizle ilerleyelim.

          Başta hangi metinleri tartışacağız?

Konuşmacı:

– Fark etmez, yani ikisini de bağlantılı olarak bu temalar ekseninde sizin öne çıkarmak istediğiniz başka noktalar olabilir bir soru olmak zorunda da değil bence şurası önemli diye de konuşabiliriz. Yani sonuçta, daha önce yaptığımız okumalarda olduğu gibi herkes bir şekilde kendi önemsediği noktaları birbirlerini tekrar etmek pahasına söylediği zaman ortaya ortak bir kavrayış çıkıyor, bir düşünce birliği ortaya çıkıyor. Yahut belki de üzerinde durulması tartışılması gereken bir konu çıkıyor.

          Ben yoldaşın vurguladığı yerlerden sonra bu 54. Sayfada iş bölümünün uluslararası hale gelmesi manifestoda, “kırı şehirlere bağımlı kıldığı gibi…” kısmında uluslararası iş bölümünün dünya piyasasının gelişimiyle birlikte evrensel iş bölümünün konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Şu vurgu önemli bence “artık üretim ilişkilerinin üretim güçlerine ayak bağı olmaya başlaması sorunu” ve bunun gelişiminin önünde engel haline gelmesi, bir yerde, nesnel şartların bunu bu noktaya getirmesi. Yine emek üstünden, bunu Kapitalde çok tartışıyoruz zaten, Manifesto’da da geçen makine kullanımı ve otomasyonla birlikte emeğin bireysel özelliğini ve çekiciliğini işçi adına tamamen yitirmesi ve zahmet dediğimiz emeğin işçiden çıkıp makinenin parçası olarak işçinin faaliyeti haline gelmesi tartışılabilir. Sonrası daha parti aygıtı üzerine, daha orayı sizden henüz dinlemedik.

 

          Az önce de konuştuğumuz, Marks’ın katkısı diye bahsettiğimiz aslında komünizmin üzerine katkılarının olduğundan bahsetmiştik. Genellikle yaklaşım üstünden insanlarla tartışıldığında dogmatik bir şeymiş gibi sanki bir kutsal kitap ya da bir şeyleri sıralıyor bize imiş gibi bir eleştiri bir söylem var. Bir yandan çok net ifade eden 62. sayfada “komünistlerin varmış oldukları teorik sonuçlar hiçbir surette şu ya da bu sözde evrensel reformun icad ya da keşfettiği fikirlere ya da ilkelere dayanmaz. Bu sonuçlar sadece var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde süregiden bir tarihi hareketin doğurduğu ilişkileri genel terimlerle ifade eder.” Aslında tam anlamıyla burada ortaya koymuş oluyor.

          Belki şu biraz daha ayrıntılı konuşulabilir: Alman İşçi Partisi enternasyonalizmi halkların uluslararası kardeşliğine indirgiyor diye bir itirazı var ya Marks’ın, peki yani genel olarak bir burjuva fikri olarak söylüyor bunu, halkların uluslararası kardeşliği ve Lassallecı sosyalizmin de bunu aşamadığı bir şey olarak tarif ediyor. Peki bizim komünizm fikrimizi daha demin konuştuk, kapitalizm bir dünya sistemi olarak ortaya çıktı, komünizm de öyle olacak diye, yani aslında yok etmek istediğimiz bir kategoriyle karşı karşıyayız. Ulus derken aslında Türklük, Kürtlük vesaire bunlar bizim son kertede yok etmek istediğimiz kategoriler. Peki bugün bu bizim komünizm fikrine giderkenki uğraklarımızda sosyalizmde, proletarya diktatörlüğünde ne ihtiva ediyor? Halkların kardeşliği nedir, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ne demek, komünizme gidişle bunun ne alakası var gibi soruları daha detaylı konuşabiliriz.

 

          Kitabın başında Gotha’da, “doğada tıpkı bir doğa….” Burda bir doğa sömürüsüne değiniliyor. Bu konu konuşulabilir.

          Bir yandan Kapital’de de bahsi geçen emek fonu dediğimiz şey, bunun üstüne konuşmamız daha açıklayıcı hale getirebilir. Genel yönetim giderleri kısmında anlatılan 18. Sayfadaki kısım da tartışılabilir. 

      Yararlı emek de konuşulabilir biraz daha

      Program sorunundan bahsettin, dedin ki Ekim Devrimi’ni aşan başka bir örnek olmadığı sürece o program geçerlidir, kimse öyle bir program yapmakla uğraşmasın. Ama o zaman Enver Hocacı çizgidekiler, Maoist çizgiler, Foucaultcular kendilerince haklı oluyorlar. Çünkü Ekim Devrimini aşan bir Küba Devrimi var, bir Maoist Çin Devrimi var ya da bir Arnavutluk Devrimi var bunlar onun üzerine basarak bunu ileriye itmiş devrimler diye bakıyorlar. Yani o zaman ortaya koymuş olduğumuz program meselesinde yanlış yerden baksalar da doğru bir yerde duruyorlar: onu açtığı için. Çin Devrimi ona yeni bir şey kattığı için onu almıştır o yüzden de yüzümüzü Mao’ya dönelim diye de bir gerekçelendirme var. Onlarla olan farkı nasıl ortaya koyacağız?

Konuşmacı:

-Yararlı emekten bahsedildi, ben orda yaptığım ayrımın tekrar üstünde durmak istiyorum. Katılıyorum onun söylediklerine, ben bir noktayı daha ayırdım onun üzerine boşa gitmesini de istemem. Elbette ücretli emeğe karşıyız, ücretli emekçilik konumunun bitmesini ücretli köleliğin bitmesini istiyoruz ama bu faydalı emek, yararlı emek, doğanın dönüştürülmesi diye saptamalar da var. Burada emek fonu meselesi var, bunların hepsi o bahiste. Şimdi genel olarak bir üretim sürecine baktığı zaman insanlık tarihi anlattığı zaman zaten Marks faydalı bir emekten bahsediyor. Yani bu faydalı emek de doğanın insan ihtiyaçları doğrultusunda düzeltilmesi. Bu kullanım değeri oluyor Kapital’deki terminolojisine baktığımızda. Şimdi aslında, bütün toplumların bütün sınıf mücadelelerinin sorununa baktığınızda, şöyle bir şey var diyor Marks, Manifesto’daki o sınıflı tartışması da ya da girişindeki bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir ile anlattığı sömürü ilişkisi de onlarla ilgili. Toplumlar kendileri için gerekli olan ya da ihtiyaç duydukları şeyleri üretiyorlar, sonra da bunları bölüşüyorlar değil mi? Ve bunun için de belli bir miktarını biriktiriyorlar. O yüzden de Kapital diyor ki toplumda bir birikim fonunun da olması lazım belirli bir dönem. Bir fondan bahsediyor, yani bütün üretim, bütün emeğin ürünü bu anlamda faydalı emeğin ürünü ve  insanın ihtiyaçlarını giderdiği için faydalı emeğin ürünü, bir fonda toplanıyor. Ondan sonra bu fonun bir kısmı üretim araçlarının yenilenmesine ayrılıyor, üretim giderlerine. Her toplumda bu böyle oluyor, böyle bir birikim yapmak gerekiyor. Geri kalanına ise sömürücüler şu veya bu şekilde el koyuyorlar. Toplumun tarihi emeğin ürünlerinin, çalışmanın gasp edilmesi, sömürü dediğimiz şey, esas itibariyle bu. Şimdi, emek ve ücretli emek kavramları örtüşmüyor. Çünkü ikisi ücretli emekten de bağımsız bir emekten başlıyor; Kapital öyle başlıyor çünkü. Piyasaya ürün ürettiğiniz zamanda emekçi oluyorsunuz; işçi var, emekçi var. Bu ise başka bir toplum, yani piyasayla birlikte ortaya çıkan, yayılan, ilkel birikimle yayılan, bizim daha önce de konuştuğumuz başka bir toplumdan bahsediyoruz. Arkadaşın da bahsettiği gibi, sınıflı bir toplumdan, özel ve temel ürünü olan ücretli emekçinin üretildiği sonrasında, bir toplumdan bahsediyoruz. Bu ise emeğin başka bir anlamı dedik değil mi? Metalaşmış hali. Yani bir ücretli emekçi de olabilirsiniz, kendi başınıza üretim yapan bir köylü de olabilirsiniz. Bu geniş emek kategorisinde oluyor. Buradaki problem nedir? Bu diğer sınıflı toplumlardan farklı ve özgün olarak bu toplumda üretilenler bu sefer birbirinden bağımsız, otonom, özerk -ilk başında en azından kapitalizmin- üreticiler tarafından üretiliyorlar ve bunlar piyasada değiş tokuş ediliyorlar, devletin de yönettiği bir piyasa üzerinden. Bu ikinci anlamda emek dediğimiz şey. Ama özü itibariyle bakarsanız diyor Marks Kapital’de zaten o emekçiler dediğimiz katman, yani bağımsız üreticiler, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, sermaye birikimiyle birlikte, ilkel birikimle yok edildiği için, kapitalizmde temel iki sınıf ortaya çıkıyor, bütün sınıf ayrımları sadeleştirilmiştir diyor. Sermayedarlar ve ücretli emekçiler dediğimiz iki sınıf ortaya çıkıyor. Şimdi, burada, bir fon oluşuyor, bu fonu da kapitalistler gasp ediyor diye bir hikaye anlatıyor değil mi? Sosyalizm veya kapitalizm de şöyle bir şey olmayacak diyor, bu anlamıyla emek ve emekçi arasındaki farkı koymak önemli çünkü aslında metalaşmış emeğin de olumsuz anlamda ortadan kaldırılması gereken emek olduğunu düşünmezsek, şu Lasallecı fikre varırız diyor Marks: Her emekçi o zaman kendi ürettiği şeye hakim olsun gibi bir fikre varırız diyor. Emeğin karşılığının alınması ya da Proudhoncu anlamda herkesin kendi üretim aracı üstünde denetim sahibi olması gibi bir ütopik, bir daha geri gelmeyecek bir piyasa toplumu oluşmuş olur diyor, bunu eleştiriyor. Böyle bir toplum olmaz diyor çünkü bunun zaten üretim süreci kolektifleştirilmiş, sınıfsızlaştırılmış; bu sınıfları tahsis edemezsiniz. Sizin dolayısıyla artık emeğin, ücretli emekçilerin ürettiği çalışmanın ürünlerini topluca bir fonda önce üretim araçlarının gelişmesi için bir fon ayırmanız gerekir diyor, yedek fon dediği şey bu; kalanını da kolektif olarak, herkesin ne kadar katkıda bulunuyorsa aldığı bir şey değil, kolektif olarak paylaşmanız gerekiyor herkesin ihtiyaçlarına göre diyor. Mesela, diyelim ki pozitif ayrımcılıktan da bahsediyor Gotha Programı’nın eleştirisinde, çalışamayacaklar, emekliler vs hastaneler, eğitimi arttırmamız gerekir gibi, fonları arttırdıktan sonra diğer unsurlara katkıları oranında verilir diyor. Yani, buradaki bahsedilen şey de, kapitalist toplumdaki emek şöyle bencilce bir hesaba dayalı bir şey aslında. Herkesin çalıştığı zaman karşılığında bencilce hak iddia etmesi üzerine dayalı. Şimdi, aslında kapitalist toplumun ironisi de şöyle bir şey: böyle başlıyorsunuz, güya herkesin mülk sahibi olduğu farazi bir toplumla, hiçbir zaman böyle olmuyor ama, böyle başlıyorsunuz; ama en sonunda mülk sahibi birileri oluyor ve bir de mülksüzler katmanı oluyor ve ardından bunlara eşit ilişki koyuyorsunuz diyorsunuz. O yüzden burada kastettiği şey Marks’ın, böyle bireysel, herkesin kendi emeğinin karşılığını alması gibi ilkel bir şey değil, toplumdaki yaratılmış tüm emeğin belli bir miktarının toplumun gelişimi için fonlara ayrılması; sonra da toplumun kolektif olarak kamu yönetimine, idareye katılan yurttaşlar ve özgür üreticiler tarafından bunların nasıl dağıtılacağından orada karar verilmesinden bahsediyor, çizdiği model bu. Ama, aynı zamanda zahmet vurgusu şurada giriyor üçüncü anlamda denilen şey, aynı zamanda komünizmin gelişmesi insanlığı emek doğa ilişkisinde bahsettiği o ilkel durumdan da kurtarıyor, zorunlu hamaliyetten de kurtarıyor bu anlamıyla. Sadece sermayenin köleliğinden değil, tabiatın köleliğinden de kurtulma sürecini anlatıyor. Bu anlamıyla gelecekteki emekten bahsediyor komünizm tarif tasavvurunda. Ben öyle bir ayrım yapmıştım.

Kapitalist toplumdaki sınıf karşıtlığı üzerinden okuduğumuz zaman, sınıf karşıtlığı aslında üretici güçler ile üretici ilişkiler çelişkisinin bir diğer veçhesi. Ücretli emeği ortadan kaldırdığımız zaman, bir sınıfın diğer sınıfı yenmesini istemiyoruz; bir sınıfın diğerini ortadan kaldırırken aslında kendisinin de ortadan kalkmasının koşullarını yaratmasını, kendisini de ortadan kaldırmasını istiyoruz. Bu, vurgu açısından önemli. Zaten Manifesto’nun ikinci kısmında da okursanız son paragrafında onu anlatıyor: “Böylece, kendisini de ortadan kaldırmış olur” diyor proletarya için.

Program sorunu ve kutsal kitap meselesine birlikte değinmek istiyorum. Komünistlerin vardığı sonuçlar, sınıf mücadelelerinin pratiğinden, yani deneyimlerinden çıkarılmış şeylerdir. Burada üzerinde durmadığım önemli bir saptama var, belki bundan sonraki konular için hep temel önemde olacak bir saptama var. Onun üzerinde durmak gerekir. Birinci bölümde bahsediyor: “Her sınıf mücadelesi, aslında siyasal bir mücadeledir.” diye bir tespit söz konusu. Bu genelde şöyle anlaşılıyor, sınıf mücadelesi bir de öncesinde anlatılır ya, “İşçiler birleşirler, yenilirler, küçük birlikler kurarlar, makineleri kırarlar, şunu yaparlar, bunu yaparlar…”. Demek ki o zaman Renault grevi de sınıf mücadelesidir, dolayısıyla bunun da siyasal bir niteliği var diye bir şey anlaşılıyor, grev direnişi de böyle diye. Marks, bunun tersini söylüyor. Bir mücadelenin sınıf mücadelesi adını kazanabilmesi için siyasal bir mücadele olması gerekir diyor. Siyasal bir mücadele olmadığı için yeniliyorlar her seferinde zaten diyor. Yani bu boyuta evrilmediği için. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin deneyimleri dediğimiz zaman, herhangi bir yerde herhangi bir mücadelenin deneyimlerinden bahsetmiyoruz. Siyasi iktidara karşı iktidar olma hedefiyle yürütülen mücadelelerden bahsediyoruz. Marks da “Tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir.” diyince işçiler şurada greve gittiler, burada direnişe gittiler, orada şu köleler şunu yaptı, köylüler burada aristokratları yaktılar anlamında genel geçer bir toplumsal mücadeleler tarihi anlatmıyor. Tarih dediğimiz şey, esas itibariyle, devrimlerden oluşur demeye çalışıyor. İktidarı almaya yönelik kalkışmalardan oluşur demeye çalışıyor. O yüzden diyor ki, bu ya yeni bir toplumun kurulmasına yol açmıştır, ya da tümüyle bir yıkıma yol açmıştır. Yani bir grev bittiği için, beş tane grev başarısızlığa ulaştığı için kapitalizm çürüdü diye bir tespiti yok. Devrimci mücadeleler, yani sınıf mücadelesinin açık iktidar mücadelesi başarısız olduğu zaman toplumlar yıkıma uğruyorlar, topyekün yıkılıyorlar. Kastedilen şey bu. Tam da bu nedenden dolayı sınıf mücadelesi vermek isteyen komünistlerin ilk acil hedefi, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır diyor. Bilmem ne reformu vs, bunlar iktidarı aldıktan sonra yapılacak şeyler. Merkezi devletten istenen talepler değil bunlar, proletaryanın iktidar programı: İkinci bölümün arkasında on tane madde sayılıyor ya, onlar işçi sınıfı egemen olduğu zaman yapılacak şeyler. Manifesto’da proletarya diktatörlüğü, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya gibi daha muğlak, görece belirsiz bir kavramla anlatılıyor. Gotha Programı’nda netleşiyor. Sonra, yoldaşın gelecek hafta anlatacağı Fransa’da İç Savaş’ta daha köşeli ifade ediyor. Demek ki sınıf mücadelesi dediğimiz zaman aslında biz, proletarya diktatörlüğü için merkezi hükümete karşı verilen siyasi mücadeleden bahsediyoruz. Ve bunun deneyimleriyle biz programımızı geliştiriyoruz.

 

Şimdi, Ekim Devrimi, diğer devrimler, şunlar bunlar vs meselelerine geldiğimiz zaman, burada, birincisi şöyle bir şey var. Şu anlamda geri olduğunu söylememiz gerekiyor: Küba devrimi olsun, Çin devrimi olsun, diğer devrimler olsun, bunların hiçbirinde proletarya diktatörlüğü kurulmuyor dememiz lazım. Paris Komünü ilk örneği, Ekim Devrimi ikinci örneği, başka yerlerde muhtelif yerlerde çıkan kısa ömürlü Sovyetler, kısa ömürlü olabilir; ama başarılı devletler, başarılı devrimlerde proletarya diktatörlüğü yok. Sonuç alıyorlar, başarılı oluyorlar kendi açılarından, yani bizim açımızdan değil ama o devrimi yapanlar açısından başarılı oluyorlar; ama bunlar proletarya diktatörlüğü değil. Niye olmadığını gelecek hafta gelecek seminerde konuşuruz, ama onun dışında da başka bir yanıtı var daha açık verilebilecek. Bir devrimin derslerini çıkarabilmemiz için, sadece devrimin bizim açımızdan örnek ve öncekileri aşan bir devrim olması gerekmiyor; aynı zamanda bizim bu devrimci sürece, devrimci duruma müdahalemizin de öncekini aşan bir şey olması gerekiyor. Yani Türkiye’de çok büyük bir anda Almanya’daki 1918 Kasım Devrimi gibi ya da Şubat Devrimi gibi bir şey olsa biz şimdi onların devrimiyle programımızı yenileyecek miyiz? Bütün Ortadoğu’da bir anda bütün devletler yıkılsa, konseyler kurulsa, artık bu durumdan şu dersi çıkardık diyecek miyiz? Biz ancak Ekim Devrimi’ni aşan bir pratikle burada büyük, merkezileşmiş bir Sovyet iktidarı kurduğumuz zaman, Sovyet cumhuriyetlerinin gönüllü birliği esasında, bunu aştık ve şu dersleri çıkardık diyebiliriz. Şimdi bakıyorsun, Küba devrimi, Çin devrimi, bunların niteliği zaten tartışmalı ama bunların hangisi Komünist Enternasyonal gibi ya da daha uluslararası nitelikte bir parti tarafından yönetilmiş? Hepsi milli devrimler olarak gerçekleşmiş. Zaten devrimin niteliğine bakmadan daha geri bir müdahale olduğu açık. Milli bir devrim olarak olmuş, milli bir çerçevede gerçekleşmiş, sınırlı bir devrim, proletarya diktatörlüğü olmanın ötesinde. O açıdan, bizim “Aa, Çin devrimi oldu, çok orijinal olaylar oldu, bunun derslerini çıkararak buradan da şunu öğrenmeliyiz.” diyemiyoruz. Yani ulusal çapta Ekim Devrimi’nin gerisinde bir devrim ve aslında Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren partinin gerisinde bir parti tarafından örgütlenmiş bir devrimden bizim öğrenebileceğimiz bir şey olmaz. Biz o devrimi, Ekim Devrimi’nin dersleriyle analiz ederiz. Onun derslerini Ekim Devrimi’nin dersleriyle çıkarırız. “Bu yüzden başarısız oldu, bu yüzden yolundan saptı.” deriz. Ama o, bizim açımızdan rehber olamaz. Bir şeyin tarihte sonradan gelmiş olması, önceden gelen bir şeyden daha gelişkin örnek olduğu anlamına gelmez. Bunu net olarak tarif etmemiz gerekiyor.

 

Tam da bu noktada ben şunu da anlatmak istiyordum; bu muhtelif sosyalist akımlarla komünist siyaset arasında şöyle bir fark var. Manifesto daha tarihsel bir metin olarak, daha genel hatlarıyla tarif ediyor sınıf mücadelesini, şu veya bu evresini anlatmıyor. Orada, üç tip sosyalist akımdan bahsediyor: feodal (gerici) sosyalizm diyor, muhafazakar (tutucu) sosyalizm diyor ve ütopyacı sosyalizmden bahsediyor. Gerici sosyalizm dediğimiz şey, zaten maddi koşulları ortadan kaybolmuş bir sınıfı geri getirme çabası. Feodallerden bahsediyor, köylü mülkiyetini tahsis etmeye çalışmaktan bahsediyor. Burjuva sosyalizmi dediğimiz zaman da aslında verili toplumsal düzeni ayakta tutmaya çalışan sosyalizmden bahsediyor, yani Proudhonculardan bahsediyor esas itibariyle. Onlar işçi sınıfının yanındadır, çünkü onların devrimcileşmesini, yani onların bu toplumu yıkıcı bir güç haline gelmesini istemezler diye tarif ediyor. Ve bunların ikisinin de ortak özelliği, şimdi devlet sorunu merkezli anlatmaya başlıyor, başka açılardan da bakabiliriz ama bu gözle baktığımız zaman; bu iki gerici ve tutucu sosyalizmin ortak özelliği devlet konusunda, bu devletin yıkılmasına yönelik bir tutum almamasıdır. Bu devlete sağlamca, sıkıca sarılmış olmasıdır. Bunların tarihten izdüşümü, bunun farklı özelliklerini aldığı bir şey olarak da ben sizle paylaştım, belki bakma fırsatınız olmuştur, Lassalle’a karşı pratik ve politik anlamda ilk oportünist diyoruz. Yani çünkü, Alman devletiyle Gotha Programı’nda da hedef tahtasına oturtulan o. Alman devleti içerisinde belli sınıflarla iş birliği yaparak, verili devlet aygıtını bir kaldıraç olarak kullanmak istiyor. Bu devletin muhtelif mekanizmalarından faydalanarak, sınıfsız bir topluma, eşitlikçi, adil bir topluma gitmek istiyor. Bu, burjuva ulus devletinin merkezileşmesini ve hakim sınıfın diktatörlüğünün pekişmesini sağlayan, işçilere de kölelikten başka bir şey bahşetmeyen bir toplumsal düzen yaratır diyor, o yüzden de buna oportünizm diyor.

Şimdi oportünizmi nasıl anlamamız lazım? Onu da, pratik anlamda oportünizmi, ya da politik mücadele içinde oportünizmi, yine Manifesto’nun ikinci bölümünün başındaki saptamalara başvurmamız lazım. Komünistlerle diğer işçi akımları veya işçi hareketi içinde filizlenen  sosyalist akımlar arasındaki fark nedir? Bunlardan birincisinin günlük ve ulusal çapta bir mücadele yürütmesi, diğerinin ise mücadelenin uluslararası ve tarihsel bütünsel çıkarlarını göz önünde tutmasıdır. Daha yerel, lokal, önünde duran, elle tutulan hedeflere giden bir işçi hareketi varken kendiliğinden ve kendi gördüğü, kendi hissettiği yerde mücadele ederken, daha merkezi ve tarihsel bütünsel, uluslararası çıkarlar için mücadele eden bir komünist hareket var. Oportünist de, bu uluslararası ve tarihsel çıkarlar yerine, kısmi ve ulusal çıkarları savunanlara diyoruz, bu anlamıyla parçalı. Yani bir ulus devlette, bu devlet aygıtına yaslanarak kısmi kazanımlar isteyen akımlar olunca biz bunlara oportünist diyoruz, Lasalle da bu yüzden oportünist oluyor.

 

Buradan yola çıkarak devam edersek, diğer sosyalizm türüyle arasındaki fark ne? Bunun Lassalle’da farklı bir varyantta, hem gerici boyutu var; çünkü hedef tahtasında olmuş ama “Neden topraktan bahsetmiyor Lasalle?” diyor, çünkü aslında Alman devletinin arkasında duran Junkerler ile birlikte burjuvazinin kafasını ezmek istiyor. Daha gerici bir toplumsal ve onun dayanağı olan devletle birlikte kapitalistlerin üstüne yürümek istiyor ve oradan avanta almak istiyor. Şimdi, bir de ütopik sosyalizm var. Neden ütopik? Saint Simone, şu bu, hayaller kurduğu için mi ütopik? Hayat şöyle olacak, üretim şöyle örgütlenecek, kooperatif sistemi böyle olacak dediği için mi? Genelde böyle anlaşılıyor, bu böyle değil. Ütopik sosyalizmi ütopik sosyalizm kılan, devlet konusundaki tutumu. Marks, Babeuf’ü zaten onlardan ayırdığı gibi, aynı zamanda diğer toplumsal projelerin kendisine de, bu projelerin içeriğine de bir itirazda bulunmuyor. Bu projelerin nasıl gerçekleşeceğine, hangi tür bir devletle gerçekleşeceğine dair bir görüş bildirilmediği için bunu ütopik buluyor. Yani HDP’nin kendi programı muazzam bir program olabilir diyelim ki, bir sürü burjuva tahrifat var, anlaşıyoruz değil mi? Şu olsun, bu olsun diye. HDP ile elbet anlaşmıyoruz, ama varsayalım ki anlaşıyor olalım. Onu ütopik bir program kılan şey ne oluyor? Bu toplumsal hayattaki muazzam özgürlükçü taleplerin nasıl bir devletle gerçekleşeceğine dair; geçelim proletarya diktatörlüğünü, demokratik bir anayasanın nasıl kurulacağına dair bile somut bir şey söylemiyor. Her şey demokratik anayasaya, demokratik Türkiye’ye bağlanıyor -şoven içeriği bir yana-, ama “Demokratik anayasa nasıl yapılır?”a dair bir saptama yok ortada. Siz muazzam bir sosyalist bir sistem kuruyorsunuz diyelim ki, her şeyi bütün ayrıntılarıyla planlıyorsunuz, ama burjuvazinin, kapitalistlerin direncinin ve onların devlet örgütlenmesinin nasıl yıkılacağına dair tek bir şey söylemiyorsanız ütopiksiniz, ayaklarınız yere basmıyor. Çünkü siyaset somut yapılıyor ve, ama, somut konuşulmuyor, soyut konuşuluyor. Yani aslında devrimden bahsetmek somut konuşmak, Türkiye’de anlaşılanın tam tersi doğru. “Hayatı şöyle kurabiliriz, böyle kurabiliriz, aslında ilişkilerimizi böyle düzenleyebiliriz..” deyince somut konuşmuş olmuyorsunuz, soyut konuşmuş oluyorsunuz. Çünkü bunların yapılabilmesinin birinci koşulu, mesela cinsiyet eşitliği dediğiniz zaman, emek sömürüsünün kaldırılmasına, fabrikadaki çalışma koşullarının düzenlenmesine dair bir sürü görünüşte somut şey söylediğiniz zaman soyut bir şey konuşmuş oluyorsunuz. Çünkü bunların nasıl düzenleneceğine, temel iktidar sorununa dair, en temel soruna dair bir şey söylemiyorsunuz. O yüzden aslında Manifesto da önce hayalet diye soyut diye bir şeyle başlıyor. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor.” diyor. Herkes birbirine komünist, komünist diyor; biz bunu ete kemiğe büründüreceğiz diyor: Bir, tarihsel bağlamı. Burjuvalar ve proleterler var diyor. Sonra, proleterler ve komünistler var diyor, daha da somutluyor. Sonra komünistler ve diğer sosyalistleri tarif ediyor. Ondan sonra da “Komünistlerin acil istemi iktidardır ve bunların somut talepleri de işte Polonya’da şu muhalefet hareketine bunu takınır, çartistler karşısında tutumumuz şudur…” diyerek bunu daha da somutlayarak en sonunda da “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” diye bir talepte bulunuyor, bu çok somut bir talep. Bizim zihinsel kusurlarımızdan dolayı bize böyle geliyor, aslında somut konuşmak böyle konuşmak anlamına gelir. Ben kendi anlatacağım kısmı bitirdim, sosyalistler kısmını da bu vesileyle anlatmak istedim. Halkların kardeşliği meselesi kaldı sanırım.

 

Zaten, halklar, uluslar, bunlar burjuva kategoriler. Dolayısıyla siz halkların kardeşliği derken, Marks’ın Gotha Programı’ndaki eleştirisi de o: Halkların kardeşliğinden bahsettiğiniz zaman, genel programatik hedef olarak, ya da ulusların barış içinde yaşamasından söz ettiyseniz de, kastettiğiniz şey zaten aslında ulusların kendisini öteden beri var olmuş -tıpkı emekteki gibi-, hep de var olacak bir şey olarak tarif etmiş oluyorsunuz ve buna sonsuz saygımız var diyorsunuz. Halbuki nasıl eşitlik Marks’ın da dediği gibi “ bön bir burjuva kategorisi” ise, ulus da böyle bir şey. Biz, ulustan da kurtulmak istiyoruz, gerici bir şey ulus. Dolayısıyla, ulusların sürekli bir arada yaşadığı bir toplum tasarısı yok komünistlerin. Bir insanlık toplumundan bahsediyor, ortak bir insanlık toplumundan bahsediyor. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ise, gündeme şöyle geliyor: iki gündemden dolayı, Manifesto’daki -bunu bence strateji kısmında daha çok konuşacağız, ayaklanma ve savaş, ulusların kendi kaderini tayin hakkı boyutları olacak, orada daha ayrıntılı konuşuruz- köylülük meselesi de burada devreye giriyor. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde de bahsediyor. “İşçilerin karşısında bütün sınıflar gericidir.” diye bir saptama var. Marks da buna itiraz ediyor. Diyor ki aslında, yıkıma uğrayan katmanlar, küçük burjuvaziden bahsediyor, devrimci temelde isyan ederler ve komünistlerin, yani sosyal demokrat devrimcilerin görevi, bu isyanlara önderlik etmektir. Şimdi, ulusal sorun, bir  bu bağlamda gündeme geliyor. “Yazık, uluslara haksızlık” şeklinde gündeme girmiyor. Birincisi, ulusal olarak, yani ulusal boyunduruğa isyan eden, kapitalizmin gelişmesiyle kendine bilinç oluşturmuş, bir ulus olarak, ayrışmamış bir kategori olarak karşımızda duran kesimler var. Bunların kapitalist toplumun bunlarda tetiklediği ayaklanmalar karşısında tutumumuz ne olacak? Ya bunlarla devrimci bir şekilde müttefik olacağız ya da bunları burjuvaziye ya da emperyalizme, Marks’ta emperyalizm diye bir kategori yok, o sonra gelecek, bunları karşı tarafa teslim edeceğiz. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sonradan, tıpkı işçi-köylü ittifakı gibi, bu devrimci enerjiden proleter devrimi ilerletmek için önemli olacak. Yoksa ulusların muhakkak, metafizik eşitliği olarak girmeyecek, dünya devrimini ilerletmek için girecek, bu birincisi. İkincisi de, bu hak tanınmadan, ulusların ortadan kaldırılması yönündeki propaganda da aynı zamanda şovenizm propagandasına, yani boşanma hakkı tanınmadan bir gönüllü birliğin, herhangi bir cumhuriyetler birliğinde de savunulmasına, ezen ulus şovenizminin pekişmesini sağlayacağını söylüyor Marks. O yüzden halkların kardeşliğini gerici ve metafizik bir slogan olarak tanımlıyor. Onun yerine, proletarya enternasyonalizminden bahsediyor. Ama şu yok tabii ki, “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen ulusları birleşin!” derken ulusal sorun hakkında bir pozisyonu var, önsözde de okumuşsunuzdur. Manifesto o açıdan kusurlu bir metin, yani bahsetmiyor. “Emek sömürüsü ulusal sorunu ortadan kaldırır.” anlamına gelecek saptamalar var Manifesto’da, bu 1860’larda İrlanda sorunuyla ilgilendiği zaman düzeliyor. Ama şu da ilginç, beri yandan da Polonya’daki bağımsızlık mücadelesini de destekliyoruz diyor, yani kör değil bir yandan da. Kimi ulusal sorunlar konusunda duyarlı, fakat Manifesto’da elbette “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen ulusları birleşin!” diye bir şiar yok. Ama, ulusların kurtuluşunun da ulus formundaki devletlerle, ulus devletlerle sağlanmayacağından bahsediyor. Yani proletaryanın bunu tanırken de bunu aşmış, o yüzden de tek ülkede proletarya diktatörlüğü denemez, proletarya diktatörlüğünün ulusal bir karakteri olmaz. Yani diyelim ki sadece bir şehirde ya da bir ülkede yaptığınız zaman o proletarya diktatörlüğünün milli marşı olmaz mesela, biçimsel olarak ulusal, muhteva olarak uluslararası bir hareket işçi hareketi diyor. Marks’ın burada yapmaya çalıştığı asıl vurgu o. Belki bunun altını daha fazla çizmemiz gerekir. O yüzden, ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklediği zaman da, aslında muhtelif ulusların kurdukları ulusal, özgür cumhuriyetlerin bir federasyonu değil, ulusal nitelik taşımayan, proletarya diktatörlüklerinin federasyonu yoluyla ulusal baskıdan kurtulmayı öngörüyor. Burada ben bir durayım tekrar isterseniz, tekrar konuşmak, söylemek istedikleriniz varsa ona gireyim.

Doğa sömürüsü meselesini de şöyle ifade edebilirim, Marks’ın şöyle bir yaklaşımı yok: “Doğaya yazık oluyor”. Şunu anlatıyor: Kırın kente tabi edilmesinden bahsediyor, kıtaların sömürgecilere tabi olmasından bahsediyor, kafa ve kol emeği arasında iş bölümünden, buradaki problemlerden bahsediyor ve en sonunda bunların daha dengeli bir üretim sürecine yol açmasından bahsediyor. Kır-kent arasında daha üst düzey bir sentezin oluşmasından bahsediyor. Sömürgeci pratiklerin ortadan kaldırılmasından bahsediyor, o da komünizmin ilk aşamasında olabilecek bir şey. Dolayısıyla, yani doğaya şiddet uyguladığımız için yazık oluyor değil ama, üretim amaçlı üretim, değişim değeri için üretim olarak kavrayan burjuvazinin, üretici güçleri geliştirirken doğayı da tahrip ettiğini söylüyor. Yani aslında komünizmin bu anlamıyla da doğal dengeyi, yani doğayla insan arasında yeni bir sentezin oluşmasının da kapısını aralayacağını da ima ediyor çok açık bir şekilde. Yeni bir sürekliliğin sağlanmasını söylüyor. Çünkü oradaki asıl amaç, doğaya böyle bir rol verdiğin zaman, değişim değeri yerine kullanım değerini, yani insan ihtiyaçları devreye giriyor ve dolayısıyla insan da doğanın bir parçası olduğu için tabiatın ihtiyaçları merkezli bir üretim olmuş oluyor. Şu anki üretim ise, bu çılgın üretimin amacı ise, daha fazla değişim değeri ve daha fazla sermaye üretmek. Dolayısıyla başta emek gücü olmak üzere tüm güçlerin tahribatını içeriyor. Komünizmin ise böyle bir şey olmaması gerekiyor. Ben tekrar durayım bu noktada.

Tabii burada çok soyut ve genel olarak konuştuk. Doğal olarak, aslında soyut değil ama, bizim bu sınıf mücadelesinin vardığı aşamadan bakıldığı zaman soyut bir şey olmuş oluyor. Bu da Ekim Devrimi’nin kazanımlarının neler olduğunu gösteriyor. Paris Komünü zamanında bu genellikte konuşulurken, şimdi biz ayaklanma, iç savaş, parti vs bir dizi konuda deneyim sahibiyiz. Mesela ben bunları anlatırken aranızdan birçoğunun “Sadede gelelim, tamam bunlar komünizm, iyi, güzel, hoş. Tamam, çok güzel bir dünya kuracağız. Nasıl yapacağız?” meselesi sizin gündeminize giriyorsa, demek ki şu veya bu şekilde bir dizi somut kavga verilmiş, somut mücadele olmuş ve ondan bir dizi ders çıkmış. Ama, bunları şunun için yapıyoruz, gelecek haftalarda tarif edeceğimiz kendi amacımız meselesini bu temel saptamalardan bağımsız, yani insanlığın kurtuluşu, ücretli emeğin burada oynadığı rol, proletarya diktatörlüğünün olmazsa olmazı, devletin bu konudaki olmazsa olmaz engel durumundan bağımsız bir şekilde bunları tartışmamız mümkün değil. Ben bugün bu genel  saptamaları anlattım. Çünkü bundan sonraki tartışmalarda bunlardan hep atıfta bulanacağız. Neden gerilla savaşı değil? Dediğimiz zaman bu kavramlara değineceğiz. Niye ulus devlet değil? Dediğimiz zaman bunlara geri döneceğiz. Niye emekçiyi yüceltmiyoruz? Dediğimiz zaman niye işçilerin iktidarını değil de işçilerin kendini işçilikten kurtarma yolunda bir sınıf diktatörlüğünü savunuyoruz? dediğimiz zaman hep buralara değineceğiz. Neden parlamenter demokrasi olmaz? Dediğimiz zaman buralara geleceğiz. Ama haliyle bunların hiçbirine bugün değinmemiş oluyorum ben. Yani çok genel değinmiş oluyorum.

Soru yoksa, şöyle yapalım. Bir dahaki okuma programını da ben size ileteceğim. Bir de belki de şunu yapmaya çalışabiliriz aramızda, bazı metinlerin de maalesef -Paris Komünü’nde karşımıza büyük bir engel olarak çıkmayacak ama- mesela Devlet ve Devrim, Kautsky ile yapılan polemiklerde Rosa Luxemburg hakkında da konuşmak gerekecek, Kautsky hakkında da konuşmak gerekecek, Bernstein hakkında da konuşmak gerekecek. Bunların kimi metinleri çevrilmiş fakat kimileri çevrilmemiş. Dolayısıyla her zaman aramızda böyle şeyleri, bazı temel metinleri, Kautsky ile Lenin arasındaki farkları ortaya koyan metinleri, Luxemburg ile Lenin arasındaki farkları ortaya koyan metinleri bir çevirme egzersizi, bütün insanlık açısından, Türkiyeli devrimciler açısından, çok faydalı olur. Öncelikle bunların Türkçe çevirisi var mı diye araştıralım, ben bazı şeylerin İngilizcesini koyacağım o yüzden elimizde olmadığı için. Ama o sırada, yani önceden koyacağım, Fransa İç Savaşı için bilmiyorum yoldaş koyacak mı başka bir metin ama esas itibariyle, bu bütün Fransa’da İç Savaş’ı da okuyabilirsiniz ama en azından şunu okumak gerekiyor: Paris Komünü’nün yapısını anlattığı bir bölüm var ya. “Birden bulutsuz bir gökte çakan şimşek…” gibi başlayan bölüm. O bölümü okuyalım. Orada belki kitabın tamamını okuyalım ama orada doğrudan benim bildiğim kadarıyla polemik yapılacak bir şey yok ona yazılmış. Belki Kautsky’nin ona dair yazılarını da bulabiliriz. Ama sonrasında Devlet ve Devrim ve kurucu meclis meselesini okurken Rosa Luxemburg’un, Kautsky’nin ve Bernstein’ın belli temel, kilit makalelerini okumak lazım ki, Lenin neyle kavga ediyor, kimleri karşısına almış, niye bu kadar bazı bize açık seçik görünen şeylerin altını çizmek için niye bu kadar uğraşıyor ve bugünkü sosyal demokratlara veya bugünkü sosyalistlere bizim söylediklerimiz niye bu kadar ters geliyor bunu anlamak için onu da okumak lazım. Onun için bu doğrultuda İngilizce bilen herkesin adım atacağını umuyoruz diyerek..