Korona salgınının benzerlerine kıyasla çok hızla ve geniş ölçekte yayılma kabiliyetinde olan öldürücü bir virüs olduğu bir gerçektir. Ama bundan daha önemli bir gerçek bu salgın ve salgına karşı alınması gereken tedbirler hakkındaki önerilerin yaygınlığı ve hemen hemen her ülkede görülen ortak özelliklerine dairdir.

Her şeyden önce Korona salgını vesilesiyle hemen hemen her ülkede benzer tedbirler alınmakta, önerilmektedir. Ama daha önemlisi bu tedbirlerin ortak özelliğidir. Hemen her yerde alınan tedbirler insanların bir araya gelmelerini ve toplu etkinlik ve gösteriler vb. yapmalarının yasaklanması ve herkesin bir diğerinden kuşku duyması esası etrafında toparlanmaktadır.

Yani büyük bir sağlık sorunu karşısında bir dayanışma ve işbirliği seferberliğinden ziyade tecrit ve kuşkuya dayanmakta, böylece özünde baskı aygıtı olan devletin hareket alanını genişletmektedir.

Açıkçası bu tablo herhangi bir baskı rejiminin muhtaç olduğu ve dayattığı tablodan çok farklı değildir.

Ne var ki bir başka ortak özellik de bu yasaklı tedbirlerin gönüllü olarak uygulanmasına kitlelerin razı edilmesidir. Tıpkı Nazi Partisinin iktidara bir seçim zaferiyle gelmesi gibi, kitleler sözümona «kendi iyilikleri için» kendi rızalarıyla bir tecrit ve yasak rejimine boyun eğdirilmektedir. Ölümcül bir salgın tehdidi altında ortaya çıkan bu tablonun bir rızadan ziyade bir dayatma olduğunu görmek için alim olmak gerekmez.

Öte yandan bu manipülasyon ve demagoji furyasının bir başka ayağı da tıpkı deprem ve benzeri afetler karşısında olduğu gibi, bu felaketin nesnel bir felaket olduğu hakkındaki yaygın söylemdir. Oysa bu bir mazeretten ziyade bir itiraftır!

Zira kendisi hiç de doğal olmayan devletin varlığını kabul ettirmek için sığındığı başlıca yalanlardan biri de bu tür nesnel gelişmelere karşı tedbirler almak ve felaketlerin zararlarını önlemek, hiç değilse sınırlamak için tüm mali kaynakları elinde toplayan bir merkezi yapının varlığının şart olduğu yalanıdır. Devlet sözüm ona bu tür durumlar için vardır ve yurttaşlardan bunun için muazzam kaynakları pompalamaktadır. Bu nedenle tam da böyle bir felaket zuhur ettiğinde imkânsızlıklardan, yetersizliklerden, alınmayan tedbirlerden vb. söz etmek yerine, felaketin büyüklüğünden vb. dem vurmak tam da devletin mazeretlerinin temelsiz olduğunu söylemek anlamına gelir.

Elbette bu yalanın yutturulmasını takip edecek ilk adım böyle bir felaketli sonucun ardından devletin imkânlarını ve kaynaklarını arttırmak olacaktır. Bir de herkesin kendi imkân ve gayretleriyle bir takım tedbirler almasının şart olduğu salık verilecektir elbette. Ama eğer tam bir felaket anında devlet vatandaşlara müracaat edecekse, varlık nedeni ve bunun gerekçeleri nereye gitmiştir? En kritik ve devletin temel görevleri arasında sayılan işler gündeme geldiğinde asıl yük yurttaşların sırtında olacaksa “Bu merkezi imkânları yaratıp beslemek için toplanan muazzam kaynaklar nereye gitmektedir?” sorusunu sormak bu çelişkinin sorgulanmasını sağlamak gerekir.