Emperyalizm ve Proleter Devrimi
Lenin’in, emperyalizmi çağdaşı sosyalistlerin tümünden farklı olarak ele aldığı bilinir ama bu farkın nerede yattığı genelde anlaşılmaz. Stalin’in “Leninizm emperyalizm ve proleter devrimler çağının marksizmidir” formülü, bu kavrayışsızlığın tipik bir örneğidir. Leninizmi “genelde proleter devrimin, özelde ise proletarya diktatörlüğünün teorisi” olarak sunan Stalin, bir taşla iki kuş vurur: Hem revizyonizmiyle, Marks ve Engels’in proleter devrimi ve proletarya diktatörlüğü hakkında yazdıklarını “yeni dönemde” bir başvuru kaynağı olarak geçersiz kılar, hem de özürcü yaklaşımıyla dönemin sosyalistlerinin İkinci Enternasyonal’den uzun bir süre kopamamasını mazur gösterir. Mekanik kavrayışları nedeniyle Buharin, Zinovyev ve Troçki’de de benzer bir özürcü tutum gözlenir. Hâlbuki Stalin’in iddiasının aksine emperyalizm çağında yeni bir marksizm Lenin’de ete kemiğe bürünmemiştir. Lenin, Marks’ın proleter devrim kavramını merkeze aldığı için emperyalizm çağında devrimci politikalar üretebilmiştir.
Proleter devrimi gündemine ancak bir süs olarak -yani devrimci partinin varlığı yokluğu sorunuyla ilişkisiz olarak- ele alanlar geçelim devrimci politikalar üretmeyi, emperyalist dünyadaki gelişmeleri dahi anlamlandıramazlar. Türkiye solunun da dünya çapında yayılan devrimci durum ve Amerika’da boyutlanarak derinleşen siyasi kriz karşısında kafası karıştı. Trump dönemini, Amerika’daki yönetememe hâlinin bir sonucu olarak değil, yürütme aygıtını güçlendirmek isteyen savaş yanlısı tekellerin tercihi olarak sundular. Hem Trump’ın gidişini Amerikan halkının mücadelesiyle açıklamak zorunda kaldılar hem de Biden’la birlikte ABD’nin daha barışçıl bir çizgiye geleceği yanılsamasına kapıldılar.
Oysa Biden tam ters istikamette ilerledi: Dış politikayı iç politikadan titizlikle ayırt ederek, Amerikan emekçilerinin gündemine asla sokmadı; dışişleri bürokrasisini yetkili kılarak, geleneksel ABD politikalarını uygulamaya kararlı olduğunu gösterdi. Şimdi de Japonya’nın desteğini alarak Çin’in üzerine yürüyor, Ukrayna’da gerilimi NATO’yu da devreye sokarak arttırıyor.
Bu gelişmelere bakıp üçüncü dünya savaşının başladığı söylenemez. Emperyalistler arası barışçıl ve barışçıl olmayan paylaşım kavgalarını bir çuvala koymak, emperyalist savaş kavramını olduğu kadar savaşa karşı devrimci mücadeleyi ve bu mücadelenin gereklerini de sulandırır. Üçüncü dünya savaşı çığırtkanlığı yapanlar, ABD’ye karşı Rusya’nın dümen suyunda hareket etmeyi devrimci anti-emperyalizm olarak sunuyorlar. Bu tutumu savunanlar, Erdoğan’ın darbe üstüne darbe yaptığı safsatasını yayıp, CHP’nin peşine takılmayı darbeciliğe ve faşizme karşı mücadele etmek olarak yutturmaya çalışanlardan farksızdırlar.
Bugün emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının, tarafları belli bir sıcak savaşa henüz dönüşmemesinin belirleyici nedenlerinden biri, emperyalist merkezlerde devrimci duruma ilerleyen siyasi krizlerdir. Emperyalistler, savaşların devrimlere yol açacağını iyi bilmektedirler ve devrimden ölesiye korkmaktadırlar. Bir numaralı emperyalist Amerika, bu duruma en iyi örnektir. Biden döneminin özgünlüğü de buradadır: Bir yandan emperyalistler arası açık bir savaşı, artan oranda kışkırtan koşullar nedeniyle Obama öncesi saldırgan döneme dönmeyi arzulamaktadır. Diğer yandan da ortadan ikiye yarılan ve güçlenen sol hareketin yarattığı devrim endişesi nedeniyle gereken adımları atamamaktadır.
Emperyalistler arası kızışan paylaşım kavgası, bu kavganın göbeğinde yer alan Türkiye’nin gündemine Montrö Anlaşması ve anti-emperyalizm bağlamında girdi. Aslına bakılırsa Amerikan karşıtlığı hâliyle bile soldaki anti-emperyalizm üç nedenden ötürü uzun süredir uykudaydı. Her şeyden önce Amerika “IŞİD karşıtı” mücadelede YPG’yi silahlandırınca geniş kesimler ABD’nin Ortadoğu’daki planları hakkında kekemeleşti. İkincisi, Erdoğan’ın peş peşe gelen yaptırımların ardından ABD’ye karşı hamasi bir dil tutturmasıydı. En önemli etmense CHP’nin Amerikancı muhalefetin merkezinde durması ve neredeyse tüm akımların Erdoğan’a karşı CHP’ye yedeklenmesiydi. Ancak Türkiye’nin Karadeniz tatbikatlarında NATO komutanlığını üstlenmesi, Erdoğan’ın Ukrayna’ya yakın durması, Kanal İstanbul’un Montrö’yü geçersizleştireceğini ima etmesiyle birlikte Türkiye’nin ABD emperyalizminin bir numaralı işbirlikçisi olduğunu savunanlar tekrardan anti-emperyalist olduklarını hatırladılar.
İki Efendinin Uşağı Erdoğan
Erdoğan’ın Biden’dan hasretle beklediği telefon acı acı çalmışken, uzun süredir stratejik ortaklıktan çıkarılmışken, Halkbank dosyası ve soykırım yasa tasarısı başkanın masasında beklerken, S-400’ler konusu çözülmemişken Türkiye’ye kritik bir askeri görev verileceğini düşünmek saflık olur. Bizim “anti-emperyalistlerimiz”in tespitinin tam tersi doğrudur. NATO komutanlığının Türkiye’de olması hâlihazırda ABD’nin Ukrayna’ya askerî bir müdahale düşünmediğinin en açık kanıtı olmalıdır. Nitekim ABD Karadeniz’e savaş gemisi yollamaktan da vazgeçmiştir.
Türkiye’yi ABD’nin Ortadoğu ve Kafkaslardaki koçbaşı olarak tasvir etmek ne kadar yanlışsa, Erdoğan’ın ABD ve Rusya arasındaki gerilimi istismar eden bir denge politikası yürüttüğünü iddia etmek de o kadar yanlıştır. İçeride her anlamda kuşatılmış, dışarıda sürekli yanlış ata oynamış ve Kürdistan sorunu gibi patlayıcı bir belayla yüz yüze olan Erdoğan’ın denge politikası yürütmeye mecali yoktur. Hükümetin iki efendinin uşaklığına birden soyunduğunu ve ikisini de tatmin edemediğini söylemek daha doğrudur. Erdoğan’ın Kanal İstanbul’u Montrö’ye bağlamasını da bu çerçevede, ABD’nin gündeminde olmayan bir konuyu ısıtarak ABD’ye yaranma girişimi olarak değerlendirmek gerekir.
Emperyalizmin tarihini ve bugününü proleter devrimi merkeze alarak değerlendirenler ne İstanbul Sözleşmesi’nin ne Montrö’nün ne de başka bir emperyalist sözleşmenin, anlaşmanın ya da kurumun destekçisi olabilirler. Emperyalistlerin barış sözleşmelerinin ezilen ulusların başına nasıl bir çorap ördüğünü görmek isteyenler Kürdistan’ın parçalanmışlığını ve esaretini tescilleyen Lozan Anlaşması’na bakmalıdırlar. Türkiye’de bölücü olmadan anti-emperyalist olmanın imkânı yoktur. Kuzey Kürdistan’daki Kürt Baharının otuz küsur yıldır 12 Eylül rejiminin altını oyduğu, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki devrimci dinamiklerle birlikte sadece Erdoğan’ın gerileyişinin değil aynı zamanda rejim krizinin temel nedenlerinden biri olduğu koşullar altında bu saptama özellikle akılda tutulmalıdır.
ABD-Erdoğan ilişkisinde Erdoğan ABD’den değil ABD Erdoğan’dan vazgeçmiştir. ABD’nin Erdoğan’a verdiği desteği kademeli olarak çekmesinin nedeni Erdoğan’ın Ortadoğu’da bağımsız bir aktör olmaya soyunması değil, Kürdistan sorununu ABD’nin istediği gibi çözememesi, Kuzey Kürdistan’daki devrimci dinamikleri bitirememesidir. Bugün Kürdistan’ın diğer parçalarındaki işgal de Türk devletinin âlî çıkarları nedeniyle değil, rejim krizinin Erdoğan’ı çaresiz bırakmasının ürünüdür. Türkiye’nin Kürdistan’daki ilk işgali Afrin’in işgali değildir. Ama bir anlamda konu o noktada düğümlenmiştir.
Tam da bu nedenle Türkiye’de anti-emperyalist mücadeleyi yükseltmek isteyenler Ortadoğu’daki paylaşım kavgasındaki aktörlerden biri olan Amerikan emperyalizmini hedef alıyormuş gibi yapıp CHP çizgisine yamanarak değil, emperyalistlerin planlarına uygun bir şekilde tahkim edilmiş Türkiye’nin işgalci politikalarına karşı durarak yükseltebilir. Bu aynı zamanda Rojava Devrimi’ne destek vermenin biricik yoludur. Sallantıdaki Erdoğan hükümetine karşı anti-emperyalist mücadele CHP’ye destek olarak değil kitlesel bir seferberlik yükseltilerek verilir. 1 Mayıs’taki görev budur.
Hükümetin Sıkışmışlığı
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Erdoğan Türkiye’de iç savaşı başlattı ve ayakta kalabilmek için MHP’ye siyasi olarak teslim oldu. MHP’ye teslimiyetinin birinci nedeni bir kitle partisi olan AKP’nin içsavaşı yürütebilecek kadrolara sahip olmamasıydı. İkincisi Amerikancı blok karşısında parlamenter zeminde ayakta durabilmesi, MHP’nin kendisine karşı milliyetçi bir taarruzda bulunmamasına bağlıydı. Bu manevralar Erdoğan’ın ömrünü uzatmış olsa da gelinen noktada MHP’nin kadrolaşması Erdoğan’ın devlet üzerindeki denetimini daha da zayıflatmaktadır. Özellikle içişleri bakanlığı ve polis teşkilatında bu böyledir. Bununla birlikte MHP’yle birlikte yürüdüğü oranda kendi partisi içindeki parçalanmalar artmakta, seçim hesapları da bozulmaktadır.
Erdoğan’ın özellikle son aylardaki demokratikleşme vurgulu açıklamaları onun MHP’den kurtulma arayışlarının dışavurumudur. MHP elbette tüm bu arayışları sabote etmektedir. Soylu’nun Boğaziçililer karşısındaki sert tutumu, Bahçeli’nin HDP ve Anayasa Mahkemesi açıklamaları, amirallerin rütbesinin sökülmesi çağrısı bu sabotajın örnekleridir. Bu çekişme nedeniyle hükümet kararlı ve caydırıcı bir saldırı yürütemiyor. Sonuç ortada: HDP iddianamesi reddedildi, amiraller tıpkı Boğaziçililer gibi serbest, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak tahliye edildi.
Madem hükümet kararsız, o halde HDP’nin üzerine niye bu kadar gidiyor? HDP’ye daha az saldırması gerekmez mi? HDP’nin tabanının Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’daki proleterlerin Kürdistan dinamiğinden en fazla etkilenmiş, en politik kesimi olduğu unutulursa soruyu yanıtlamak mümkün olmaz. HDP’nin varlığı rejim içindeki tüm parlamenter kavgalarda HDP’yi vazgeçilmez kılarken, HDP’nin tabanının devrimci potansiyeli, bu potansiyelin bu kriz durumunda hiçbir reform projesi tarafından massedilemiyor olması, HDP’nin şu ya da bu blokta yer almasını imkânsız kılıyor. Bununla birlikte HDP’nin tercihini Amerikancı muhalefetten yana kullandığı da bir vakıa. Kılıçdaroğlu-Akşener onu savunmasa da, hükümet Amerikancı muhalefeti sıkıştırmak için HDP’ye daha fazla saldırıyor. HDP Amerikancı muhalefete yaklaştığı oranda kendisine yönelik saldırı şiddetlenecektir.
”Erdoğan daha şiddetli saldırdığına göre doğru yoldayız.” sonucuna varan aklı evveller Cumhur İttifakı’nın HDP’ye saldırabilmesinin temel nedenini unutuyorlar. HDP “Kürt sorununun reformist çözümünün” öznesi olarak öne çıkıp parlamentonun üçüncü büyük partisi hâline gelince, AKP ve Erdoğan’ın bu alandaki rolünü çalıp, arkasına aldığı Kürt oylarını altından çekiyor. Böylece Erdoğan ve AKP’yi bu konuda gereksizleştiriyor. Öte yandan Erdoğan HDP’ye, reformist bir yolu benimseyen HDP kendini savunamadığı için bu kadar rahat saldırabiliyor. Millet İttifakı’nın seçim hesaplarına ortak olan HDP kendini Boğaziçi öğrencileri kadar bile savunamıyor. O nedenle hükümetin artan saldırılarını akıllıca bir taktiğin sonuçları olarak görmemek gerekir. Tam tersine bu tercihiyle HDP kendini düzen partilerinin üzerinde tepindiği bir kurban hâline getirmiştir.
Öcalan ve Demirtaş’ın farklı zamanlarda yaptığı çıkışları bu çerçevede anlamlandırmak gerekir. Öcalan İmamoğlu’nun desteklenmemesi mesajı verdiğinde aslında HDP’nin devlet ile Kürt sorununun çözümü pazarlığı yapabilmesi için Erdoğan ile Amerikancı muhalefet arasındaki kavgaya karışmamak gerektiğini söylüyordu. Yani bağımsız bir çizgi değil tarafsızlık tutumunu, siyasi denklemin dışına çıkmayı öneriyordu. Ama CHP’ye yedeklenmenin HDP’ye vereceği zararın da farkındaydı.
Demirtaş’ın Demokrasi Cephesi çağrısı da bu çerçevede anlam kazanır. Kuşkusuz Demirtaş Millet İttifakı’ndan tümüyle kopmayı değil, seçimlerde bağrına taş basarak yine Millet İttifakı’nı desteklemek üzere şimdilik bağımsız bir siyasi çizgi izlemeyi öneriyor. Ama Öcalan’dan farklı kaygılarla da olsa, Demirtaş da Millet İttifakı’ndan bağımsız hareket edememenin HDP’ye verdiği zararı görüyor. Gelgelelim her ikisi de yanılıyor. Öcalan yanılıyor çünkü şu anda kendisiyle devlet adına görüşebilecek bir güç bulunmuyor. Demirtaş da yanılıyor zira hükümete karşı takınılacak her eylemli tavır Millet İttifakı’nın altını oyacaktır. Bugün parlamenter hesapları terk etmeden hükümete karşı kitlesel ve eylemli bir mücadele örülemez. Legalist tasfiyeci HDP’nin böyle bir çizgiyi benimsemesi mümkün olmadığına göre Öcalan ve Demirtaş’ın açmazı esas olarak reformist bir tasfiyeci proje olan HDP’nin açmazıdır.
HDP’yi Savunmak
Emekçilerin en politik kesimlerinin sahiplendiği HDP’yi savunmanın anlamı tam da bu noktada ortaya çıkar. Düzen partilerinin hepsi HDP’ye karşı ama hiçbiri parlamenter siyaset zemininin dışından gelen nesnel dinamikler sayesinde bir güç hâline gelen HDP’yi siyaset sahnesinin dışına itemiyor. Üstelik hükümet, HDP’ye hükümeti devirmeyi planladığı iddiasıyla saldırmaktadır. Zira HDP, söyledikleri ne olursa olsun, bizatihi varlığıyla AKP için böyle bir tehdit oluşturmaktadır. Bu bakımdan HDP’yi savunmak hem tüm Türkiye siyasetinin en hassas ve güncel konusuna dokunmayı ve düzen partilerinin tümünün ipliğini pazara çıkarmayı, hem de kitlesel bir seferberliğin meşruluğunu savunmayı mümkün kılacaktır.
HDP’nin reformist ve tasfiyeci parti olduğunu söylemek onu savunmakla çelişmez. Komünistlerin HDP’nin reformizmi hakkında doğru tespitlere sahip olması devrimci bir siyasi odak yaratmak için gerekli olsa da yeterli değildir. Bugünkü tasfiyeci iklimde belirleyici olan sol hareketin içinde devrimci iddialar taşıyan militanların ve HDP’nin tabanının, HDP ve kendilerinin HDP içindeki varlığı hakkındaki yanılsamalardır. Bu yanılsamalardan kendi siyasi deneyimleriyle kurtulmaları gereklidir. HDP içinde kalarak da devrimcilik yapılabileceğini savunanların HDP içinde kalarak HDP’nin dahi savunulamayacağını kendi deneyimleriyle görmesi şarttır. “HDP’yi savunalım” tam da bu amaca hizmet eden politik bir hamledir.
Doğrusu hükümetin açmazları nedeniyle izin verdiği 2021 Newrozu HDP’yi savunmak için önemli bir fırsattı. HDP’ye yönelik saldırıları, hükümetin salgındaki başarısızlığına, Kod-29’a, kadın düşmanı politikalara, Boğaziçi’ndeki mücadeleye bağlanabilir ve tüm bu kesimleri birleştirip dalga dalga yayılan eylemler başlatılabilirdi.
Halbuki Newroz tam tersi istikamette gerçekleşti. KöZ’ünki dışında HDP’ye destek veren bir pankart bulunmuyordu. Alanda elbette emekçiler bir seferberliğe çağrılmadı. Ne Pervin Buldan ne de bir başka konuşmacı bir önceki Newroz’un niye balkonlarda kutlandığını açıkladı. Hatta hiç sıkılmadan “Kapatma saldırısının hesabını 2023 seçimlerinde soracağız” diye haykırıldı. İddiasızlık diz boyu olduğu için alandaki kadınlar aynı gün içinde gerçekleşen “İstanbul Sözleşmesinden Çıkılmasın” konulu basın açıklamasına çağrıldı ama Buldan’ın çağrısından da anlaşıldığı üzere eylemde Gergerlioğlu’nu gündem etmek HDP’nin ve yörüngesindekilerin aklından bile geçmiyordu.
HDP’nin yaklaşımı aynı zamanda “İstanbul Sözleşmesi” gündemli eylemlerin karakterini de ele vermektedir. İstanbul Sözleşmesi eylemleri kadınların zincirlerini sarsan bir uyanış hareketinin değil, HDP’nin tabanının CHP ile AB ve ABD dostu liberallerle buluştuğu bir seçim mitingidir. Kürtsüz bir Newroz düzenlemeyi henüz kimse başaramadığı için bu buluşma “kadınların somut talebine odaklanmış” İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde gerçekleşti. Bu durum söz konusu eylemlerden uzak durmayı değil, onlara katılarak müdahale etmeyi şart koşar elbette. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin Newroz’daki tutumu böyle bir müdahalenin nasıl yapılması gerektiğine iyi bir örnek teşkil eder.
2021 1 Mayısının İptalinin Sorumluluğu Kimde?
Newroz’un dostlar alışverişte görsün diye kutlanması hükümete 1 Mayısı ve 1 Mayıs öncesi tüm siyasi faaliyeti yasaklama cesaretini verdi. Emekçi hareketinin üzerine çökmüş “dörtlü çete” (DİSK, KESK, TMMOB, TTB) ve onun şakşakçıları da 1 Mayıs’ı sosyal medyadan kutlayacaklarını açıklayınca, bu sefer bir önceki seneden farklı olarak solun geniş bir kesim tarafından protesto edildi, işbirlikçilikle suçlandı. Halbuki tutarlı olan işbirlikçilikle suçlananlardı. Onlar geçen sene nasıl hareket ediyorlarsa aynı şekilde hareket ediyorlar. Geçtiğimiz sene onlara uyup tam kapanma çağrısında bulunanların, işçilere siperlik, hayvanlara mama dağıtanların, yayınlarını dezenfekte edip poşetlere sokanların, Newroz’un ve 1 Mayıs’ın iptal edilmesine gıkını çıkarmayanların kendi tutarsızlıklarını sorgulaması gerekiyor.
Devrimciler hiç hata yapmaz mı? Elbette yapar. Lenin Sol Komünizm broşüründe “Bir siyasi partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir kıstaslardan biridir. Yanılgısını açıkça teslim etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya meydan veren durumu tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek bu demektir.” diye yazıyordu.
Lenin’in kıstasını uyguladığımızda Türkiye’de ciddi bir siyasi partinin bulunmadığı görülür. Bu sene koparılan Taksim vaveylası da soldaki ciddiyetsizliği “savaşıyoruz mücadele ediyoruz, yasakları tanımıyoruz” hamasetiyle örtmek içindir. Geçtiğimiz seneki yalpalamalarının üstünü örtmek isteyenler bu sene daha üst perdeden bir Taksim vurgusu yapacaklardır. O halde önüne öncelikli görev olarak devrimci partinin yaratılmasını koyanların 1 Mayıs’ta bu ciddiyetsizliğin üzerini apolitiklikle örtmek isteyenlerle arasındaki siyasi ayrım çizgilerini çekmeleri gereklidir.
Gelinen noktada artık kitlesel bir 1 Mayıs imkânı kalmamıştır. Taksim’de olsun, varoşlarda olsun, işyerlerinde olsun gerçekleşecek tüm bir 1 Mayıs kutlamalarının kitlesel değil sembolik olacağı açıktır. O nedenle “sembolik değil kitlesel 1 Mayıs” tartışması 2021 1 Mayısı için anlamsızdır. 1 Mayıs’ta nelerin söylendiği ve nelerin söylenmediği daha da önem kazanmıştır.
Bırakalım sendika bürokrasisinin ve Amerikancı muhalefetin çekim alanında yalpalayanlar soyut bir devrim ve sosyalizm çağrısıyla kamufle ettikleri ama özde ufku Kod-29 karşıtlığı ve İstanbul Sözleşmesi destekçiliğiyle sınırlı bir 1 Mayıs çalışması yürütsünler.
“Devrim için Devrimci Parti-Yaşasın Komünistlerin Birliği” şiarıyla hareket edenler 2021 1 Mayısının öncesinde ve sonrasında da emekçiden ve ezilenden yana tüm güçleri Cumhur İttifakı’na karşı temel ve birleştirici politik görevleri hatırlatarak kitlesel bir seferberliğe çağırmaya devam edecekler:
İşgale Son! Kürtlere Özgürlük
Rojava’nın Düşmanları Emekçilerin de Düşmanlarıdır
HDP’yi Kitlesel Eylemlerle Savunalım!