Amerikan işgal kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesinin ardından ABD’nin Ortadoğu’daki son yirmi yıldaki tüm girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığını görmek zor değil. Ancak ABD’nin Ortadoğu’daki hüsranının Türkiye’yi de kapsadığını görebilmek, ABD’nin başarısızlığın niteliğini ve sebeplerini kavrayabilmek için öncelikle solu esir almış ezberci ve Kautskyci analizleri terk etmek, döneme dair olguları marksist, yani emperyalistler arasındaki paylaşım savaşını ve sınıf mücadelesini temel alan, bir gözle incelemek gerekir.

Solda 12 Eylül’e ve ABD’nin Türkiye ile olan ilişkisine dair hakim ezberi şu şekilde özetlemek mümkün: “Emperyalizm, Amerikan emperyalizmine eşittir. Türk devleti de tümüyle Amerikan emperyalizminin güdümündedir. 27 Mayıs sonrasında Türkiye’nin sanayileşmesi hızlı bir sendikalaşmayı ve beraberinde sınıf mücadelesinin keskinleşmesini getirmiştir. Nitekim sınıf mücadelesi de zaten esas olarak sendikaların mücadelesidir. Amerikan yönetimi, işçi hareketinin yükselişinin önüne geçmek için, kendisine göbekten bağlı Türk Ordusu’na verdiği talimatlarla 12 Eylül askeri darbesini gerçekleştirdi. Ordunun yönetime el koyması, Amerika tarafından “bizim çocuklar bu işi yaptı” saptamasıyla selamlandı, iktidarı devralan askerler toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçerek Türkiye’yi sermaye açısından dikensiz bir gül bahçesine çevirdi. Özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal devletin tasfiyesi olarak tanımlanan neoliberalizm de 12 Eylül’ün toplumsal muhalefeti ezmesi sayesinde hayat buldu.”

Türkiye Hiçbir Zaman ABD Emperyalizminin Arka Bahçesi Olmadı

Bu analizin marksizmle bağdaşır bir yanı bulunmadığını görmek için emperyalizmin ABD emperyalizminden ibaret olmadığını ve dünyanın emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım mücadelesinin devam ettiğini hatırlamak yeterlidir. Dahası Türkiye’deki nüfuz alanı en geniş olan emperyalist devlet ABD değildir. ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı hep iğreti oldu zira hem ABD “geç gelen” bir emperyalistti, yani Latin Amerika’nın dışındaki bölgelere geç açılmıştı, hem de Ortadoğu İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizmleri açısından yaşamsal önem taşıyordu. Nihayetinde, Türkiye Cumhuriyeti ve kurumları Osmanlı’dan beri Türk devletinin şekillenmesinde etkin rolü olan Fransız emperyalizminin etkisinde kalmıştı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları bakımından da daima (en başta Hollanda olmak üzere) Avrupalılar ağır basmıştır ve hâlâ öyledir.

Hepsinden önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları doğrudan Fransız emperyalizminin müdahaleleriyle şekillenen Lozan anlaşmasıyla belirlenmişti. Bugüne dek Lozan’ı onaylamamış ABD’nin bu anlaşmaya yaklaşımı çok daha esnek ve pragmatikti. Bu bakımdan İngiltere’nin gerileyişi, Almanya’nın ikinci paylaşım savaşı sonrasında ağır bir yenilgiye uğraması, bu devletlerin Türkiye üzerindeki etkisini sınırlasa da ABD emperyalizmi Türkiye üzerinde 12 Eylül yaklaşırken dahi Fransız emperyalizmine ve başka Avrupalı büyük güçlere kıyasla daha etkisizdi.

Türk Ordusu’nun subaylarının İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO tarafından eğitilmesi bu durumu değiştirmedi; zira çerçevesi ABD tarafından çizilmiş olsa da NATO sadece ABD demek değildi ve SSCB ile Varşova Paktı ülkelerine karşı belli başlı batılı güçlerin ittifakını ifade ediyordu. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından ordu Mısır, Libya, Irak örneklerinde olduğu gibi Sovyetler’e yakın, bağlantısız bir harekete göz kırpan bir çizgiye kaymadı hatta emperyalistler orduyu sermaye düzenine daha sağlam kazıklarla bağlamak adına onu OYAK vesilesiyle doğrudan kapitalist bir işletmeye dönmesinin önünü açtı. Ama Silahlı Kuvvetler’in sıkı bir ilişkiye sokulduğu sermaye Amerikan çok uluslu tekelleri değil, Fransız devletine bağlı Renault idi.

Örneğin Şili’nin aksine Türkiye Amerika’nın “arka bahçesinde” değil emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının odak noktasında bulunuyor. Sanılanın aksine ABD, talimat vermek şöyle dursun, hiçbir zaman Türk Ordusu üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmadı. Bu bakımdan 12 Eylül’ü ABD’nin emriyle ABD’nin istediği gibi gerçekleşmiş bir darbe olarak görmek yanıltıcı olur. 12 Eylül’ün NATO tarafından desteklenen, bir anlamda hazırlanıp planlanan bir darbe olduğuna şüphe yoktur. Ancak Türkiye’nin özgünlüğü bu darbenin yürütücüsü olan Türk Ordusu’nun esas olarak NATO’nun askeri kanadında yer almayan Fransa’nın etkisi altında olmasıydı. Tam da bu nedenle 12 Eylül öncesinde olduğu gibi sonrasında da ABD’nin Türk Ordusu ile olan ilişkisi hep sürtüşmeliydi. 1991’de Birinci Irak Savaşı sırasında generallerin “bir koyup üç almayı” savunan Cumhurbaşkanı Özal’ın karşısında yer alması, Necip Torumtay’ın Genelkurmay başkanlığından istifa etmesi, 2003’te tezkerenin reddedilmesi asıl olarak bu sürtüşmeli durumun örnekleri olarak görülmelidir.

ABD, 12 Eylül darbesi vesilesiyle açılan kapılardan ordu içine sızarak bu kurum içindeki nüfuzunu arttırmaya çalıştı. Bu amaca ulaşmak için sadece kendi uzantısı sermaye grupları ve onun basın organlarından değil aynı zamanda “Erzurumlu vaiz” diye anılan bir ABD enstrümanı olan Gülen’in “cemaatinin” “hizmetlerinden” de faydalandı. 28 Şubat’tan Ergenekon davalarına uzanan dönemde ABD’nin girişimleri ordunun daha da parçalanmasına, silahlı kuvvetler içindeki farklı kesimler arasındaki rekabetin artmasına yol açtı. Ordunun bu parçalanmışlığı 15 Temmuz’da ayyuka çıktı.

15 Temmuz’un ardından hükümet rövanşist ve cuntacı eğilimleri körüklemek pahasına ordu içinde kapsamlı bir tasfiye hareketine soyununca, ABD ve Türk ordusu arasındaki ortaklık bir darbe daha aldı. Suriye’nin işgali, YPG ve S-400 füzeleri, Halkbank davası vb. nedenlerle ABD ve Erdoğan arasındaki gerilim arttıkça hükümet bir bütün olarak Türk devletinin, özel olarak da silahlı kuvvetlerin ABD ile olan bağlarını gevşetip, zayıflatmaya devam etti. Böylelikle 12 Eylül ve sonrasında zaten Amerikancı olduğu söylenen ordunun iyiden iyiye emir erine dönmesi şöyle dursun; darbe, onu yapanların murad ettiğinin tam aksi istikamette sonuçlara yol açarak ABD’nin Türk Ordusu üzerindeki etkinliğini azalttı.

Sendikaları Zayıflatmak İçin Darbe Yapılmaz

12 Eylül’ün Türkiye’ye “Şili modelini”, neoliberalizmi getirmek adına sendikal hareketin nüfuzunu kırmak için yapıldığı da bir safsatadan ibarettir. Burjuvazinin sendikal mücadelenin önünü kesmek yahut işçi ücretlerini düşürmek için askerî darbeye ihtiyaç duyduğunu savunanlar genellikle bu mücadelelerin kendiliğinden politik ve devrimci bir nitelik taşıdığını savunan ekonomist akımlardır. Dünyanın hiçbir yerinde işçi ücretlerini düşürmek, sosyal güvenlik haklarını tırpanlamak için darbe yapıldığı görülmemiştir. Thatcher’ın İngiliz madencilerinin direnişini kırmak için darbeye ihtiyacı yoktu. Nitekim Şili’deki 1974 darbesi “Şili modelini” getirmek için değil, nispeten Sovyetler Birliği yahut Avrupa’daki sözde komünist partilerin etkisi altındaki Allende hükümetini devirmek için yapılmıştır. Bakır madenlerini millîleştiren Allende’nin hükümet olmak için Milli Selamet Partisi’nin peşinden koşan Ecevit’le yahut “Morrison Süleyman”la benzerliği olmadığı da açıktır.

Üstelik Türkiye’de sendikal hareket, bilhassa TKP’nin etkisi altındaki DİSK zaten 1977 1 Mayısı’ndan beri bir gerileme eğilimi içerisindeydi.

1977 sonrasında işçi hareketinde kitleselleşen bir direnişten ziyade işçi yığınların devrimci akımların etkisindekilerle sınırlı kesimlerinin mevzi direnişlerinden söz etmek daha doğru olur. Kararlılığı artsa da çapı daralan bir işçi mücadelesinin hakim sınıfın iktisadi çıkarlarını tehdit ettiğini savunmak gerçekçi değildir. Dahası, 1977 sonrası dönemde, Kuzey Kürdistan’ı dışarıda tuttuğumuzda, kitle hareketinin gerileyişi sadece işçi hareketiyle sınırlı değildi. Anti-faşist mücadelede harekete geçirilen kesimler bir bütün olarak daralıyordu. Bu nedenle devrimcilerin etkisinin azaldığı, DİSK’in Ecevit CHP’sinin güdümüne girdiği bir dönemde sendikal mücadeleyi geriletmek için askerî bir darbe yapmanın anlamı ve gereği yoktu.

İşin ilginci “neo-liberalizm karşıtlığı”nın Türkiye mümessillerinin savunduğunun aksine, Türkiye’de Şili’dekine benzer gelişmeler de yaşanmadı. Örneğin işçi ücretleri darbeyi izleyen ilk yedi yılda çarpıcı bir şekilde düşse de 1987’den sonra tekrar yükseldi. Sigortalı işçilerin 1980 öncesindeki seviyelerine geri dönen ücretleri doksanlı yılların ortasına kadar da orada kaldı. Doksanlı yıllarda Demirel seçim meydanlarında iki anahtar sallarken, başbakan Çiller yeşil kart dağıtıyordu. Ayrıca hükümetin tüm girişimlerine karşın eğitim ve sağlık kurumları esaslı bir şekilde özelleştirilemedi. Benzer bir durum Kamu İktisadi Teşekkülleri için de geçerliydi. Özelleştirme hamlesi ancak 28 Şubat darbesinden sonra, özellikle AKP hükümetleri döneminde başlayabildi. “Babalar gibi satarım” demek maliye bakanı Kemal Unakıtan’a düştü. Bu bakımdan Türkiye IMF’nin tavsiye ettiği kemer sıkma politikalarını hiçbir zaman kararlılıkla uygulayamadı.

Ancak AKP’nin özelleştirme girişimleri de dönemin hakim iklimini ve politikalarını tanımlamaktan uzaktı. Hükümet esas olarak ekonomik faaliyetleri devlet denetimine sokacak adımlar atıyordu. Bir dizi işletme kayyımlarla devlet denetimine alındı. Varlık Fonu girişiminin sonucu olarak devlet, borsa ve bankalar üzerinde hiç olmadığı kadar söz sahibi oldu.

Afganistan’ın İşgali ve İran Devrimi

Sadece ABD emperyalizminin değil bir bütün olarak bir NATO darbesi olarak tanımlanabilecek olan 12 Eylül’ün esas amacı ancak dünya üzerindeki jeopolitik durum göz önünde tutulduğu zaman anlaşılabilir. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile birlikte ABD-SSCB arasındaki rekabette yumuşama dönemi bitmişti. Afganistan’ı SSCB’ye kaybeden ABD aynı yıl Şah Pehlevi’nin devrilmesi sonucunda Ortadoğu’daki en büyük müttefiki İran’ı da yitirdi. Tüm bu gelişmeler gözleri Türkiye’ye ve Kuzey Kürdistan’a çeviriyordu. Yetmişlerin sonuna doğru Türkiye’deki devrimci hareket gerileyiş içindeyken Kürdistan’daki sınıf mücadelesinin temposu aksi istikamette bir yükseliş içerisindeydi. Sovyetler Birliği’nin Kürdistan’daki gelişmelere artan ilgisi, iğreti ve dolaylı olarak da olsa PKK’ye verdiği destek NATO’yu harekete geçirdi ve 12 Eylül’ün yolu döşendi. Başka bir deyişle 12 Eylül darbesi sadece Türkiye’yi gerileyiş içindeki devrimci hareketten temizlemeyi değil esas olarak Kürdistan’daki yükselişin önünü kesmeyi amaçlıyordu. Sınıf mücadelesini devrimci bir karakter taşıyan politik bir mücadele olarak değil de sendikal mücadelenin evrildiği üst aşama olarak görenlerin 12 Eylül’ü bu gözle değerlendirmeleri elbette mümkün değildir.

Kuzey Kürdistan’da Deli Gömleği Parçalandı

12 Eylülcüler bu maksatlarına da ulaşamadı. Kürdistan’da önünü kesmek istedikleri dinamik, kendisine giydirilmek istenen deli gömleğini parçalayıp attı. Daha seksenlerin sonuna gelindiğinde 12 Eylülcülerin yenilgisi çok açıktı. İmha ve yıldırma merkezi Diyarbakır Cezaevi 1980 öncesinde mütevazı boyutlarda bir hareket olan PKK Kuzey Kürdistan’daki muhtelif akımların gerek devletin baskıları gerekse de kendi bünyelerindeki tasfiyeci eğilimlerin etkisiyle ortadan kalkması suretiyle öne çıktı. Bu durum 80 öncesindeki tüm hareketlerin hepsinin toplamından daha güçlü bir hareket olarak sahaya çıkmasına yol açtı. İlk evrede PKK’nin önceli olan akım da bizzat bu tasfiye sürecine kendi çapında katkıda bulundu Öte yandan Türkiye’den tümüyle farklı bir kuralsızlık ve saldırganlıkla yürütülen OHAL ise sadece Kuzey Kürdistan’daki gelişmelerden değil diğer parçalardaki gelişmelerden de etkilenen Kürt emekçilerinin sesini kesmek şöyle dursun, serhıldanların yolunu döşedi. Bu da PKK’nin yükselişine katkıda bulunan bir etken olarak görülmelidir.

Hakkında koparılan baskı, işkence, mağduriyet edebiyatının aksine 12 Eylül gerileyiş içinde olan Türkiye devrimci hareketini de tamamen ezemedi. Bunun için bu akımların içinden doğan legalist tasfiyeciliğin katkıları da gerekli oldu.

Devrimci hareketlerin cuntaya karşı bir mücadele stratejisi çizememesi ve eylemli bir karşı koyuş sergileyememesi elbette bir bütün olarak devrimci militanların kendi örgütlerine, emekçi yığınların da devrimcilere olan güvenini sarsmıştı. Ancak bu durumun kendisi bir teslimiyete ya da çözülmeye yol açmadı. Tersine, cezaevlerindeki itirafçılaştırma, teslim alma, siyasetsizleştirme projeleri başarısızlığa uğradı. Cezaevleri devrimciler için bir örgüt okulu olma işlevini sürdürdü. Cezaevlerinden çıkan devrimciler de gündelik hayata karışmak yerine, her zaman devrimci bir çizgide olmasa da siyasi pratiğin içinde yer almayı sürdürdüler.

Aslına bakılırsa 12 Eylül hakkında darbecilerin gücünü ve verdikleri hasarı abartan hikayeler tam da bu gerçeği perdeleyen mazeret teorileri olarak üretildi. Daha 12 Eylül’den önce devrimci hareketlerin neredeyse tümünün yönetimlerinde esas olarak tasfiyeciler hakimdi. Bu kesimler 12 Mart sonrasındaki dönemde verdikleri sözüm ona özeleştirilerde asıl eksikliğin devrimci parti değil, kendi gruplarının kitleselleşememesi olduğu değerlendirmelerini yapmışlardı. Böylelikle, kimi zaman kendilerine parti adı vererek kimi zaman da kerameti kendinden menkul bir partileşme süreci tarif ederek, kendi dar çevrelerini amaçlaştırdılar, çıkmaza girdiklerindeyse çözümü kitlesel işçi partilerinde aradılar. Doğrusu 12 Eylül olmasaydı da tasfiyeci projeler çok daha kararlı bir şekilde hayata geçirilecekti. Bu bakımdan 12 Eylül’ün karşı devrimci şiddetinin, tasfiyecilerin iddialarının aksine, tasfiyeciliği derinleştirmediğini, tasfiyeci projelerin daha erken yürürlüğe konmasını engellediğini söylemek gerekir. Devrimci Yol’un Kurtuluş vb.’nin de sıcak baktığı “DİSK Partisi’nin”, TDKP’nin “işçi kitle partisi”nin hayata geçmesi için seksenlerin sonundaki yumuşama dönemini beklemek gerekti.

Kürdistan’daki Devrimci Dinamikler Tasfiyecilerin Hesaplarını Bozdu

Gelgelelim Kürdistan’da önü kesilemeyen devrimci dinamikler tasfiyecilerin gönlünden geçen kitlesel muhalefet partilerinin varlık zeminini kaldırdı. Devletin Kürdistan’da zafer kazanmak için hayata geçirdiği zorunlu göç uygulamaları ise Türkiye işçi sınıfına yeni, militan ve öncesiyle kıyaslanamaz derecede bir işçi kitlesinin aşılanması anlamına geldi. Sadece Kürdistan’dan esen rüzgarlar deği,l bu işçi kitlesinin dinamizmi de tasfiyeci projeleri devrimci militanlara kabul ettirmeyi zorlaştırdı. Kürdistan’dan esen devrimci rüzgarlar nedeniyle, PKK dahil olmak üzere, 71 Kopuşu’nun takipçisi olma iddiasıyla yola çıkan akımların tümüyle bu iddiadan vazgeçmesi 12 Eylül’den sonra neredeyse kırk yılı buldu. Ancak bu iddiasızlaşmanın, kimliksizleşmenin kendisi de tasfiye sürecinin başarılı olduğu anlamına gelmedi. Tersine örgütler iddiasızlaşırken özellikle Kürt dinamiğinin etkisiyle devrimci arayışları olan kesimlerin sayısı azalmadı arttı. Azalan, söz konusu örgütlerin bu kesimler üzerindeki örgütsel ve siyasi otoritesi oldu (bunun son çarpıcı örneği Gezi ayaklanması sırasında görüldü). Tam da bu nedenle 12 Eylül sadece Kürdistan’da değil Türkiye’de de devrimci dinamikleri tasfiye etme konusunda başarısız oldu.

Kürdistan’daki mücadelenin dünyanın geri kalan yerlerinden farklı olarak bir türlü bitmeyişi, dünya çapında tüm hareketler gerilerken bile Kürt Baharı’nın enerjisinden bir şey kaybetmeyişi şüphesiz Kürt ulusunun, özel olarak da Kürdistan devrimcilerinin fedakar ve kahramanca yürüttüğü mücadeleyle ilişkilidir. Ancak Kürt Baharı’nın gücü ve kalıcılığı esas olarak bu etmenle açıklanamaz. Dünyanın geri kalan yerlerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı olarak bağımsız Kürdistan mücadelesi dört parçaya bölünmüştür ve emperyalistler arasındaki rekabetin en keskin bir şekilde sürdüğü bir siyasi coğrafyada gerçekleşmektedir. Bu durum bir yönüyle Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin önündeki engellerin büyüklüğüne işaret etse de diğer yandan, özellikle de emperyalistler arası yeniden paylaşım kavgasının kızıştığı günümüzde, bu mücadelenin tüm yanlış tercih ve yönelimlere karşın neden bir türlü bitmediğinin de açıklamasını sunmaktadır. Ağırlık merkezi adeta cıva gibi bir parçadan diğerine kayabilen bu dinamik başlı başına özgün bir durumu ifade etmektedir.

“Yeni Dünya Düzeni” Girişimleri Hüsranı Büyüttü

O halde doksanlı yılların sonlarına gelindiğinde, 12 Eylül ABD açısından başarıya ulaşmak şöyle dursun istenenin tam aksi yönde sonuçlara yol açmıştı. Kürdistan dinamiğinin önü kesilememiş, Türkiye’deki devrimci hareketler tasfiye edilememişti. Aksine hızlı ve büyük bir proleterleşme de bunun yanısıra gelişmişti. Bu da söz konusu gelişmeye denk bir devrimci önderlik ihtiyacını pekiştiren bir etken oluşturmuştur. Ekonomik ve sosyal ilişkiler söz konusu olduğunda sermayenin istediği düzenlemeler bir türlü hayata geçirilememişti. Dahası burjuva siyasetine istikrar getirme, koalisyon hükümetlerine son verme iddiasını taşıyan 12 Eylülcüler siyasi partileri iyiden iyiye parçalayıp zayıflatmış, koalisyonsuz bir hükümeti neredeyse imkansız hâle getirmişlerdi.

Bu dönemde ABD dünya çapında kendi açmazlarını çözmek için, “Yeni Bir Dünya Düzeni”, “Yeni Amerikan Yüzyılı” için planlar yapmaya çalışıyordu. Bu planların hayata geçirilebilmesi için Türkiye’ye de müdahale etmek şarttı. 12 Eylül’de tavsayan düzenlemeleri, bu sefer artık SSCB’nin ortadan kalktığını göz önünde tutarak, tadilata uğramış bir şekilde yürürlüğe sokmak gerekliydi. Susurluk, 28 Şubat, Öcalan’ın 15 Şubat komplosuyla ABD tarafından rehin alınması hep bu dönemin parçası oldu.

Olayları yüzeysel bir şekilde değerlendirenler açısından 12 Eylülcüler bu sefer nihayet sonuç alıyordu. Öyle ya, PKK’nin Türkiyelileşmesi hız kazanmış, devrimci hareket seçmeli terör uygulamalarıyla ezilmiş, Türkiye siyasi yaşamında ilk kez bir tarafında AKP’nin diğer tarafından CHP’nin bulunduğu iki partili bir sistem oluşmuş, Amerikancı TÜSİAD’ın işaret ettiği yönde anayasa değişiklikleri hızla yapılmış, yıllardır özelleştirilemeyen KİT’ler bir çırpıda özelleştirilmeye başlanmıştı.

Halbuki ABD’nin dünya çapında gücünü yitirdiği, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının tam da Ortadoğu’da keskinleştiği bir dönemde tüm bu girişimler Türkiye’yi ABD’den iyice uzaklaştırdı. 12 Eylül rejiminin direği olan ordu paçavraya çevrildi. “Bizim çocuklar başardı” efsanesinin temelsiz olduğu, Türk Ordusu’nun sadece ABD’nin çocuğu olmadığı görüldü. Fakat ordu içi kutuplaşmalar ve çatışmalar nedeniyle silahlı kuvvetlerin kimin tarafından yönlendirildiği iyice belirsizleşti. Askerî ve sivil bürokrasinin işlemez hâle gelmesiyle birlikte Türkiye bir rejim krizi içinde çırpınmaya başladı. Bu krizin kendisi, bir bütün olarak Türkiye’deki emekçileri siyasetin dışına itmek şöyle dursun, en apolitik kesimleri bile politikleştirdi. Kuzey’deki Kürt hareketini teslim almaya çalışanlar, bu sefer Irak savaşı nedeniyle Güney Kürdistan özerk yönetimine komşu olmak zorunda kaldılar, sonrasında da Rojava Devrimi ile yüz yüze kaldılar.

Devrimci Durum ve Komünistlerin Birliği

Böylelikle ABD 12 Eylül ve sonrasında devrimci dinamikleri ortadan kaldırmak şöyle dursun Türkiye’yi tümüyle bir devrimci durumun içine itti. Bu bakımdan ABD’nin Türkiye’deki 12 Eylül başarısızlığının nedenleri aynı zamanda “Bütün ülkelerin komünistleri birleşin” çağrısıyla dünya çapında bir komünist parti kurma girişiminin dünyanın bir başka yerinde değil de Türkiye’de çıkmasının nedenleridir. Türkiye emperyalistler arası paylaşım kavgasının merkezinde yer aldığı için, aynı coğrafyanın bir parçası olan Kürdistan’ın en politik ve militan işçi kitlelerini barındıran Kürdistan’ı esir ettiği için, Türkiye’deki devrimci dinamikler bir türlü tasfiye olmamıştır. Aynı dinamikler dünya çapında yayılan devrimci durumun neden en şiddetli olarak Türkiye’de yaşandığını da açıklamaktadır. Bugün bir ayağı çukurda olan AKP ve Erdoğan iktidarının hâlen kriz içinde debelenen 12 Eylül rejiminin son bekçisi oluşunun cevabı da aynı yerdedir.

1999 yılında tam da 12 Eylülcüler yeni bir reform planıyla harekete geçmişken, üstelik o zaman bu girişimin sonuçları bu denli açık seçik görülmezken KöZ’ün arkasında duran komünistler şu satırları yazmışlardı:

“Bugün eksikliği duyulan enternasyonalist devrimci bir partinin ideolojik harcı, eylem kılavuzu olması gereken devrimci teori değildir… Teoriye ilgi de her zamankinden eksik değildir. Yenilgi koşullarının bütün yılgınlık ve döneklik eğilimlerine rağmen, eski ve yeni devrimci kadroların önemli kesimi belki de her zamankinden fazla imkan ve hevesle teori sorunlarıyla ilgilenmektedir.

Bugün eksikliği duyulan enternasyonalist bir devrimci partinin temel güç olarak yaslanması gereken işçi sınıfının devrimci potansiyeli değildir. Aksine işçi sınıfı, burjuva toplumunu alaşağı edebilecek biricik toplumsal güç olma özelliğini koruduğunu dünya ölçeğinde belli etmekte ve her fırsatta bu devrimci potansiyelini tekrar tekrar göstermektedir.

Bütün olumsuz koşullara rağmen, bugün enternasyonalist devrimci bir partinin inşası için eksikliği duyulan, devrimci militanlar değildir…Devrimci bir partinin yaratılması için gereken deneyim ve birikimin taşıyıcısı olan militanlar farklı akımlara, örgütlü çevrelere dağılmış olsalar bile varlıklarını belli etmektedir…

Bu koşullarda asıl eksikliği duyulan, bütün bu unsurları birleştirip, geçmişi içererek, eski dönemi aşabilecek bir örgütsel-politik atılımın öncülüğüne soyunma ve bunun sorumluluğunu üstlenme iradesi, cesaretidir.”

O zamanla bu zaman arasındaki tek fark yukarıdaki saptamaların bugün her zamankinden daha güncel olması değildir. Komünistlerin birliği, devrimci parti inşası adı altında yürütülen bir dizi girişim o zamandan bu yana tasfiye olurken Komünistlerin Birliği çağrısı, dayandığı referanslar, benimsediği parti inşa stratejisi ve bu çerçevede yürüttüğü kararlı politik mücadele nedeniyle bugün her zamankinden daha görünür hâle gelmiştir, her zamankinden daha etkilidir. Bu doğrultuda ilerleyerek komünist partinin kuruluş kongresinde sorumluluk alacak güçlerle buluşmak KöZ’ün arkasında duran tüm komünistlerin boynunun borcudur.

Yaşasın Komünistlerin Birliği!