Üçüncü Cephe Çağrıları Çoğalırken
Türkiye tarihinin hiçbir döneminde sol bugünkü kadar büyük bir toplumsal ve siyasal güce sahip olmadı. Solun bugünkü meclis temsiliyetinin tabanı daha önce görülmemiş oranda yaygın ve önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak denli güçlü. Bugün sol, hükümetin ve burjuva muhalefetinin akıbetini belirleyecek yaşamsal bir güce ve etkiye sahip.
Gelgelelim tarihinin hiçbir evresinde sol burjuvazinin bu denli güdümüne girmemişti. Sol akımlar bugün burjuvazinin kavramlarıyla düşünüyor, burjuvazinin kavramlarıyla konuşuyor, burjuvazinin istediği zaman harekete geçiyor. Bunun en açık örneği seçimler ve ittifaklar konusunda karşımıza çıkıyor.
Erdoğan hükümetinin ekonomik ve siyasal olarak derin bir darboğaz içinden geçtiğini görmek zor değil. Dahası Erdoğan devlete de, ortağı MHP’ye de, kendi partisine de hakim değil. Kendisine uzun erimli bir kredi açan herhangi bir devlet de bulunmuyor. Başka bir deyişle koşullar Erdoğan’ın süpürülmesi için her zamankinden uygun. Erdoğan’ın karşısındaki burjuva muhalefeti en az Erdoğan kadar aciz durumda olduğu için herhangi bir eylem çizgisi belirleyemiyor. Kendi aczini ve siyasetsizliğini örtmek içinse, hükümeti erken seçime gitmeye zorlayacak hiçbir adım atmadan “erken seçim” talebini yükseltiyor.
Burjuva muhalefeti erken seçim için bastırmaya başlayınca, bağımsız bir çizgiye sahip olmayan tüm akımlar da doğal olarak erken seçimi kendi gündemlerinin merkezine oturttu. Ortada somut bir erken seçim girişimi olmasa da, sol akımlar birbirleriyle seçim ittifakları konusunda yoğun bir trafik yürütmeye başladı.
Tuhaf bir manzara ile karşı karşıyayız: Bir yandan sol akımlar “Geçinemiyoruz!” eylemlerini “Hükümet İstifa!” sloganıyla örgütlüyor. Öte yandan üçüncü cephe/yol yahut emek/demokrasi/halk ittifakı tartışmaları sol kamuoyunun gündeminde merkezi bir yer tutuyor. Bir tarafta Demirtaş sol akımları birleşik mücadeleye ikna etmek için mektup üzerine mektup yazıyor. Diğer tarafta TKP, EMEP ve Sol Parti ile ittifak görüşmeleri yürüttüklerini açıklıyorlar. Eş zamanlı olarak HDP’nin içindeki ve etrafındaki akımlar Demirtaş’ın önerisini selamlayarak üçüncü yol konulu forumlar düzenliyorlar. Tüm bu akımlar kendi güçleri oranında Türkiye’nin muhtelif vilayetlerini dolaşıyorlar. Öyle ki Sol Parti bile ÖDP’den devraldığı rehaveti yıllar sonra atarak “Devrimci Demokratik Cumhuriyet” mitingleri düzenlemeye, “halk ittifakı” çağrısında bulunmaya başladı.
Bugün muhtelif sıfat ve tamlamalarla yükseltilen tüm bu çağrıların emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız politik alternatifini yaratması mümkün değildir. Tersine başta Demirtaş’ınki olmak üzere, halihazırdaki bütün cephe girişimleri Millet İttifakı’nı rahatlatmaya hizmet etmektedirler. Bunun niye böyle olduğunu anlamak için Amerikancı muhalefetin stratejisini ve onun şekillendirdiği Millet İttifakı’nın açmazlarını bir kez daha hatırlamak gereklidir.
Amerikancı Muhalefet
Emperyalizm çağına leninist bir gözle bakmayanlar açısından Amerikancı muhalefet kavramı bir muammaya işaret eder. Zira bu kesimlerin itikadına göre Amerika her şeye kadir bir güçtür, tüm hükümetler de Amerika’nın işbirlikçisidir. Dolayısıyla bu kesimlere göre Amerikancı bir muhalefetten söz etmek yerine Amerikancı hükümetten söz etmek gerekir.
Oysa dünyadaki gelişmeleri emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını merkeze alarak analiz edenler açısından tablo daha farklıdır. ABD hiçbir zaman Türkiye üzerinde tam olarak hakim olmadığı gibi, eşitsiz kapitalist gelişmenin yasaları gereği Filipinler’den Venezuela’ya dünyanın dört bir yanında irtifa kaybetmektedir. Öteden beri geleneksel emperyalist güçlerin paylaşım kavgasının merkezinde duran topraklarımız için bu güç ve etki kaybının sonuçları daha çarpıcıdır.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası, birbiriyle çelişen muhtelif reform planları, Türkiye’deki devlet aygıtını işlemez hale getirerek gün geçtikçe derinleşen bir rejim krizine yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin sadece Amerika açısından değil tüm emperyalist odaklar açısından da yönetilemez hale geldiğini anlatır. Başka bir deyişle rejim krizinin ilerleyişine paralel olarak sadece ABD değil, tüm emperyalist güçler Türkiye’de hükümette değil muhalefettedirler. Erdoğan’ın ayakta kalması da esas olarak arkasında kendisini himaye eden bir emperyalist gücün bulunmasının değil, Amerikan emperyalizminin zayıflamasına paralel ilerleyen bu paylaşım kavgasının ürettiği boşluğun sonucudur. Geldiğimiz noktada Amerika’sından, Fransa’sına, İngiltere’sinden Almanya’sına geleneksel emperyalist odakların hiçbiri Erdoğan’la barışık değildir. Hatta tümü Erdoğansız bir Türkiye’yi tercih etmektedirler. Gelgelelim bu kesimlerin arasında artan rekabet Erdoğan’a karşı ortak ve sonuç alıcı bir müdahaleyi imkansız kılmaktadır.
Zayıflayan pozisyonuna karşın Türkiye’de Erdoğan karşısındaki muhalefetin başını ABD çekmektedir. Bir kaset darbesiyle Baykal’dan kurtulan ABD’nin Gandi Kemal’i CHP koltuğuna oturttuğundan beri Erdoğan’ı önce gerileterek dengelemek, sonrasında koltuğundan indirmek istediği bir sır değil. Bu bakımdan burjuva zeminde yükselen Erdoğan karşıtı muhalefeti Amerikancı muhalefet olarak tanımlamak gerekir. Amerikancı muhalefetin bir numaralı operasyonel aygıtı ise elbette CHP’dir. Bununla birlikte Erdoğan karşısındaki tüm muhalefetin doğrudan ABD denetiminde olduğunu söylemek, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını göz ardı etmek ve ABD’ye sahip olmadığı bir güç atfetmek anlamına gelir. Öyle ki CHP içinde bile doğrudan ABD’nin denetimi altında olmayan, farklı emperyalistlerle iş tutmaya meyilli “sosyal-demokratların” olduğu açıktır. CHP için doğru olan diğer tüm muhalif partiler ve bürokrasi içindeki muhalif hizipleşmeler için de doğrudur.
O halde, Türkiye’deki Erdoğan karşısındaki burjuva muhalefetini Amerika’nın ve onun Türkiye’deki uzantılarının başını çekip yönlendirdiği, ama içinde diğer emperyalist odakların uzantılarını da barındıran, dolayısıyla kendini sürekli çelmeleyip baltalayan bir koalisyon olarak görmek gereklidir. Erdoğan’ın en büyük avantajı da karşısındaki bloğun bu çelişkili karakteridir.
Amerikancı Muhalefet Seçime Mecbur
Derinleşen rejim krizi ABD’nin Brezilya’da izlediği yolu Türkiye’de izlemesine engel oluyor. Brezilya’da Lula ve Rousseff yargı aracılığıyla alaşağı edilmişti. Türkiye’de ise bu yolun kapalı olduğu 17-25 Aralık sürecinde görüldü. ABD’nin askeri darbe seçeneğini öncelikli tercih olarak benimsemediğiyse 15 Temmuz’da açığa çıktı. Zira devletin parçalanmışlığı ordunun parçalanmışlığı anlamına geliyor. Dahası Washington’un zaten hiçbir zaman tümüyle kendi güdümünde olmamış Türk ordusunu yönlendirmesi bugün iyiden iyiye zor.
Amerika’nın işini zorlaştıran bir diğer faktör de Türkiye’deki ve Kürdistan’daki devrimci dinamikler. Bu dinamiklerin varlığı her türlü kitle eyleminin kontrolden çıkma ihtimalini beraberinde getiriyor. Bu yüzden de Amerika Türkiye’de Ukrayna yahut Venezuela’da olduğu gibi sokağı hareketlendiren eylemli bir kitle muhalefeti çizgisine itibar etmiyor.
Kılıçdaroğlu’nun benimsediği eylemsizlik çizgisi kendi sümsüklüğünün ürünü olmaktan çok ABD’nin bu tercihini yansıtmaktadır. Gezi Ayaklanması’nın başında kendi mitingini iptal eden, sonrasında eylemcilere parkı terk etme çağrısında bulunan Kılıçdaroğlu’dan başkası değildi. 10 Ekim katliamından sonra kitleleri eve yollayan da CHP idi. CHP’nin “Geçinemiyoruz!” eylemleri karşısındaki tutumu da farklı değildir. Olası eylemlerin önünü kesmek için önce “Provokasyonlara gelmeyeceğiz” çağrısında bulunan Kılıçdaroğlu, sonrasında da mitingleri kontrol altında tutmak için bir miting üstüne miting düzenleyeceğini ilan etmiştir. Miting programına sokak karşıtı İyi Parti’nin güçlü olduğu Mersin’den başlaması, sonrasında nerede ve ne zaman toplanacağı belli olmayan bölgesel mitinglerle yola devam edeceğini söylemesi de genel yönelimiyle uyumludur.
Hal böyle olunca, Amerika’nın Erdoğan’dan kurtulmak için başvuracağı yegane araç olarak seçimler öne çıkmaktadır. Gelgelelim Erdoğan’ı seçimlerde alt etme projesinde MHP artığı İyi Parti ile HDP’yi, CHP’li kemalistlerle Saadet Partisi’nin Milli Görüşçülerini aynı seçim ittifakında birleştirmek hiç de kolay değildir. Zira Kürt sorunundan kadın meselesine, zorunlu din eğitiminden faize herhangi bir sorunda bu hareketlerin hareket edebilecekleri ortak bir payda tarif etmek mümkün değildir.
Ekonomik Kriz Vaveylası Siyasi Görüş Ayrılıklarını Perdeleme Amacı Taşır
Amerikancı muhalefetin ekonomik kriz yaygarası koparması da esas olarak bu siyasi güçlükle ilişkilidir. Burjuva muhalefeti Türkiye’nin temel sorununu sınıfsal ilişki ağından koparılmış bir yoksulluk sorunu olarak tarif ederek, yoksulluk sorununu tümüyle teknik bir çerçevede ele alınan ekonomik kriz sorununa indirgemektedir. Bu yaklaşıma göre ülke yoksulluk içinde kıvranmaktadır çünkü döviz kuru kontrolsüz bir biçimde yükselmektedir, çünkü “enflasyon canavarı” yeniden sahnededir. Ekonomi krizdedir çünkü ekonomi biliminin temel kanunları hiçe sayılmıştır. Uzmanlara kulak verilmemektedir çünkü saraydaki ve çevresi utanmaz arlanmaz bir hırsızlık, yolsuzluk tezgahı kurmuşlardır.
Bu ve benzeri yüzeysel açıklamalar aslında Amerikancı muhalefetin bir taşla iki kuş vurmasına hizmet ediyor. Siyaset üstü bir ekonomi sorunu “memleket meselesi” olarak tarif edenler bir yandan ihtilaflı siyasi konulardan kaçacak bahaneyi üretmektedirler. Normal koşullarda CHP’nin yanına yaklaşamayacak Saadet Partisi’nin temel sloganlarından biri bu bakımdan anlamlıdır: “Seçim değil geçim ittifakı!”
“Millet aç” hamasetiyle yükseltilen kriz feryatları diğer yandan da Erdoğan sonrası döneminin ekonomik programının zemini döşüyor, üstelik bu programın emekçilerin lehine olacağı yönündeki sermaye propagandasını yayıyor. Nedir bu program? Önceliği istikrarlı döviz kuruna ve kontrol altında tutulan enflasyona vermek, böylelikle büyük sermaye için istikrarlı ve öngörülebilir bir ülke oluşturmak. Bu istikrarı sağlayabilmek için ücretleri düşürmek, devlet harcamalarını kısmak, faizleri yükseltmek, kredileri kontrol altında tutarak talebi kısmak. Kısacası Kemal Derviş’in programını yirmi yıl sonra bir kez daha piyasaya sürmek.
Bugün yoksulluk ve döviz kurları yahut enflasyon arasında doğrudan ilişki kuran tüm sol akımlar da istedikleri kadar “krizin yükü sermayeye”, “sorun kapitalizmde” türünden sloganlar atsınlar niyetlerinden bağımsız olarak her iki düzlemde de Amerikancı muhalefete politik destek vermektedirler. Zira yoksulluk sorunu bir kere dövizin ve enflasyonun yükselişiyle ilişkilendirildikten sonra önceliğin kuru ve enflasyonu kontrol etmek olduğunu savunan sermaye ideologlarının dogmaları onaylanmış olur.
Bununla birlikte tek başına ekonomik krize odaklanan bir çizgi de Amerikancı muhalefet için yeterli değildir. Zira Erdoğan’ı seçimle alt etmek için Amerikancı muhalefet hem bu tabanın “hassasiyetlerine” seslenmek hem de Erdoğan’ın temel kozu olan milliyetçilik silahını onun elinden almak zorundadır. Bu da genel olarak terörizmin özel olarak PKK’nin lanetlenmesi anlamına gelmektedir. Akşener’in Demirtaş’ı kanlısı ilan etmesi, hükümetten daha tutarlı bir işgal politikası talep etmesi, Kılıçdaroğlu’nun Kandil’i bombalayarak yerle bir etme vaadinde bulunması bu mecburiyetin dışavurumudur.
Amerikancı muhalefet tüm bu benzemez akımları siyasetsiz bir zeminde Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar bir arada tutabilir mi? Ekonomik kriz ve ne idüğü belirsiz güçlendirilmiş parlamenter sistem teranesi ile benzemez akımları eş güdüm içinde hareket ettirip ettiremeyeceği şüphelidir. Böyle bir siyasetsiz ittifak Erdoğan’ın karşısında bir seçim zaferi kazanabilir mi? Kazandığı seçimden sonra Erdoğan’ı sıkıca tutunacağı koltuğundan indirebilir mi? KöZ’ün bu sorulara verdiği yanıt bellidir. “Seçimle Değil Devrimle Gidecek!” sloganı bu yanıtı yansıtmaktadır. Siyasal bakımdan düzen kuvvetlerinden bağımsız bir kitle seferberliği olmadan hükümetten kurtulmak mümkün değildir.
Amerikancı muhalefetin yöntemleriyle Erdoğan’dan kurtulmak mümkün olsaydı dahi enflasyon, geçim sorunu gibi sorunlar karşısında Millet ittifakı’nın Cumhur İttifakı’ndan daha derli toplu bir çaresi yoktur. Yani hayali kurulan Millet İttifakı zaferi gerçekleşse dahi çare IMF’nin acı reçetelerine razı olmaktan ibarettir. Saf kan burjuva akımlarının bu bakımdan bir sıkıntısı olmaz. Ama Millet İttifakı kuyruğunda seçimlere giden sol akımların seçimlerin hemen ardından Erdoğan’a yönelttikleri feryatları destekledikleri hükümete yöneltmek zorunda kalmaları kaçınılmazdır. Yahut çoğu zaman olduğu gibi kuyrukçuluğun bedeli siyasetsiz kalmak olacaktır.
Amerikancı muhalefetin çerçevesi ise tam aksi bir varsayıma dayanır: Erdoğan’dan bir halk hareketine yaslanarak, devrimci bir şekilde kurtulmak ne mümkündür ne de istenen bir çözümdür. Erdoğan’dan parlamenter bir biçimde kurtulmanın mümkün olduğunu bir kere savunduktan sonra Amerikancı muhalefetin seçim ve ittifak stratejisi dışındaki tüm yolları ayakları yere basmayan fantaziler olarak kabul etmek gerekir. Halbuki asıl Erdoğan’dan seçim yoluyla kurtulmayı savunanlar olmayacak duaya amin demektedirler. Bu sözüm ona gerçekçi stratejiyi benimseyenlerin eylemsizliğe ve siyasetsizliğe mecburdurlar. Solda Amerikancı projeye teslim olan tüm akımların durumu tam da böyledir.
Amerikancı Muhalefetin Açmazı HDP’ye Olan Mecburiyetinden Kaynaklanır
Amerikancı muhalefetin tüm hesaplarının bozan temel açmaz onun HDP’ye olan mecburiyetidir. HDP, Türkiye siyasetinde somut bir siyasi güçtür. Halihazırda HDP’den bağımsız hiçbir seçim denklemi kurmak mümkün değildir. Dolayısıyla Amerikancı muhalefetin Erdoğan’ı alt etmek için HDP’nin tabanının firesiz desteğine ihtiyacı vardır.
Dahası Cumhur İttifakı’nın kuruluşuna yol açan, onun tüm stratejisini belirleyen parti de HDP’dir. Çoklarının sandığı üzere Erdoğan’ı İmamoğlu ve Yavaş değil HDP geriletmiştir. HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde bağımsız bir seçenek olarak ortaya çıkması Erdoğan’ı tek başına hükümet kuramaz hale getirmiştir. Aradan geçen altı yılda bu durum değişmemiştir. Tam da bu nedenle Erdoğan 7 Haziran’ın ardından hedef tahtasında HDP’nin yer aldığı ama HDP ile sınırlı olmayan bir iç savaşı MHP’ye yaslanarak başlatmaya mecbur kalmıştır.
Gerçekte neyi savunduğundan bağımsız olarak HDP Erdoğan’ın Millet İttifakı’nı parçalama stratejisinin asli öğesidir. HDP istediği kadar Türkiye’nin bütünlüğünden, iç barıştan, genel bir toplumsal uzlaşmadan yana olduğunu, her türlü toplumsal kutuplaşmaya karşı olduğunu tekrarlayıp dursun Erdoğan sürekli olarak HDP’yi kendisini zorla koltuğundan indirmek, Türkiye’yi bölmek isteyen bir odak olarak sunmaktadır. Böylelikle bir yandan Millet İttifakı’nı HDP’ye karşı tavır almaya zorlamaya diğer yandan da HDP’nin Millet İttifakı’nın bir bileşeni olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.
Millet İttifakı’nın temel açmazı bu noktada açığa çıkar. Bir yandan HDP’nin tabanının oylarını almak diğer yandan HDP’yi kendi dışında tutmak, dışında tutmakla kalmayıp sistematik olarak kınamak da zorundadır.
HDP’nin Millet İttifakı’nın dışında durması bu açmazı ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Zira HDP seçim sürecine ismiyle cismiyle ve bütün ağırlığıyla katıldığı oranda Erdoğan Millet İttifakı’nı sıkıştırmaya devam edecektir. Dahası HDP 2018’dekinden daha da düşük tempolu ve etkisiz bir seçim çalışması dahi yürütse, HDP’nin şu ya da bu konudaki görüşü ve tutumu Millet İttifakı’nın pamuk ipliğine bağlı seçim platformunu zedelemek için yeterlidir. Bu konuda 2019 seçimlerinden hemen önce Sezai Temelli’nin “İstanbul ve Ankara belediye başkanları HDP’nin oyuyla seçildiğini bilecek” açıklamasının ardından yaşananları hatırlamak yeterlidir.
Nihayetinde seçim süreci, ne kadar kontrollü bir şekilde yürütülürse yürütülsün aynı zamanda bir miting sürecidir. HDP’nin seçime bağımsız bir kimlikle katılması HDP tabanına kendini ifade etme kapısını aralayacaktır. Bu olanağın tetikleyeceği dinamiklerin kendisi Millet İttifakı için başlı başına bir korku sebebidir.
Dolayısıyla soyut bir seçim aritmetiği açısından HDP’nin kendi kimliği ile seçimlere katılması, seçimlerde kullanılan oy miktarını arttırıp Erdoğan’ın birinci turda yüzde 50 artı 1’i bulmasını zorlaştırdığı için Millet İttifakı açısından avantajlı bir durum yaratıyor gibi görünmektedir ama kazın ayağı hiç de öyle değildir. HDP’nin bu seçim sürecinde hiçbir şekilde bağımsız tutum takınmaması, her türlü eylem zemininden uzak durması, Millet İttifakı’na angaje ve görünmez bir şekilde hareket etmesi gereklidir.
Millet İttifakı’nın açmazının ortadan kaldırılması için HDP’nin bir anlamda 2019 seçimlerinde büyük şehirlerde takındığı tutumu takınması şarttır. Hiç görünmemesi, duyulmaması ama aynı zamanda kendi tabanını sandığa taşıması gereklidir. Gelgelelim yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 2019 yerel seçimlerindeki gibi hareket etmek mümkün değildir. Zira o zaman HDP en azından “Doğu’da kazanacağız, Batı’da kaybettireceğiz” gibi muğlak bir formülasyonun arkasına saklanabiliyor ve böylelikle Batı’daki örtük desteğini Kürdistan’daki bağımsız hareketiyle örtebiliyordu. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin doğası gereği yaklaşan seçimlerde Türkiye’de farklı Kürdistan’da farklı bir seçim izlemek mümkün değildir. Aslına bakılırsa hem HDP’nin en yetkin biçimini Demirtaş’ın mektubunda bulan arayışları hem de Sol Parti-EMEP merkezli formüle edilen “Halk ittifakı” çizgisi esas itibariyle Millet İttifakı’nın bu açmazını ortadan kaldırma girişimleridir.
Üçüncü Cephe Formülleri Amerikancı Muhalefeti Rahatlatmayı Amaçlıyor
Sol kamuoyunda tartışılan üçüncü yol/cephe/ittifak formülasyonları esas olarak Millet İttifakı’nın bu sıkışmışlığını ortadan kaldırmaya hizmet etmektedir. Zira hepsinin ortak paydası şu veya bu şekilde HDP’nin seçimlerdeki varlığını görünmez kılmaktır.
Demirtaş’ın mektupları ve çağrısı bu niyeti tartışılmaz bir şekilde açığa vurmaktadır. Demirtaş’ın son iki mektubunun vurgusu “halkın geçim sıkıntısı” “servet-sefalet adaletsizliği”dir. Demirtaş’ın sola seslendiği iki mektupta da Kürt sorunundan göstermelik olarak bile söz edilmemektedir. Daha da kötüsü birinci mektupta PKK’nin Bingöl’deki saldırısı işçilere yönelik bir saldırı olarak sunulmuş ve kınanmıştır. Demirtaş aynı zamanda hem birinci mektubunda hem de ikinci mektubunda sola seslenirken HDP’ye seslenmediğini açıkça belirtmiştir. Birinci mektubunda “Sol bir konferans düzenlesin HDP de eminim bunun içinde yer alır.” diyerek daha baştan HDP’yi soldan ayrı, solla ilişkisi destekçi düzeyinde olan bir pozisyona çivilemiştir. İkinci mektubunda “HDP sol mudur… diye tartışmak üzere bir konferans önermemiştim” diyerek HDP’nin bu pozisyonunu perçinlemiş, HDP’yi tümüyle tartışmanın dışına çıkarmıştır.
Demirtaş’ın muradı solun “geçim sıkıntısı” ve sosyal politikalar temelinde bir konferans düzenlemesi, bu temelde kendi Cumhurbaşkan adayını dahi çıkarmadan, etliye sütlüye karışmayan, karıştığı oranda da Millet İttifak’ına örtük ya da mahçup destek veren bir seçim kampanyası yürütmesidir. Önerilen sol konferans da esas olarak HDP’nin bağımsız varlığını ortadan kaldırmayı, HDP’nin kendi adaylarını bu sol konferansın adayları olarak göstererek onu en azından görünmez kılmayı amaçlamaktadır. Demirtaş’ın Sol Blok’u HDP’yi görünmez kılan, Kürtlerden asla ve kata söz etmeyen, emekçilerin gündelik sorunlarınını da bu kaçak güreşi kamufle etmek için öne çıkaran bir sol bloktur.
Demirtaş’ın ifade ettiği perspektifin sözcülüğünü de, öteden beri kendisine CHP ile HDP arasında çöpçatanlık görevini koymuş TİP üstlenmektedir. HDP, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tutumuna dair bilinçli olarak ketum davranırken, onun meclisteki kendi pasif tutumunu kamufle etmek için bilinçli olarak destek verip öne çıkardığı TİP Kılıçdaroğlu ve CHP ile dostane temaslarını sıkılaştırmaktadır. Tüm sosyalistler daha birinci turdan itibaren Millet İttifakı’nın adayını desteklemelidirler görüşünü de o CHP kanalı senin bu CHP kanalı benim dolaşarak pervasızca ifade etmek de elbette bu partinin başkanı, “Sayın Kılıçdaroğlu’nu makamında ziyaret edip konukseverliği için CHP’ye teşekkür eden” Erkan Baş’a düşmüştür.
Daha dört beş sene öncesine kadar komünist adını kimselere bırakmayacağına dair yeminler edip sokaklarda kavga eden bir partinin genel başkanının düştüğü bu hazin durumu değerlendirmek kuşkusuz bu partide yer alıp da devrimcilik iddiasını taşıyanlara düşer. Ama soldaki safların netleşmesi için HDP’nin onayı ve desteği ile sol içinde CHP’ciliğin katalizatörlüğünü üstlenen bu partinin “HDPsiz ittifak olmaz” saptamasının ne anlama geldiğinin açıklığa kavuşturulması şarttır. TİP yetkilileri “HDPsiz ittifak olmaz” derken HDP’nin kendi kimliği ve bugüne kadar (diyelim ki Kürt sorunu olarak kodladığı sorunda) bayraklaştırdığı taleplerle yer aldığı bir ittifakı kastetmiyorlar. Kastedilen HDP’nin, kendi kimliğini gizleyerek, Millet İttifakı’nın “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “geçim sıkıntısı” kampanyasına genel bir sol blok içinden destek vermesidir.
Sol Parti-EMEP cenahında TKP desteği ile pişirilen “halk ittifakı” özellikle TKP tarafından üstüne basa basa vurgulanan “HDPsiz ittifak” vurgusuyla görünüşte Demirtaş’ın tam karşısında yer almaktadır. Halbuki, taşıdığı dar grupçu kaygılar bir yana bırakılırsa, bu formülasyon da tıpkı Demirtaş’ın formülasyonu gibi Millet İttifakı’na hizmet etmektedir.
Muhtelif parti yetkililerinin basına “çıtlattıkları” görüşlere bakılırsa bu ikinci ittifak girişiminin temel gerekçesi HDP’nin düzen partilerinden bağımsız davranmamasıdır. Bu partiler güya düzen partilerinin gölgesinde yapılan bir ittifak yerine “halkın ittifakı”nı tercih etmektedirler.
Bu yaklaşım tümüyle tutarsızdır. Zira her şeyden önce Sol Parti ve EMEP başından itibaren, TKP ise İstanbul’daki tekrar seçimde adayını çekerek Millet İttifakı’nı desteklemiştir. Yaklaşan seçimlerde de Millet İttifakı’nın adayını hiçbir koşul altında desteklemeyecekleri yönünde bir açıklamaları yoktur. Dahası seçim ittifakı gibi çok daha konjonktürel bir eylem birliği içinde yer almaktan imtina eden EMEP ve TKP demokrasi mücadelesi gibi çok daha uzun soluklu bir mücadelede HDP ile yan yana durmaktan hiçbir rahatsızlık duymamaktadır. Geride bıraktığımız Haziran ayında düzenlenen Demokrasi Konferansı’nın bileşenleri arasında HDP, EMEP, TKP ve CHP birlikte yer almaktadır. Konferansın asıl çağrıcısı ise HDP’nin 2014’te cumhurbaşkanı adayı olarak göstermek istediği eski CHP Milletvekili Rıza Türmen’dir. CHP ile birlikte demokrasi mücadelesi vermekte beis görmeyen EMEP ve TKP düzen partilerinin gölgesinde bulunmaktan en son rahatsızlık duyacak kesimler olsa gerek.
Alper Taş CHP adayı olarak, İyi Parti bürosunda Meral Akşener’in resminin altında seçim çalışması yürütmemiş miydi? Halkevleri ve EMEP ortak basın toplantısı düzenleyip 2019 belediye seçimlerinde Millet İttifakı’nın adaylarına oy istemedi mi? Yerel seçimlere komünist propaganda yapmak iddiasıyla katılan TKP ve TKH iptal edilen İstanbul seçimi’nden sonra Amerikancı Muhalefet’in baskısına boyun eğerek kendi adaylarını seçimden çekmediler mi? Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kalırsa bu akımlar içinde “Düzen adaylarına oy verme!” çağrısında bulunan çıkacak mı? Kendisi Millet İttifakı ile bu kadar içli dışlı olan akımların Millet İttifakı’nın gölgesini bahane ederek HDP’den uzak durması inandırıcı olabilir mi?
Bu kesimler HDP ile ortak bir seçim ittifakı kurdukları zaman “güçsüz olduğumuz için, yeterli imzayı bulamadığımız için bir Cumhurbaşkanı çıkaramıyoruz” bahanesinin arkasına sığınamayacaklarının da farkındadırlar. Oy alma ihtimali olan bir sol adayı çıkararak Millet İttifakı’nı sıkıştırmak bu kesimlerin isteyeceği son şeydir. Tercih ettikleri yöntem daha başından Cumhurbaşkanlığı seçimlerini pas geçen, Tayyip Erdoğan ve Millet İttifakı’nın adayı karşısında net bir konum ve tutum belirlemekten kaçan, seçimlerin odağına “emeğin sorunlarını” oturtan bir çizgidir. Bu kesimlerin üçüncü cepheden anladığı Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışırken “halkın geçim sorunlarını” gündem etmektir.
Üçüncü Yol Tercihi Her Zaman Menşevizme ve Sınıf İşbirliğine Varır
Üçüncü yol tartışmalarının yolunun her zaman sınıf işbirliğine çıkması tesadüf değildir. Zira bu tartışmaların kökeninde bolşeviklerle menşevikler arasındaki ilk esaslı taktik tartışması vardır. 1905 devrimi sırasında Menşevikler otokrasinin yıkılması ve bir kurucu meclisin toplanması sorununu esas olarak hakim sınıfın iki kesimi olan Otokrasi ve Burjuvazi arasındaki bir sorun olarak tarif etmişler, bu sorunda kendi rollerini burjuvazi üzerinde emeğin sorunlarını gündem ederek basınç oluşturmak, devrim sırasında aşırı muhalefet partisi olmakla sınırlamışlardır. Başka bir deyişle otokrasi ile burjuvazi kurucu meclise dair çarpışırken emeğin sorunlarını merkeze alan bir üçüncü yol tarif etmişlerdir. Buna karşılık bolşevikler ise kurucu meclis sorununu kendi sorunları olarak tarif etmişler ikisi hakim sınıftan biri de emekçilerden oluşan üç pozisyonun bulunduğu görüşünü reddetmişlerdir. Bolşevikler esas olarak kurucu meclis sorununa üç değil iki şekilde yani devrimci ve karşı devrimci şekilde yaklaşmanın mümkün olduğunu savunmuşlar, hakim sınıfın bir bütün olarak karşı devrimci cephede yer aldığını ilan edip devrimci cephenin önderliğine savunmuşlardır.
Bugün yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle aynı tartışmanın tekrarlandığını görmek zor değildir.
Üçüncü yolu/cepheyi savunanlar Tayyip Erdoğan sorunun esas olarak hakim sınıf içi bir tartışma olduğunu ve bu kesimlerin mücadelesine bağlı olarak çözüleceğini kabul etmektedirler. Hatta kimileri Erdoğan’ın biletinin çoktan kesildiğini, bir restorasyonun gelmekte olduğunu ifade etmektedir. Bunu söyleyen sadece yeni Türkiye’nin inşasında Türkiye solunu sorumluluk almaya, bürokraside kadrolaşmaya davet eden Demirtaş değil aynı zamanda restorasyon planının çoktan başladığını söyleyen TKP ve diğer akımlardır.
Geçinemiyoruz Eylemlerinin Gösterdikleri
Kasım ayının son günlerinde döviz kurunun ani yükselişiyle birlikte Türkiye’nin dört bir yanında “Geçinemiyoruz!” eylemleri patlak verdi. Yüze yakın semtte “Geçinemiyoruz!” içeriğindeki sloganlarla yürüyüşler yapıldı. Bu eylemlerin çoğunda “Hükümet İstifa!” “Erken Seçim!” sloganları yankılandı.
Sonradan Arap Baharı adını alacak uluslararası eylem dalgası 2010 Aralık’ında Tunus’ta geçim sıkıntısı çeken emekçi işportacı Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla birlikte patlak vermişti. “Geçinemiyoruz!” eylemlerine bakarak Türkiye’nin de benzer bir durumun içinde ya da arifesinde olduğu/olabileceği hayallerini kuranlar az değildir. Halbuki bu eylemler geçelim Tunus’taki doğrudan hükümet karşıtı bir ayaklanmaya dönüşen protestolara, 2001 krizi sırasındaki eylemlere dahi benzememektedir.
“Geçinemiyoruz!” eylemleri kitlelerin spontane eylemlerinden çok esas olarak sol akımların kendi kadrolarının gerçekleştirdikleri eylemlerdi. Sol kadroların kendi kadro ve ilişki ağını eylemlere taşımasında şüphesiz yanlış bir şey yoktur. Ancak izaha muhtaç nokta sol akımların zaten kendi disiplini altında olan bu kesimleri bugüne kadar Türkiye’deki muhtelif gündemlerde niye sokağa taşımadıklarıdır.
Bu durumun kuşkusuz bir açıklaması solda yaygın olan “ekonomik sorunların kitleleri isyan ettireceği” beklentisidir. Ancak varolan durumu bu tür bir beklentiyle açıklamak sol akımlardaki gerçekçilik duygusunu tümüyle küçümsemek anlamına gelecektir. Bu tür beklentiler esas olarak deneyimsiz kadrolar için ninni niyetine pompalanır ama bu eylemlerin başını çeken akımların niyeti “Hükümet İstifa!”, “Erken Seçim!” taleplerinde gizlidir. Her iki talep de esas olarak Millet İttifakı’nın talebidir.
Hükümet yerine alternatif bir hükümet adaynının bulunmadığı koşullarda seçimlerde izleyeceği net bir politika, net olarak desteklediği bir aday olmadan, “Hükümet İstifa!” yahut “Erken Seçim!” talebinde bulunmak “Oylar Millet İttifakı’na!” demenin öteki adıdır. “Geçinemiyoruz!” eylemleri bir bütün olarak bu çizgide dolu dizgin ilerlemektedir. Seçimlerde bağımsız bir pozisyona sahip olmadan yapılan sokak vurgusu esas olarak Millet İttifakı’na sandıkta destekten başka sonuç üretmeyecektir.
Bugün sokak vurgusu yapan sol akımların büyük bir çoğunluğu CHP’yi sokağa yönelik aktif bir çağırı yapmadığı için eleştirmekte, seçimlerin adil bir şekilde gerçekleşmesini sağlayabilmek, Erdoğan’ın oyları çalmasının önüne geçmek, seçimi kaybeden Erdoğan’ın koltuğunu terk etmeye zorlayabilmek için kitle eylemlerinin olmazsa olmaz bir koşul olduğunu ileri sürmektedirler. Bu ve benzeri açıklamalar da esas olarak sandık sonuçlarını etkilemeyi amaç sokaktaki mücadeleyi de bu doğrultuda bir araç olarak gören bir yaklaşıma işaret eder. Halbuki tam tersi bir yaklaşımı benimsemek, yani Erdoğan’ın karşısında bağımsız bir kitle seferberliğini büyütmeyi amaçlamak bu amaca uygun bir seçim taktiği benimsemek, yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin her aşamasında düzen partilerinin karşısında yer almak gerekirdi.
Bugün Türkiye siyasetinin merkezine oturmuş Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair net bir pozisyon belirlemeden yapılan sokak hatta halk iktidarı/devrim vurgusu Millet İttifakı’na parlamento dışı destek sunmanın ötesine geçemez. Devrimci bir hareketi büyütmek isteyenlerin önce hiç bir koşulda düzen partilerini desteklemeyeceklerini, destekleyenlerle ortak bir zeminde durmayacaklarını açıklayacak siyasi cesareti göstermesi gerekir.
Yaklaşan Seçimlerde Ne Yapmalı?
O halde seçimlerde bağımsız ve devrimci bir ittifakın kendini öncelikle muhtelif toplumsal, siyasal konulardaki görüşleriyle değil Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki net ve bağımsız konumuyla ayırt etmesi gereklidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin belirli bir aşamasında Millet İttifakı’nı açık ya da örtük bir şekilde desteklemeye kapı aralayan hiçbir ittifak hangi devrimci iddiada bulunursa bulunsun emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız devrimci hareketini büyütemez.
Millet İttifakı’nın karşısında bağımsız bir tutum takınılıp takınılmadığını görmek için Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu beklemeye gerek yoktur. Millet İttifakı’nın bütün gayretinin HDP’nin kendi bağımsız kimliğiyle yahut kendi kimliğinin damgasını vurduğu bir ittifakla seçime girmesini engelleme yolunda olduğu koşullarda bağımsız bir emekçi hareketini yaratmanın ön koşullarından biri iç savaşın hedefi haline gelmiş HDP’nin kimliğini ve ağırlığını öne çıkaran bir ittifakla seçime katılmaktır. HDP’yi gölgeleyerek dışlamaya yahut bir ittifaka dahil etmeye çalışan tüm girişimler Millet İttifakı’nın hizmetindedir.
Tam da bu nedenle KöZ içinden geçtiğimiz süreçte bağımsız cephe ve ittifak çağrısında bulunan tüm güçlere HDP’yi bu ittifakın merkezine oturtmaya çağırıyor. HDP’nin kendi kimliği ve ağırlığıyla bir ittifakta yer alması KöZ’ün arkasında duran komünistlerin o ittifakı destekleme koşullarımızdan biridir. HDP’yi dışlamaya, sessizleştirmeye, görünmez kılmaya yönelik tüm girişimler komünistler açısından Millet İttifakı’nın dümen suyunda giden ve bu nedenle teşhir edilmesi gereken tasfiyeci projeler olarak kabul edilecektir.