ABD Seçimleri Yaklaşırken Amerikan Emperyalizmi

Bu yıl Kasım ayında yapılacak olan ABD seçimlerini ABD’nin güncel siyasetine ve ABD emperyalizmine dair tespitler ışığında değerlendirmekte fayda var. 2024 seçimleri önceki seçimin kazananı demokrat Biden ve 2016 seçiminin kazananı Trump arasında başladı. Trump kendi başkanlığı döneminde çok masraflı olduğu gerekçesiyle Afganistan ve Irak’tan çekilmesi benzeri bir tutumu savunarak başkan olduğu takdirde yirmi dört saat içinde Ukrayna-Rusya savaşını bitireceğini ilan ediyor; diğer taraftan devamlı Çin’den dem vursa da Çin ile daha barışçıl bir politika izlemeye çalışacağının da sinyallerini veriyordu. Biden ise “Amerikan düzeninin” dimdik ayakta olduğunu kanıtlamak için seçimlere giriyordu.

ABD’deki müesses nizam açısındansa azlettiği Trump’ı yeniden başkan olarak görme “riski” gündeme gelmişti. Bu duruma ilk müdahale başkanlık tartışmaları sonrasında alay konusu olan Biden’ın adaylıktan çekilmesinin sağlanması ve yerine yardımcısı Kamala Harris’in getirilmesiyle oldu. Harris’in adaylığı demokratlar cephesinde Biden’a göre daha fazla heyecan ve umut yaratsa da belirsizlik ve Amerika’nın içine girdiği krizde hareket edememe hâli devam etmekte.

Üstelik bu belirsizliğe 2016 ve 2020 seçimlerine göre daha fazla kriz dinamiği eklendi. 2016 seçimlerinde Trump ayrıcalıklarını kaybetmiş veya kaybetmekte olan beyaz Amerikalı işçi sınıfının kaygılarına yönelik bir seçim kampanyası yürütmüş, bu kesimlerin desteğiyle seçimleri kazanmıştı. 2020 seçimlerinde ise Sanders “Trump’ın tam tersi bir figür” olarak demokratların adayı olmak için yarışmıştı. Ancak Sanders’ın kaşıdığı kaygı da Trump’ınkiyle aynıydı. Her ikisinin de diriltmeye çalıştıkları Amerikalı ayrıcalıklı işçilerin eski güzel günleriydi. 2020’de Sanders aday olamadı, Trump ise seçimleri kazanamadı. Ancak hitap ettikleri dinamik Amerikan toplumunda gittikçe büyümekte.

Öte yandan bu toplumsal gerçeğe bakarak 2016’da Trump’ın kazanmasını, yaklaşan seçimlerde de kazanma ihtimali olan bir aday olmasını salt halkın tepkisinin bir ürünü olarak yorumlamak yanlış olur. Zira hem 2016’da hem 2020’de Trump’ı açıkça destekleyen milyarderler bulunmaktaydı. Burjuvazinin yeni finans kapitali temsil eden “Silikon Vadisi” kanadı Demokrat adayları desteklerken, üretim/finans sektöründen çok medya/eğlence ve emlak sektöründe öne çıkan Rupert Murdoch, Isaac Perlmutter gibi eski sermayedarlar tehdit altındaki kendi pozisyonları için bir çözüm arayışına girişerek Trump’ın destekçileri olmuştu. Bugünse daha farklı sermayedarlar da Trump’ı destekliyor. Elon Musk, Peter Thiel gibi finans ve teknoloji zenginleri bugün Trump’ı açıkça destekliyor, Elon Musk- Trump röportajında da görüldüğü gibi sahip oldukları imkanları Trump kampanyası için kullanıyorlar. Bu sermayedarların Trump’ı desteklemesi salt bir ideolojik yakınlıktan kaynaklanmıyor. Aksine, Trump’ın savaşları ve ABD’nin Ortadoğu’daki askeri varlığını bitirmeye yönelik hamleleri, Çin ile daha yakın Elon Musk gibi figürlerin destekleyeceği, çıkarlarıyla daha uyumlu bir dış siyasete işaret etmektedir. Bugün önceki iki seçimden farklı olarak ABD sermayesinin içinde geleneksel ABD politikalarına – özellikle dış politikalara- destek vermeyen kesimlerin olduğunu hesaba katmak gerekir. Bugün ABD’de monolitik olarak geleneksel ABD dış siyasetini destekleyen ve çıkarları bu siyasetle örtüşen bir burjuvaziden bahsetmek mümkün değil. ABD’de yarılma yalnızca kitleler, demokratlar ve cumhuriyetçiler arasında değil, sermayedarlar arasında da gittikçe büyümekte, bu da ABD’yi daha hareket edemez kılmaktadır.

ABD’deki Yarılma Diğer Emperyalist Odaklara da Yansıyor

ABD’nin bugünkü belirsiz duruşu ve bu belirsizlik geçene dek ortaya çıkan çekingen durumun yalnızca ABD’yi ilgilendirdiğini düşünmek yanlış olur. Bu durum bir yandan ABD’nin müdahalelerinde daha başarısız olmasının önünü açarken öbür taraftan farklı emperyalist odaklar ya da emperyalist kavganın göbeğindeki işbirlikçi hükümetler için de fırsatlar yaratıyor.

Venezuela’daki seçim sonrası Maduro’nun seçimi hile yaparak kazandığı iddiasıyla eylemler patlak verdi. Üstelik bu kez Maduro karşıtı eylemlere sadece Amerikancı liberal ve ayrıcalıklı kesimler değil, varoşlardan da katılanlar oldu. 2002’den beri Venezuela’da hükümet karşıtı kitlesel hareketleri ve ayaklanmayı destekleyen ABD daha çok liberal ve ayrıcalıklı kesimleri harekete geçirmeyi başarmıştı. Bugünse Chavismo’nun tabanına da ulaşan Maduro karşıtı öfkeye rağmen ABD’nin bu sürece kendi çıkarlarıyla örtüşecek düzeyde müdahale edemediği de ortadadır.

Ukrayna-Rusya savaşında ise yine ABD’nin adımlarına doğrudan bağlı bir belirsizlik hüküm sürmektedir. Trump’ın kazanması durumunda Ukrayna’da daha fazla askerî destek vermeyip savaşı yirmi dört saat içinde sonlandıracağını söylemesiyle telaşlanan ve ABD’nin rakibi emperyalistlerden de destek bulan Ukrayna, Kursk’a gerçekleştirdiği harekata karşın kendi cephelerinde mevziler kaybediyor. Rusya bu durumu kendi lehine değerlendirmekte, kısmen orduya asker devşirmekte zorlanmaktan ötürü, geri kalıyor.

Filistin cephesinde ise en belirleyici gelişmelerden biri yaşandı. Anadili Azerice olan ve Kürtçeyi Azerice ve Farsça kadar akıcı konuşabilen, Batı ile problemleri bir tüccar gibi çözeceğini vaat ederek İran rejiminin onayı ile seçilen Mahabadlı liberal siyasetçi Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreni için Tahran’da bulunan Hamas lideri Haniye suikaste uğradı. Daha önce Köz sayfalarında Aksa Tufanı Operasyonu’nu İsrail’in iç işlerine yönelik bir müdahale olarak yorumlamıştık. Hamas’ın bu saldırıda hedefi İsrail’in Filistin Kurtuluş Örgütü yerine kendisini siyasi anlamda asıl muhatap kabul etmesi idi. ABD’nin Netanyahu’dan hoşnutsuzluğundan da beslenen ve 6 Ekim’den önce haftalarca Netanyahu aleyhinde süren kitle eylemleri de bu anlamda Hamas için olumlu bir hava oluşturmuştu. Netanyahu’nun geçtiğimiz haftalarda ABD’de yaptığı gövde gösterisi ve hemen sonrasındaki Haniye suikasti, ABD’de yaşanan siyasi belirsizlik ve boşluk ortamından cesaret almıştır. Suikasti gerçekleştirenin kim olduğu spekülasyonuna girmeksizin, bu gelişme ABD seçimleri yaklaşırken büyüyen yarılmayla örtüşmektedir.

Türkiye’nin Açmazları

Ne Amerika ile ne de Amerikasız yapabilen Erdoğan için yaklaşan ABD seçimleri başat bir kriz dinamiği. Erdoğan 2015 yılında ayakta kalabilmek için MHP’nin ona sunduğu imkânlara yaslanarak içsavaşı başlatmıştı. İçsavaşın ardından Atlantikçilikle ilişkisi gerilimli bir hâl alan Erdoğan, 2016’da Trump’ın seçilmesiyle rahat bir nefes almış, Trump’ın içsavaşın seyrine müdahale etmemesiyle ABD ile ilişkilerinde daha esnek davranabilmiş, 2015-2020 sürecinde içsavaşı en yüksek hatta sürdürürken daha pervasız davranabilmişti.

Bugünse Erdoğan’ın iç siyasetten farklı beklentileri var. 2020’den beri, içsavaşın yükünü de taşıyamaz hâlde. Bu nedenle Erdoğan sözde demokratikleşme adımları atarak ABD’ye yanaşmak, içsavaşı ivmelendirerek sürdürmek değil, normalleşme sürecine girerek içsavaşı bitirmek istiyor. Üstelik 2023 Cumhurbaşkanı seçiminin ardından akıbeti yeni bir anayasayı yapabilmesine bağlı olan Erdoğan’ın Cumhur İttifakı içindeki pozisyonu zayıfladıkça Amerikancı CHP’ye olan ihtiyacı da artmaktadır.

Erdoğan-ABD ilişkisinin seyrinde asıl belirleyici tarafın Erdoğan değil ABD olduğu göz önünde bulundurulursa bu tablodan anlamlı bir sonuç çıkarılabilir. Yaklaşan ABD seçimlerini Demokratların kazanması, 2016’dakinin aksine Erdoğan’ın elini güçlendirecektir. Zira Biden-Harris çizgisiyle barışıp yeniden tesis edilen Amerikan düzeni içerisinde kendine de yer bularak CHP ile anlaşması, içsavaşta makul bir hatta kayması ve içsavaşı sürdürmek isteyen MHP kanadını etkisizleştirmesi için eline gerekçe verecektir.

Olası bir Trump zaferi ise Erdoğan’ı kurtulamadığı içsavaş batağına daha da sürükleyecektir. Zira Biden-Harris çizgisinin destekleyeceği müesses çizgi devam etmediğinde 2016’daki içsavaş çizgisini sürdürmek isteyenlerin eli kuvvetlenecektir. ABD ile uyumlu “demokratik” bir anayasa yapma, Amerikancı muhalefetten medet umma, ülkenin bekası için ABD ile aynı çizgide olmanın gerekçesi de kalmayacaktır. Bu koşulda daha makul, daha demokrat bir atmosfer değil tersine Can Atalay oturumunda mecliste yaşanan provokasyon benzeri provokasyonların artacağı bir atmosfer beklemek gerekir. Trump’ın kazanması 2016’da nasıl Erdoğan’ın krizini yavaşlattıysa bugün terse işleyerek kriz dinamiklerini arttıracaktır.

Elbette bu durum Demokrat Biden-Harris çizgisi kazandığı koşulda Erdoğan’ın reformları gerçekleştirebileceği, çelişkilerini ortadan kaldırıp yeni bir anayasa yaparak 2028 seçimlerine gidebileceği anlamına gelmez. Zira Erdoğan’ın emelleri önünde kökü daha derine dayanan yapısal engeller de vardır.

Amerikancı Kemer Sıkma Politikalarının Akıbeti

2023 seçiminin ardından Erdoğan’ın kabinesinde dikkat çeken isimlerden biri Amerikancı Mehmet Şimşek olmuştu. Şimşek IMF’ci pozisyonuyla Amerikancı muhalefete “fikirlerimiz iktidarda” nefesi aldırmıştı.

Oysa Erdoğan’ın Şimşek tercihi ani bir fikir değişikliğinden ziyade küresel ölçekte Türkiye’den daha çok hissedilen ekonomik bunalımın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Batı merkez bankaları banknot basıp piyasaya enjekte ederek ekonomik bunalımın önüne geçememişti. ABD ve Avrupa ekonomilerinde kriz dinamikleri yeniden yükselmiş, bu durumun Türkiye’nin içsavaş koşullarında artan siyasi riski ile birleşmesi, yurtdışından Türkiye’ye sermaye akışının önünü kesmişti. Bu da Erdoğan’ın sermaye akışını arttırabilmek adına Amerikancı Şimşek ve ekibinden medet ummasıyla sonuçlanmıştı.

2023 parlamento seçimlerinin ardından Köz sayfalarında Şimşek programının Erdoğan için sürdürülebilir olmadığını ifade etmiştik. Zira AKP’nin 2023 parlamento seçimlerindeki oy oranı, bütün devlet desteğine karşın 2002 seçimlerinden sonraki en düşük düzeyindeydi. Üstelik bu düşüş AKP’nin seçmen tabanının büyük çoğunluğunu oluşturan asgari ücrete tabi çalışanların maaşlarının henüz budanmadığı bir döneme denk gelmekteydi. Dolayısıyla içsavaş sürerken tabanını korumak isteyen hükümetin yerel seçimler öncesinde Şimşek ve ekibinin vaat ettiği istikrar politikalarının aksine, genişlemeci mâlî siyaseti de terk edemeyeceğini anlatmıştık. Nitekim yerel seçimlere kadar olan süreçte bir yanda IMF’ci diğer yanda genişlemeci mâlî pozisyon beraber götürülmeye çalışıldı.

Bugün gelinen noktada ise Erdoğan’ın seçmen tabanının krizi 2024 seçimleri arifesine göre büyümüş hâldedir. Bugüne dek genişlemeci politikasını ayrıcalıklı kesimlerin maaşlarını budayıp asgari ücretin alım gücünü sabit tutma yöntemiyle sürdürebilen Erdoğan, Temmuz asgari ücret zammını vermemiş, bu da seçmeniyle yaşadığı krizi daha da büyütmüştür.

Üstelik Şimşek ve ekibinin Amerikancı istikrar politikaları Erdoğan’ın seçmeninin alım gücünü koruyabilmesinin önündeki tek engel de değildir. Paradoksal bir biçimde Şimşek’in istikrar politikalarıyla çözmeye çalıştığı para ihtiyacı, servetin asgari ücret yoluyla yeniden dağıtımını da engellemektedir. Bu tablodaki açmaz kısmen Türkiye’nin kendi ekonomik durumuyla alakalı olsa da, dünyada sosyal devletin çöküşü ve işçi sınıfının ayrıcalıklarını kaybederek topyekûn proleterleşmesini hesaba katmadan bu durumu açıklamak mümkün olmaz.

Yükselen Sol mu Sağ mı?

Dünyada yükselen sağ ve yükselen sol tartışmaları kendini “sağ” veya “sol” diye tarif eden partilerin parlamenter seçimlerde aldığı oyların ışığında ilerliyor. Örneğin Temmuz ayında Britanya’da yapılan erken seçimleri İşçi Partisi yıllardır yıpranan muhafazakarlara karşı kazandı. İşçi Partisi’nin bu seçimde izlediği politik çizgi ve vaatleri daha önceden üzerinde durmaya çalıştıkları sosyal demokrat zeminde dahi değildi. Tersine İşçi Partisi’nin seçim öncekindeki en önemli vaadi, bize artık oldukça tanıdık gelen “Britanya’yı yeniden inşa etme” sözüydü. Ekonomik büyümeyi canlandırmayı temel öncelikleri olarak açıkladılar. Üstelik İşçi Partisi bu zaferi yüzde altmış ile en düşük katılımlı seçimlerden birinde aldı. Ancak bu yine de bir “sol zafer” olarak lanse edildi.

Benzer bir durum Fransa’daki seçimlerde de yaşandı. Büyük ölçüde tepki oylarıyla ilk tura geriden başlayan sosyalist ittifak seçimin kazananı oldu. Le Pen genel kitle desteğini kaybetmese de genç seçmenler çoğunlukla sosyalist ittifaka oy verdiler. Bu da yine Avrupa’da İtalya, Finlandiya, Hollanda, Macaristan, Slovakya ve Hırvatistan gibi sağ partilerin iktidara geldiği Avrupa için bir umut ışığı oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde Meloni gibi sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda korumacı şahsiyetlerin ortaya çıkması ve pek çok yerde de hükümet kurabilecek kadar oy alması esas olarak emperyalist metropollerde işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarının budanmasıyla ilişkili bir durumdur. Haklarında faşizm yakıştırması yapılan siyasetçiler, burjuvazinin bugün beslemekte zorlandığı işçi aristokrasisinin kazanımlarını geri getirme vaatleriyle kendilerine taban buluyorlar.

İşçi aristokrasisinin ayrıcalıkları herhangi bir hükümet politikasının sonucu olarak değil, finans kapitalin yükselişe geçmesi sonucunda kaybedilmiş ve sermaye birikimi bire bir aynı döngüyü aynı coğrafyada yaşamadığı sürece de geri döndürülmesi mümkün olmayan ayrıcalıklardır. Finans kapitalin dünya ölçeğinde içine düştüğü sıkıntı sadece belli bir kesimin imkanlarının kısıtlandığına değil, aynı zamanda devletin de bu yönetim koşulları altında bu kesimin ayrıcalıklarını korumak ve onları memnun etmek adına ağzına bir parmak bal çalma imkanlarının neredeyse ortadan kalktığına da işaret eder. Bu imkanlarla doğan ve devam edebilen merkezci, makul liberal demokrasinin de aynı şekilde yerinde durması olanaksız hâle gelmekte. Daha net söylemek gerekirse dünyada tanımı ABD’nin uyguladığı baskı ve şiddetle belirlenmiş olan liberal parlamenter demokrasinin ilkeleri ve liberal demokrasinin öngördüğü makul merkez siyaseti bu sefer dünyada ABD’den başlayarak gittikçe geçersizleşmektedir.

Bu tabloda asıl siyasi krizde olanlar kuralları eskiye dayanan siyasi yöntemler; kriz sonucunda durumu en hızlı etkilenenlerse, özellikle Batı metropollerinde, son yıllarda hızlanan şekilde ayrıcalıklarını kaybetmekte olan kesimlerdir. Bu şartlar altında yükselen sağ ya da sol tarafından değil, yükselen geriye dönüş hülyaları tarafından şekillenen parlamenter siyasetten bahsedebiliriz. Ancak bu siyasetten sadece bahsedebiliriz, zira bugün gerçek anlamda sosyal devleti yeniden ayağa kaldırmanın da işçi aristokrasisini yeniden inşa etmenin de nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.

Yükselen sol mu sağ mı sorusuna ise parlamento dışındaki unsurlara bakıldığında bir yanıt bulunabilir. Sol ya da sağın yükselişini oy oranları üzerinden değil, eylemliliğin artması ve kitle hareketliliğinin siyasi bir güce tahvil edilebilmesi üzerinden ölçmek gerekir. Bu siyasi güç parlamenter bir güç olmak zorunda değildir, ancak öyle olması da mümkündür. Bugün yükselen sağ, örneğin Meloni ya da yükselen sol örneğin Britanya İşçi Partisi kitlesel eylemlerinin hasadını alarak iktidara gelseydi arada bir ilişki kurmak mümkün olabilirdi. Ancak bugün herkesin kullandığı biçimde yükselen sağ ve sol tanımları, seçmen tercihlerinden öte bir veriyi yansıtmamaktadır.

Ancak ezilenler ve ezilen uluslara yönelik kitlesel desteğin eylemlilikle gösterilmesi yükselen sol için bir veri olarak kullanılabilir. Bugün dünya genelinde özellikle de ABD’de hâlen süren Filistin eylemleri solun yükselişine bir örnektir. ABD Vietnam Savaşı’nın ardından ilk defa bu denli kapsamlı ve bu denli militan bir eylemlilikle karşı karşıya. Elbette 1960-70’lerdeki savaş karşıtı eylemlerle bugünkü eylemleri kıyaslayınca bugünkü eylemlerin politik açıdan daha pusulasız, daha liberal perspektifli oldukları görülebilir, ancak bunu tek başına eylemlerin sorunu olarak görmek doğru olmaz. Zira Vietnam Savaşı sırasında Vietnam’da desteklenebilecek bir devrimci mücadele vardı. Yine ABD’de Vietnam Savaşına karşı eylemlerin başladığı dönemde Cezayir bağımsızlık savaşını henüz kazanmıştı, Angola’da sömürge karşıtı bir savaş verilmekteydi. Savaş karşıtı hareket her iki ülkede de ulusal devrimci hareketler ile diyalog halindeydi. Bugün böyle ulusal devrimci hareketlerin yokluğunda ortaya çıkan savaş karşıtı hareketin 60-70lerin atmosferinde şekillenen savaş karşıtı bir hareketle aynı idealleri taşıması mümkün olmaz. Bugün de devrimci hareketler ortaya çıktığı oranda yükselen solun parlamenter yöntemler yerine siyasi bir güce tahvili mümkün olacaktır.

Normalleşme Kimin İmkânlarını Sınırlıyor?

Bir tarafta ABD’nin gerilemeye devam etmesi, diğer tarafta ise emperyalistler arası paylaşım kavgasının keskinleşmesi yeni bir paylaşım savaşının nesnel zeminini hazırlıyor. Paylaşım kavgasının taraflarının savaşa kararlı bir şekilde girmeyi göze alamaması, barış sağlanmasının imkânları olduğu anlamına gelmediği için emperyalistler arası ilişki ağı sürekli ölçeği ve kapsamı artan savaş ve çatışmaları üretiyor. Ukrayna ve Filistin’deki savaşlar bu çelişkili kavganın son bilinen örnekleri; aynı zamanda ileride de benzer örnekler göreceğimize dair işaretler.

Türkiye’de ise yerel seçimler Amerikancı muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından dağılmadığını, projenin CHP’nin Altılı Masa’nın tüm aktörlerini kendi bünyesinde topladığı ve masadaki çıkıntı Akşener’i tasfiye ettiği yeni bir biçimde sürdüğünü gösterdi. ABD’nin operasyonel aygıtı olmaya en müsait parti olan CHP’yi muhalefetin başat aktörü konumuna getirdi. Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı olabilmesi için anayasayı değiştirmeye mecbur olması, Cumhur İttifakı içindeki gittikçe zayıflayan rolü nedeniyle anayasayı değiştirme pazarlığında CHP’yi muhatap almak zorunda kalmasına neden oldu. AKP ile CHP arasındaki bu yakınlaşma tekrar normalleşme beklentileri yarattı, bu beklentiyle hareket edenleri ise tıpkı 2007-2013 arasındaki gibi bir sürecin mümkün olduğu öngörüsü ile bu sürecin peşine taktı.

1999’da başlayan büyük yeniden yapılandırma projesinin bir konağı olan 2007-13 süreci Ergenekon operasyonları, Kardeşlik Projesi, Milli Birlik Beraberlik Projesi adlarıyla devam eden “Kürt Açılımı” ile başlamış, akamete uğramadan önce Çözüm Süreci adıyla yine büyük umutlar yaymıştı.

2007’de genelkurmayın yargılamalarla darbe alıp siyasetin dışına sürüldüğü, bir muhalefet boşluğu yaşandığı süreçte, muhalefet boşluğunu doldurma, Türkiyelileşme, “sokağın sesi olma” gibi iddiaları ile hükümet üzerinde bir basınç unsuru olan DTP, çatı partisi girişiminden HDK’ye bir dizi araçla toplumsal muhalefetin sözcülüğünü üstleniyordu. Çözüm süreci nedeniyle AKP ile görüştüğü için de CHP ile arasına mesafe koyuyordu. Bu durumun kendisi bir yumuşamayı ifade etse de 2013’ten sonra, özellikle de 7 Haziran seçimleri sonrasında bu tablo değişti.

Bugünkü süreci de, aradaki önemli farkları unutmadan, bu umut ve beklentilere bakarak bir ikinci çözüm süreci, yahut birinci çözüm sürecinin karikatürü olarak adlandırmak mümkün. Erdoğan’ın ayakta kalmak için bir anayasal çözüme ihtiyacı var. O dönem Ergenekon operasyonlarından medet umanlar bugün de Sinan Ateş davasının ilerlemesiyle başlayacak yeni bir MHP operasyonundan medet umuyor. O dönemki “yumuşama” sürecinde binlerce BDP’li hapisteydi, bugün daha da fazla DEM mensubu içeride. O dönem masanın bir tarafında Erdoğan, diğer tarafında postacılıkla muhataplık arasında gidip gelen HDP oturuyordu; bugün Erdoğan’ın karşısında gücünü ve prestijini arttırmış CHP var. O dönem konu “otuz yıllık savaşı bitirmek”ti, bugünkü konu ise odağında Erdoğan’ın akıbeti meselesinin durduğu içsavaşı bitirmek. Her iki süreç arasında daha da önemli bir fark var. O dönemde, CHP’nin içinden çıkamadığı sefil durum ve iç çekişmeler girdabı, OYAK ve TÜSİAD, TSK ve hükümet arasındaki çekişmeler toplumsal olduğu kadar siyasal partiler zemininde de bir muhalefet boşluğu yaratmıştı. Siyasal iktidar hedefi taşımaktan ısrarla kaçınan DTP/BDP bu boşluğu dolduramasa da bu boşluktan besleniyor, bu boşluğu doldurmaya aday büyük güç olarak siyasal zeminde kendisine yeni ve giderek genişleyen bir alan açıyordu.

Bugün bir muhalefet boşluğundan çok bir hükümet boşluğu var. Bir rejim krizinin mevcut olduğu koşullarda demokratik talepler uğruna verilen mücadelenin gereklilikleri bir ve aynı değil. Bugünkü koşullarda bu tip bir mücadelenin öncüsü olmak, bu iddianın gereğini yerine getirmek üzere hareket etmek, iktidarı almak üzere bir niyeti ve hazırlığı gerektirir. Bugün rejim krizi, kendini dayatan bir anayasa krizi olarak somutlanırken, geçen süreç zarfında muhalefet boşluğunu dolduramayan HDP/DEM gücünü korusa da, hükümete karşı muhalefetin komuta kademesinde itibarını tazelemiş CHP oturuyor. CHP sadece Erdoğan’la, Mehmet Şimşek’le görüşmüyor. Kılıçdaroğlu projesini, 31 Mart’ın meşruiyetini de arkasına alarak sürdürüyor, DEM’le dirsek temasını koruyor, Kobane duruşmalarını takip ediyor, kayyımları kendi meşrebince protesto ediyor. Aynı zamanda kendi kontrollü çizgisinde emekliler, öğretmenler, çiftçiler için protesto mitingleri düzenliyor. CHP toplumsal siyasal muhalefetin merkezine yerleşirken, gücünü yitirmemiş DEM, çerçevesi CHP tarafından çizilmiş muhalefet bloğunda solu denetim altında tutup hareket ettirme görevini üstleniyor. Asıl muhalefetin ve muhatabın CHP olduğu koşullarda onun dışarıdan destekçisi DEM, CHP ile mesafeli olamadığı, siyasal olarak bağımsız söz söyleyemeyip bu alanı CHP’ye terk ettiği oranda toplumsal muhalefet siyaseti yapmak için HDK gibi araçları öne çıkarıyor, daha dar gündemlere hapsoluyor.

Ezilenler ve Emekçiler için Ortaya Çıkan Fırsatlar

1 Eylül yaklaşırken her kafadan ayrı bir barış projesi çıkıyor. Türkiye ile Suriye barışsın diyenler, Ukrayna Rusya ile barışsın diyenler, Türkiye’de helalleşme süreci tamamlansın, düşmanlıkları arkamızda bırakalım diyenler, normalleşme tamamlansın ve içsavaşın tarafları barışsın isteyenler… Ancak çizdiğimiz somut tablo bu barış temennilerinin nasıl asılsız olduğunu da gösteriyor.

Bir tarafta ABD’nin gerilemeye devam etmesi, diğer tarafta ise emperyalistler arası paylaşım kavgasının keskinleşmesi yeni bir paylaşım savaşının nesnel zeminini hazırlıyor. Paylaşım kavgasının taraflarının savaşa kararlı bir şekilde girmeyi göze alamaması, barış sağlanmasının imkânları olduğu anlamına gelmediği için emperyalistler arası ilişki ağı sürekli ölçeği ve kapsamı artan savaş ve çatışmaları üretirken normalleşme çabaları, barış temennileri yahut “yeni bir çözüm süreci” bu çatışmaların sonlanmasını beklemek, ezilenlerin kitlesel mücadelesini başka bahara ertelemek anlamına gelir.

AKP ile anayasa pazarlığı yürüten CHP’nin tüm toplumsal muhalefeti kendisine yedekleyip bu süreçte kayyımlara karşı tutumunda görüldüğü üzere DEM ile yakınlık kurması, solun ana gövdesinde, ister memnuniyetle isterse de memnuniyetsizlikle karşılansın, yumuşama ve normalleşme beklentilerini arttırıyor, sol akımlar bu sürecin istikrarlı bir şekilde devam edeceği ön kabulüyle hareket ediyor. Ne var ki çözüm sürecinde Erdoğan’ın masayı tekmelemek zorunda kaldığı gibi, Erdoğan’ın ihtiyacı olan ve onun ömrünü uzatan bugünkü çözüm süreci masasının da dağılmaya mahkum olduğunu söylemek gerekir. Erdoğan’ın Amerika ile uyumlu bir çizgide hareket etmesi Türkiye’deki rejim krizi ve içsavaş koşullarından ötürü mümkün olmadığı hâlde, bu beklentiyle hareket edenlerin öngörüsüzlükleriyle bir kez daha burjuva siyasetinin çıkar ve önceliklerine hizmet etmesi işten değildir.

Bugün yeni bir paylaşım savaşı yok. Ancak emperyalistler arası kavganın da çelişkilerin de gittikçe artmasıyla hem Türkiye’de hem de dünya çapında ortaya çıkan kriz dinamiklerinin ardı arkası kesilmiyor. Üstelik emperyalistlerin krizi olası bir saldırıya yanıt verme ihtimallerini de ortadan kaldırıyor. Bu çatışmalardan tüm ezen ulus hükümetleri, emperyalizm işbirlikçileri istifade ediyor. Bu çatışmaların doğrudan bir sonucu olarak Erdoğan gönderilemiyor. Ezilenler, devrim için mücadele eden güçler de aynı çatışmalardan istifade etmeliler.

Bu krizden istifade etmek, yumuşama, normalleşme müsameresinin birincisinden daha pespaye bir biçiminde son bulacağını tekrarlamak değildir. Asıl önemli olan bu müsamereye kimin ve nasıl son vereceği, bu müsamereden bir beklentisi olmayanların, onun çöküşüne hazırlıklı olup olmadıklarıdır. Bu hazırlık elbette emekçi yığınların içinde verilen mücadeleyle sürdürülmesi, devrimci eylem birlikleriyle güçlendirilmesi gereken politik bir hazırlıktır. 1 Eylül yaklaşırken komünistlerin birliği için mücadele edenler böyle bir siyasi tutumu öne çıkaracaktır.