“Fikirlerimiz iktidarda, biz hapisteyiz”. Zamanın MHP genel başkan yardımcısı Agâh Oktay Güner Ankara 1 Numaralı Askerî Mahkemesi’nde huzuruna çıkarıldığı yargıca bu sözlerle serzenişte bulunuyordu. Öyle ya 12 Eylül cuntasının NATO, komünizm ve işçi hareketine dair önüne koyduğu politikalar MHP’nin Milliyetçi Cephe hükümetleri sırasında savunduklarıyla aynıydı. O zaman MHPliler niye hapisteydi?
Güner’in Ankara 1 Numaralı Askerî Mahkemesi’ndeki savunmasından elli küsûr yıl sonra 28 Mayıs seçimlerinin ardından Erdoğan’ın kabinesine, politikalarına ve demeçlerine bakanlar da Güner’inkine benzer bir tespitte bulunuyorlar: Başta Kılıçdaroğlu ve Akşener olmak üzere Amerikancı muhalefetin temsilcilerinin koltuğu sallantıda ama fikirleri iktidarda. İsveç vetosunun kalkması, bakan Şimşek ile bile faizlerin arttırılması, Soylu’nun ekibinin emniyetten tasfiye edilmesi Amerika’nın zaferinin kanıtı olarak görünüyor.
Bu tespiti yapanlar, zaferini garanti gördükleri Kılıçdaroğlu kazanamadığı için, seçim sonrasında Güner’inkine benzer bir şaşkınlık yaşamış olsalar da Güner’in aksine şikayetçi değil umutlu görünüyorlar. Karışık bir toplam oluşturuyorlar, ABD’nin rasyonel kapitalizmine iman etmiş olanlar, CHP’ye destek vermenin anti-emperyalist bir pozisyonla çelişmeyeceğini çünkü asıl Amerikancının Erdoğan olduğunu savunanlar, saklandıkları dehlizlerde risksiz siyaset hayali kuranlar, ABD’nin Türkiye’de hâkim olmasıyla birlikte içsavaş atmosferinin son bulacağını umanlar bu kümede yer alıyor. Daha öncesinde pek çok kez ABD’nin “sonunda Erdoğan’ın fişini çektiği” yahut “Erdoğan’ı teslim aldığı” hayalini kurmuşlardı. Ama bu isabetsiz öngörüleri onları temkinli kılmıyor. Umut fakirin ekmeği…
Güner siyasetin fikir ve taleplerle yapıldığını düşünenlerdendi. Fikirlerin iktidarıyla iktidarın fikirlerini birbiriyle karıştırıyordu. İktidar fikirlerle değil, devlet aygıtının örgütlenmesiyle ilgili olduğu için aynı fikirleri savunanlar çoğu zaman iktidarı paylaşmazlar, hatta çoğu zaman söz konusu fikirlerin/politikaların uygulanabilmesi için devlet aygıtının o fikirleri savunanları tasfiye edecek şekilde yeniden örgütlenmesi gerekir. MHP örneğinde de öyle oldu. NATO yanlısı, işçi ve Kürt karşıtı bir rejimin istikrarlı bir şekilde kurulabilmesi için MHP’ye ve diğer küçük “ideolojik” partilere alan açan rejimin değişmesi şarttı. 12 Eylül programı ancak iki partili, siyasi değil teknokratik bir düzende işleyebilirdi. MHP’ye hayat veren partiler bizzat Demokrat Parti içindeki ayrışmaların ürünüydü. 12 Eylülcüler ise bu iki partili sisteme geri dönmek için filmi geri sarmak, siyaset alanını “merkez sağ” ve “merkez sol” partilerle sınırlamak istiyordu. Bu zemin MHP’ye yaşam hakkı tanıyamazdı. Güner de başbuğuyla birlikte bu yüzden hapisteydi.
Bununla birlikte Güner sadece fikirle siyaset arasındaki ilişkiyi yanlış bir temelde kurmuyordu, 12 Eylülcülerin gücü hakkında da yanılıyordu. Ne MHP’liler o kadar uzun süre hapiste kalacaktı ne de fikirleri o kadar uzun süre “iktidarda” olacaktı. Nitekim, cuntacıların iki partili sistem hayalleri önce 1983 genel seçimleri, sonrasında da 1984 yerel seçimleriyle ilk darbeyi aldı, sonrasında 1987 referandumuyla tüm yasaklı düzen partileri ve politikacılar siyasete döndü. MHPliler hapisten çıktı, eskisinin silik bir kopyası olsa da MHP siyasi yaşamın bir parçası oldu, Kenan Evren koltuğundan inince TSK’nın doğrudan denetimi altındaki bir bürokrat değil önce Özal sonra da Demirel cumhurbaşkanı oldu. İşçi ücretleri, “Bugüne kadar biz ağladık onlar güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen işveren sendikası başkanı Halit Narin’in istediği kapsamda budanamadı, özelleştirmeler gerçekleşmedi, kökü kazınacağı ilan eden sosyalist örgütlenmeler tekrardan su yüzüne çıkmaya başladılar.
Bugün Türkiye’de Erdoğan’ın ABD’nin dümen suyuna girdiği, yeni bir normalleşmenin yaşandığı/yaşanacağı düşüncesiyle istikrâr hayalleri kuranlar tıpkı Güner gibi iktidarın fikirleriyle, fikirlerin iktidarını birbiriyle karıştırmaktadırlar ama temennilerinin maddî temeli Güner’inkinden çok daha zayıftır. Güner’in karşısında bir darbe yapmaya gücü olan, anayasayı rafa kaldırmış bir hükümet vardı. Bugünkü hükümet ise bir rejim krizinin ortasında, bir anlamda boşlukta debelenmektedir. Emperyalistler arası paylaşım kavgası ise elli yıl öncesine kıyasla çok daha şiddetlidir. Cunta rejiminin karşısındaki devrimci dinamiklerin şiddetiyle bugünkü hükümete karşı dinamiklerin şiddeti arasındaki karşılaştırılamaz fark ise cabasıdır.
Erdoğan’ın Ekonomik Rasyonalitesi ve NATOculuğu
ABD ve Erdoğan arasındaki ilişkiyi geriye sarmanın imkânsızlığının temel ve tarihsel sebepleri vardır. Ama bu sebepleri doğuran süreçleri incelemeden bile sadece Erdoğan’ın ekonomi politikalarında ve NATO konusunda attığı adımları inceleyerek bugün Erdoğan’ın ABD çizgisinde istikrarlı bir biçimde hareket edemeyeceğini anlamak mümkündür.
Erdoğan’ın zeki değil kurnaz bir politikacı, bir oyunkurucu değil bir “cambaz” olduğunu daha önce de yazdık. Cambazlığı bir tercih değil bir can havlinin dayattığı bir zorunluluktur. Üstelik açmazları nedeniyle sürekli yalpalamaktadır. Bu yalpalama kendisini en çok da ekonomi politikalarında belli ediyor.
Erdoğan’ın bozulan devlet maliyesini düzeltebilmek ve bunun için yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekebilmek adına bir süreliğine benimser göründüğü “yeni” ekonomi yaklaşımı bir karardan çok bir niyeti yansıtmaktadır ve başarısızlığa yazgılıdır. Yıllardır ekonomik kriz tellallığı yapanların aksine Köz’ün arkasında duran komünistler “ekonomik bir kriz” riskinin ve bu riskin Erdoğan’ın koltuğunu sarsma olasılığının düşük olduğunu, zira hükümet maliyesinin ve borç dengesinin sürdürülebilir olduğunu vurgulamıştı. Bugün gelinen noktada ise, bu kez “kriz çıkmayacak” demeye başlayan aynı tellalların aksine iktisadi bir kriz olasılığının yükseldiğini düşündürtecek gelişmeler çoğalmıştır. Özel sektörün yüksek dış borçluluk oranı son on yıl içinde düşerken, devletin yükümlülüğünde olan dış borçların gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı ilk defa 2002 öncesi düzeylere yükselmiş, bu da içsavaş, seçim ve deprem harcamaları ile iyice zorlanan kamu maliyesinin sürdürülebilirliğini tehdit etmeye başlamıştır.
Korona krizi sonrası Batı merkez bankalarının piyasaya pompaladığı paranın etkisi kısa sürmüş, ABD ve Avrupa ekonomilerinde yeniden kriz alametleri belirmiş, bu durumun Türkiye’nin içsavaş koşullarında artan siyasi riski ile birleşmesi yurtdışından Türkiye’ye sermaye akışının önünü kesmiş, denize düşüp her yerden kredi dilenmeye başlayan Erdoğan’ın Amerikancı Şimşek ekibine şimdilik sarılmasına yol açmıştır. Bununla birlikte 2024’te yerel seçimlere hazırlanan AKP’nin parlamento seçimlerindeki oy oranı, bütün devlet desteğine karşın 2002 seçimlerinden sonraki en düşük düzeyindedir, buna rağmen ülkedeki her üç ücretliden ikisinin tabi olduğu asgari ücrette ciddi bir kayıp olduğunu söylemek mümkün değildir. İçsavaşın en ciddi boyutta olduğu 2016’da asgari ücretin alım gücünün en yüksek olduğu dönem olduğu anımsanırsa, tedirgin olan ve tabanını yitirmek istemeyen hükümetin içsavaş sürerken ve yerel seçimler öncesinde Şimşek ve ekibinin vaat ettiği istikrarı sağlamak için sürdüregeldiği genişlemeci mâlî siyaseti terk edebilmesi, dolayısı ile Erdoğan’ın Şimşek ekibi ile orta vade bir yana kısa vadede dahi anlaşması olanaklı değildir. Bu anlaşmazlık ve sonrasındaki olası azil senaryolarını makul gösterme amaçlı cadı kazanları çoktan kaynamaya başlamıştır.
“Fikirlerinin iktidarda” olduğunu düşünenlerin bir diğer savı Erdoğan’ın iki İskandinav ülkesinin NATO üyeliğine F-16 pazarlıkları da yaparak onay vermesinin ABD ile barışma adımı olarak nitelenmesidir. Bir at pazarlığından çok da farklı olmayan bu üyelik pazarlığı, Erdoğan’ın pazarlık esnasında şart koşmaya çalıştığı “Rojava’da Kürtlerle işbirliğine son verin” veya “bize de F-35 verin” istemlerinin hiç dikkate alınmaması bir yana, tıpkı ABD ile yaptığı gibi iyi geçinmeye çalıştığı Rusya ile ilişkisinde bir koz yitirmesinden ve yakında Rusya ile ticari ilişkileri gerekçe gösterilerek başlatılması olası ekonomik ambargoyu erteleyebilmiş olmasından öte bir anlam taşımamaktadır.
ABD’den Vazgeçen Erdoğan Değil Erdoğan’dan Vazgeçen ABD idi
ABD ile Erdoğan arasındaki ilişkilerin seyrine bakarken bu ilişkide belirleyen tarafın hangisi olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Erdoğan hiçbir zaman ABD’den ya da Amerikancılıktan kendi isteği ile vazgeçmek istemedi. ABD bir ara kerhen desteklediği Erdoğan’dan vazgeçtiği için Erdoğan bir zamanlar iştiha ile hocası Erbakan’a ihanet etmek pahasına bindiği Amerikancılık kayığından inmek zorunda kaldı. ABD Erdoğan’a bir adım attığında Erdoğan’ın ABD’ye on adım atacağına şüphe yoktur. Gelgelelim önemli olan onun arzuları değil ABD’nin plan ve öncelikleridir. Erdoğan’ın bu kayığa tekrar binmeyi arzuladığını belirtenlerin söz konusu savının geçerli olabilmesi için ABD’nin vazgeçtiği Erdoğan’ı yeniden yanına almaya istekli olmasını gerektirecek bir durum olup olmadığına bakmak gerekir.
Birçok akıldanenin savladığının aksine Türkiye hiçbir zaman ABD’nin arka bahçesi olmadı; Türkiye’de Fransız, İngiliz ve Alman emperyalizmlerinin nüfuzu tarihsel olarak daha köklü ve güçlüydü. 12 Eylül, bu bakımdan ABD’nin sadece İran ve Afganistan’ın düşmesinin ardından Türkiye’yi bir ileri karakol olarak tahkim etme girişimi değil, aynı zamanda dizginleri diğer emperyalistlerin elinden alma hamlesiydi. Ancak Türk devletinin bir türlü başedemediği Kürt devrimci yükselişi 12 Eylülcüleri başarısız kılınca ABD’nin girişimleri de akamete uğradı. Kürdistan’daki devrimci dinamiklerle ABD çıkarları arasındaki çatışma Türkiye somutunda kendini belli etti.
SSCB’nin dağılması ABD’nin Türkiye’ye yönelik planlarını değiştirse de Türkiye’nin onun açısından önemini azaltmadı. Türkiye artık bir ileri karakol değil Avrupa Birliği içine sokulacak bir Truva atı, Ortadoğu’da oluşturmak istediği yeni projede ise bir koçbaşı, bir sıçrama tahtası olmalıydı. Ancak bu yönde adım atabilmek için dahi Kürdistan’daki devrimci dinamiklerin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu tasfiyeyi şart koşan sadece Kürdistan’daki silahlı gücün ABD açısından yarattığı istikrarsızlık değildi. Kürdistan’daki başkaldırı aynı zamanda Türkiye’deki rejmin içinde silahlı kuvvetlerin yerini sağlamlaştırıyordu. Oysa eskiden beri Oyak ve anayasal güvenceleriyle Türkiye’nin AB üyeliği önündeki en büyük engel olan, ABD’nin Ortadoğu’daki işgal girişimlerine ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi ile dahil olmayan TSK, ABD’den çok Fransız emperyalizmine yakındı. Bu bakımdan Kürdistan’daki devrimci dinamiklerin tasfiyesine paralel olarak TSK’nın rejim içindeki hâkimiyetinin de bir demokratikleşme açılımıyla tasfiyesi şarttı.
ABD’nin istediği düzenlemelerin yolu önce Susurluk temizliği, sonra da ordu içindeki Amerikancı unsurların eli ve medya desteğiyle yürütülen 28 Şubat darbesi sayesinde açıldı. Bu bakımdan 28 Şubat, rejime yönelik “bir balans ayarı” olmanın ötesinde bir muhteva taşıyordu. 12 Eylül’de yarım kalıp tavsayanı tamamlamayı, Türkiye’yi tümüyle ABD’nin etkisine sokmayı amaçlıyordu. ABD tasfiye sürecini önce Gülencilerin içinde kümelendiği DSP’nin de içinde yer aldığı “kurt kuş arı” koalisyonu aracılığıya gerçekleştirmek istedi. Öcalan’ı TC’ye rehin vermesi de bu planın ilk ve asli adımlarından biriydi. Ama 28 Şubat’ın gölgesinde kurulan bu koalisyon, koalisyon içindeki iki kliğin çarpışarak güç kaybettiği “anayasa krizi” ve devamındaki iktisadi kriz zaten zayıflamış siyasi partileri daha da zayıflattığı için, ayakta kalamadı. 2002 seçimlerinde ise darmadağın oldu. Böylelikle ABD demokratikleşme açılımını yürütmek için, eski gömleği çıkarıp yeni gömleği giydiğini ilan eden, BOP eşbaşkanlığı hayalleri kuran AKP’lilere mecbur kaldı.
ABD’nin demokratikleşme açılımı AKP ile başlamamıştı, Türk genelkurmayını etkisizleştirmek ve dizayn etmek amacıyla zaten Nisan 1999 seçimlerinden sonra kurulan hükümetle birlikte harekete geçmişti. Ancak bu noktada orduya yönelik henüz köklü bir tasfiye girişimi başlamamıştı, silahlı kuvvetleri bütünüyle siyasetin dışında bırakma girişimleri yoktu. ABD daha çok ordunun hizaya çekilmesini, anayasal yetkilerinin budanmasını amaçlıyordu. ABD-TSK ilişkilerinde dönüm noktası 2003’teki Irak Savaşı oldu.
ABD Irak Savaşı’nı Kürdistan’ın güneyindeki güçlerin desteği olmaksızın kazanamazdı. Ancak doğrudan PDK ve YNK ile işbirliği yapmak ABD’nin B planıydı. Asıl plan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, yalnızca Türkiye’de konuşlanacak ABD birlikleriyle değil aynı zamanda Irak’taki Kürtlerle de ortak hareket etmeyi kabul etmesi ve Saddam’ın kuzeyden gelen bu hücumla yıkılmasıydı. Gelgelelim, TSK Irak’ta statükonun korunmasını savunan Fransız emperyalizminin çizgisinde hareket ediyordu, üstelik PDK ve YNK’nin silahlanmasının geleneksel Türk dış politikası bakımından doğuracağı sorunların farkındaydı. Bu bakımdan ABD askerlerinin Türkiye’yi bir geçiş noktası olarak kullanmasını mümkün kılan tezkereye karşı çıktı. Tezkere mecliste reddedildi.
AKP’nin %34 oyla iktidara geldiği 2002 seçimlerinden bir yıl sonra Meclis’in Irak’ta savaş tezkeresini reddetmesi, ABD’nin bu olayın faturasını (AKP’nin de çabası ile) AKP’ye değil Türk Genelkurmayı’na kesmesine yol açtı. Bu noktadan itibaren TSK rejim içinde tümüyle marjinalleştirilmesi ve içindeki Amerikancı olmayan unsurlardan tümüyle ayıklanması gereken bir kurum olarak görüldü. Irak krizinden sonra TSK içindeki kemalistler ABD ile olan ilişkilerini düzeltme yönünde türlü girişimlerde bulundularsa da ABD açısından artık başka bir plan yürürlülüğe girmişti. Çuval krizi ABD’nin bu niyetlerini sembolik olarak ifade ediyordu. Politik hamleler bunu takip eden on yıl içinde geldi. Bugün Erdoğan’ın ABD ile arasını niye düzeltemeyeceğini anlamak için öncelikle ABD-TSK ilişkisinde toptan bir kopuşa yol açan bu dönemeci akılda tutmak gerekir.
2003–2010 sürecinde ABD TSK’ya karşı Amerikancı AKP’ye destek verdi. Kapatma davası girişimlerini, Balyoz vb. harekat girişimlerini, Cumhuriyet mitinglerini boşa çıkardı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını mümkün kıldı. Ancak ABD’nin verdiği destek kerhen bir destekti. 2002 seçimlerinde olduğu gibi 2007 seçimlerinde de ne TÜSİAD’ın medya kuruluşları ne de Gülenciler AKP’yi destekledi. Gülenciler 2007 seçimlerinde bile doğrudan AKP’yi desteklemek yerine açıktan Mehmet Ağar’ı destekliyordu.
Erdoğan 2009 yılında “Kürt Açılımı”nı telaffuz edip, bir sene sonraki referandumda 12 Eylül’ün sivil ve askerî bürokrasisinin tabutuna son çiviyi çaktığında, Türkiye’de ABD’nin planlarının hayata geçtiğini söyleyenlerin sayısı hiç de az değildi. Oysa gerçek tam tersiydi. Zira 2009’dan itibaren AKP, ABD’nin beklentilerini karşılayan adımlar atmaya başlamış olsa da, artık ortada ne Türkiye’nin içine sokulabileceği bir Avrupa Birliği, ne de eşbaşkanlığı yapılabilecek bir Büyük Ortadoğı Projesi kalmıştı. Üstelik ABD giderek zayıflarken emperyalistler arası paylaşım kavgasının şiddetlenmesi ABD’nin herhangi bir ülkede kendi nüfuzunu kurma imkânlarını daraltıyordu. AKP ve ABD açısından daha da vahimi bu süreçte Kürt hareketinin tasfiye olmak şöyle olsun daha da serpilip güçlenmesi, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin de başına geçmek için adımlar atmasıydı. Son olarak, 2009 seçimlerinden itibaren AKP sandıkta irtifa kaybetmeye başlamıştı ve AKP’nin gerileyişi sonraki 14 yılda hiçbir zaman tersine çevrilemeyecekti.
ABD Planları ne AB, ne Ortadoğu için İşledi
21. yüzyılın başından itibaren Avrupa’da yaşananlar Avrupa Birliği adı verilen ucubenin, farklı çıkarları olsa da çıkarları ortakmış gibi davranan emperyalist devletler ve onların etki alanındaki diğer ulus devletlerin kaynaşıp birbiri içinde eriyemeyeceği düşüncesini doğruladı. Zaten sonrasında da İngiltere’nin AB’den ayrılması ve birçok başka ülkede başgösteren ayrılma eğilimleri; güneydeki ve kuzeydeki üyelerin istikrarlı bir şekilde anlaşmazlık içinde olması; Doğu Avrupalı üyelerin bir türlü istenen ölçütleri yakalayamaması; Almanya ve Fransa’da baş gösteren siyasi istikrarsızlık belirtileri Avrupa’nın ulus devletlerinin evrimci bir süreci tamamlayarak birlik olamayacağını gösteren farklı örnekler oldu. ABD’nin Ortadoğu projesi de çoktan akamete uğramıştı. Erdoğan ise bu projenin eşbaşkanı olmaya talip olmasının ardından verdiği Kürt silahlı hareketini tasfiye etme ve Kürtlerle masaya oturarak onlara AB yerel yönetimler şartnamesinde belirtilenler benzeri kültürel haklar sağlama vaatlerini yerine getiremediği için ABD’nin kerhen desteğini de yitirdi. Bu sürecin sonunda yalnızca AKP ABD’nin beklentilerini karşılama konusunda gecikip başarısızlığa uğramadı, aynı zamanda ABD’nin AKP’ye kerhen destek vermesi için de bir sebebi kalmadı. ABD’nin Erdoğan’ı dengeleme ve onun yedeği olacak aktörleri hazırlama hamleleri tam da bu aşamada başladı. Sonrasında ise 2010’dan itibaren yedeğe alınmış olan “Gandi Kemal” ve CHP’si, ABD’nin denetiminde olan yahut sızdığı yargı, medya, istihbarat, eğitim gibi alanlardaki diğer kurumlardaki etkisi, kısmen Gülencilerle Erdoğan arasındaki mücadele sonucu azalmaya başlayınca, ABD’nin Türkiye’de elinde kalan en önemli aygıtı olma işlevini üstlendi.
ABD’nin 2010’lardaki AKP’ye yaklaşımı 1990’ların sonundaki TSK’ya yaklaşımına benziyordu. ABD o zaman TSK’dan topyekûn kurtulmayı değil, TSK’yı etkisizleştirip rejimin içinde ikincil bir aktöre çevirmeyi hedefliyordu. Benzer şekilde AKP’yi de tasfiye edip hükümet koltuğundan birdenbire indirmeyi değil onu dengeleyecek muhalif bir güç yaratmayı amaçlıyordu. TSK’ya yönelik planları değiştiren Irak Savaşı olmuştu. AKP ile köprülerin atılmasına yol açansa Suriye’deki içsavaş oldu.
Irak’ta ABD’nin harekat planlarına taş koyan TSK idi. İlk bakışta Suriye’de böyle bir çatışma yaşanmıyordu zira ABD TSK’yı tasfiye ederken AKP’yi, tam da onun dış politikada TSK’dan farklı bir çizgi izleyeceğine, “yurtta sulh cihanda sulh” politikasının kısıtlarına uygun hareket etmeyeceğine dair verdiği teminat nedeniyle, “deliğe süpürmemişti”. Efendisine sadık kalan Erdoğan Arap Baharı sırasında, ABD’nin doğrudan askerî müdahaleler olmadan, ülke içi ayaklanmalarla hükümet değiştirme planlarına, kısacası renkli devrimlere, Libya’dan Mısır’a kraldan çok kralcı bir şekilde sahip çıktı. Suriye’de de Esad’a yönelik en sert müdahalenin destekçisi oldu. Bununla birlikte Erdoğan’ın Türkiye’deki hesaplarını bozan Kürt dinamiği, Suriye’de de onun bu girişimlerinin ayaklarına dolandı. Esad’a karşı ABD’nin gönlünden geçen hamle Kürtlerle İslamcıların, Türkiye’nin askerî ve lojistik desteği ile Şam’a karşı ortak hareketiydi. Kaderin bir cilvesi olarak Erdoğan’ın da selefi TSK gibi bu plana açıktan olmasa da pratikte ayak diremesi gerekiyordu. Zira Erdoğan Kürdistan’ın kuzeyinde PKK’nin varlığına son veremediği gibi Türkiye’de “Türkiyelileşen” ve demokrasi mücadelesinin başını çekme planları yapan bir Kürt hareketiyle boğuşuyordu. Bunların üstüne bir de Kürdistan’ın batısındaki Kürtleri “Demokratik Suriye” için silahlandırıp meşrulaştırmayı kabul edemezdi. Ancak Kürtlerin desteğini almadan da Esad’tan kurtulmak mümkün değildi. Böylelikle Türkiye’nin Esad karşıtı koalisyona desteği daha baştan, ABD’yi rahatsız eden şekilde Esad karşıtı muhalefeti parçalayan ve bütünlüklü olmayan bir karakter taşıyordu. Rojava Devrimi ve PYD’nin açıktan Esad karşıtı bir koalisyonda yer almak yerine Rusya ve Şam ile esnek ve dengeli bir ilişki sürdürmeyi tercih etmesi Erdoğan’ın kilitlenmişliğini daha da arttırdı. Onu, ÖSOcu, Nusracı çeteleri Esad’dan çok Kürtlerin üzerine sürmeye itti. Bu durum “Demokratik Türkiye” projesinin altından kalkamayan AKP’nin “Demokratik Suriye” projesinin de altından kalkamadığı anlamına geliyordu.
Tabloyu Erdoğan aleyhine tümüyle değiştirense ABD’nin Suriye politikasında bir değişiklik yapıp Esad’lı bir çözüme razı olması oldu. Böylelikle, tıpkı on sene önce Irak Savaşı’nda olduğu gibi, Kürt örgütlenmeleri El-Nusra ve ÖSO aracılığıyla Şam’a savaş açmış Türk hükümetinden daha güvenilir bir müttefik hâline geldi. Bu noktadan sonra Erdoğan ABD açısından tüm siyasi anlamını yitirdi, bilakis ABD’nin stratejik planları bakımından bir engel hâline geldi. 2003’te Irak tezkeresinin reddi sonrası ABD tarafından Türk Genelkurmayı’na kesilen faturanın bir benzeri Suriye içsavaşı ile başlayan süreçte Erdoğan’a kesildi. ABD Erdoğan’ı adım adım şeriatçı cephelerin baş destekçisi ve tedarikçisi olarak sunarken, YPG’ye askeri ve siyasi yardımlarını arttırmaya başladı. Bu yönelim değişikliğinin ardından Washington’un bir uzantısı olarak değerlendirilmesi gereken Gülenciler savcılar, soruşturmalar, basına sızdırılan bilgiler eşliğinde Erdoğan’a karşı hücuma geçtiler.
2012’de Hakan Fidan’a yönelik kaydırma operasyonu, 17-25 Aralık 2013’teki yolsuzluk operasyonları ABD’nin Erdoğan’dan vazgeçtiğinin açık göstergeleriydi. Erdoğan’ın 2015’te yaşadığı seçim yenilgisi sonrasında pozisyonunu koruyabilmek için Kürtlere karşı başlatmak zorunda kaldığı içsavaş ile bir araya gelince Erdoğan ABD’den iyice ayrı düşmek zorunda kaldı. Çünkü Erdoğan istese de Rojava’ya karşı konumunu ABD ile uyumlu hâle getirmesi, bu durum onu 7 Haziran seçim yenilgisindeki mağlup ve daha güçsüz konuma sokup HDP’nin daha da güçlenmesinin önünü açacağı için, mümkün değildi. 2003’te Genelkurmay’la yaşanan krizdeki beklentinin aksine bu kez ABD “yurtta sulh, cihanda sulh” diyen bir hükümet istiyordu, bu ise sürekli güç kaybeden Erdoğan’ın iktidarını korumak için başlattığı içsavaşı sonlandırması anlamına gelecekti; bu durum Erdoğan’ın rotayı Rusya’ya çevirmesine ve darbe girişimi sonrası daha da gerginleşen ABD ile ilişkilerinin iyice dinamitlenmesine yol açtı. ABD’nin Ortadoğu’da herhangi bir askerî müdahaledense pasif bir tutum izlemesi Obama’dan sonra Trump ile sürdü. Bu nedenle, kendi yaşadığı siyasal sorunlar ve ABD bürokrasisiyle mücadelesi nedeniyle Erdoğan ile anlaşmaya en müsait başkan olan Trump döneminde dahi ilişkileri normalleştirmek, 2010 öncesi döneme dönmek mümkün olmadı.
ABD’nin Erdoğan’a Yakınlaşması için Herhangi Bir Sebep Yoktur
2020’de Biden’ın seçilmesi sonra ABD’nin Obama-Trump parantezini kapatarak Ukrayna’dan Tayvan’a daha saldırgan bir çizgiye geri dönmesi, bir normalleşmenin önünü açamadı. Zira ABD’nin Türkiye’ye Ukrayna Savaşı’nda ve artık Avrupa’da da ihtiyacı yoktur. Suriye’de sürmekte olan savaş konusunda ABD, Rusya ve Esad arasındaki zımnî anlaşmanın önündeki tek engel hâlâ Erdoğan ve onun desteklediği ÖSO adı verilen İslamcı yapıdır. Erdoğan’ın ABD’yi memnun edecek şekilde Esad’ı sıkıştırması da mümkün değildir. Aradan geçen süre içerisinde köprünün altından çok sular akmış Suriye’de Erdoğan desteği ile savaşacak ciddi bir güç kalmamış, varolan güçler ise İdlip’te pasifleştirilmiştir. Baas’ın hesaplarını bozacak, ABD’nin Suriye masasında elini güçlendirebilecek tek güç Rojava’daki yönetimdir. Erdoğan’ın ABD’ye yakınlaşabilmek için yapabileceği yegâne hamle Rojava’ya ilişkin tutumunda ABD’nin istediği noktaya gelmek, Kuzey’de ve Türkiye’de Kürtlere karşı alttan alan bir tutum içine girmektir. Ancak Erdoğan’ın da Rojava’ya tekrardan zeytin dalı uzatma imkânı yoktur çünkü onun aktif Rojava düşmanlığının sebebi tıkandığı, ilerletemediği içsavaşı Türkiye dışına çıkararak sürdürmeye mecbur olmasıydı. Erdoğan’ın Rojava’ya yönelik saldırganlığına son verebilmesi için önce kendi içindeki Kürtlerle barışabilmesi gerekmektedir. 2009 Kürt Açılımı’ndan 2015 7 Haziran’ına uzanan süreç bunun niye olamayacağının gerekçesini sunmaktadır. Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek için kendisini giderek daha fazla çıkmaza soksa da bu tutumunu daha da ileri götürerek devam ettirmek zorundadır.
Demek ki ABD’nin Erdoğan’dan vazgeçme kararını geri almasını gerektirecek bir yeni durum söz konusu değildir. ABD 2003’teki gücünden, etkisinden ve tutarlılığından uzak olsa bile, siyasi olarak Kürtlerle sürdürdüğü ortaklığı sona erdirecek gibi görünmemektedir. ABD’nin Suriye’de Kürtlere destek sunmayı bırakıp ona dönmesi için, Erdoğan’ın ABD’ye vaat edebileceği bir şey yoktur. Vaat edebileceği bir şey olmadığı gibi, ABD’nin beklentilerini karşılamasının imkânı da yoktur.
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken bu saptamaları özellikle akılda tutmak gerekir. Lozan’ın payandaları birer birer çatırdarken Rojava’ya yönelik saldırganlıklar “dış siyasetin” konusu değil, doğrudan doğruya hükümetin yürüttüğü içsavaşla bağlantılı bir konudur. Hükümetin sanıldığının aksine güçlü değil eskisinden zayıf olduğunu, manevra kabiliyetini yitirdiğini tespit etmek yetmez. Aynı zamanda bağımsız bir emekçi ve ezilen hareketiyle içsavaşta tıkanmış hükümetin üstüne üstüne gitmek gerekir. Rojava’ya destek ve hükümetin kuşatmacı, işgalci politikalarına karşı mücadele etmek bu mücadelenin olmazsa olmaz koşuludur çünkü hükümetin açmazı tam da bu noktada yatmaktadır.
Devrimci Çıkış için Devrimci Siyaset
Bir kısım reformistlerin ve/veya Amerikancı Millet İttifakı destekçilerinin arzuladığı şekilde Erdoğan’ın ABD’ye onunla tekrar işbirliği yapmayı düşündürtecek adımlar atamayacağı açıktır. Dahası emperyalistler arası paylaşım kavgasının keskinleştiği koşullarda ABD her yerde mevzi kaybetmekteyken 12 Eylül’de hatta 28 Şubat’ta başaramadığını bugün gerçekleştirebilecek durumda hiç değildir.
Bu durum Millet İttifakı’nın yenilgisinin ardından kopan tüm vaveylaya karşın 2024 yerel seçimlerine giderken Amerikancı muhalefetin varlığını koruyacağı anlamına gelir. Benzer bir biçimde Amerikancı muhalefet YSP/HDP’ye Millet İttifakı’nın adaylarını desteklemesi için en az genel seçimlerdeki kadar basınç yapacaktır.
Hâlbuki bugünkü koşullarda devrimci olma iddiasını taşıyanların omuzlarına düşen sorumluluk, en güçsüz dönemini yaşayan Erdoğan’ın Millet İttifakı kuyrukçuluğu ya da seçimlerle alaşağı edilemeyeceği gerçeğinden hareketle hükümetin sıkıştırılması için çabaları yoğunlaştırmak, kendisini burjuvaziye karşı konumlandıran herkesle sokakta, halk toplantılarında kitle eylemleri ile inisiyatif almak, demokratik bir anayasanın ancak kurucu bir meclisle mümkün olabileceğini belirtmek, demokrasi savaşının ancak devrimle kazanılabileceği bilinci ile hareket etmek olsa gerekir.
Bugün başta HDP olmak üzere solda hâlâ şiddetini yitirmemiş özeleştiri furyasının bu doğrultuda bir anlamının olması için öncelikle “özeleştiri silahı”nın meseleyi kökünden kavraması, en temel politik hataya değinmesi gerekir. Özeleştiri teknik, pratik, şekilsel kusurları sıralamak, genel geçer bir enerji ve hedef eksikliğinden söz etmek değildir. Bir burjuva partisi olan CHP’nin kusurlarını sıralamak, kabahati onun sırtına yüklemek hiç değildir. Bilakis cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde açıktan ya da sessiz ve dolaylı bir biçimde CHP’ye destek veren tutumla hesaplaşmadan, devrimci bir özeleştiri vermek mümkün değildir. Bu tür eleştirilerin sahipleri şimdi, tekerlek kırıldıktan sonra, kopardıkları tüm bağımsız tutum/bağımsız aday, sınıf mücadelesi tantanalarına karşın yerel seçimlerde cumhurbaşkanı seçiminde takındıkları tutumun bir benzerini takınacaklardır.
Devrimci bir özeleştiri ancak sınıf mücadelesinin pratiğinde verilir. Seçimleri beklemeden iktidarı hedefleyen adımlar atarken de, kendi devletinin işgalciliğine karşı çıkarken de, göçmen işçilere vatandaşlık hakkı ve Kürtçe’nin resmî dil olması için mücadele ederken de, ekonomik krize karşı dayanışma örgütleyip krizin müsebbiplerini faş ederken de kurtuluşun kendi kollarımızda olduğunu anımsamaktan ve anımsatmaktan geçer. Bu bağlamda hükümetin yok etmek için saldırıp bileğini bükemediği HDP ve diğer politik güçlerle birlikte hareket etmek, 1 Eylül’de kof bir barışçılık yerine Rojava’yı savunmak, Erdoğan’ın açmazlarını akılda tutarak onun iktidarını alaşağı etmeyi hedefleyen en geniş eylem birliğini savunmak komünistlerin birliğini savunanların boynunun borcudur.