Şahsi Bir Saygı Merasimi Değil Politik Bir Cenaze
Liberal akımların peşine takılanlar sık sık tekrarlar: “Özel olan politiktir.” Halbuki bu akımların mahareti asıl, ters yönde hareket edip, siyasi sorun ve ilişkileri özel sorun ve ilişkiler olarak sundukları zaman ortaya çıkar. Yaşamını yitiren sosyalistlerin ardından yapılan değerlendirmeler, düzenlenen cenaze törenleri bu maharetin çarpıcı örnekleri arasında gelir. Flamalı, sloganlı yürüyüşlerle gerçekleşen cenaze törenleri hakkında değerlendirmeler yapmak, bu dünyadan göçenlerin hatırasına saygısızlık olarak görülür. Cenazelerde “ölümsüzdür”le biten sloganlar atanlar yoldaşlarının savunduğu çizgiyi takip edeceklerini güya kararlılıkla ifade ederler ama yine de ölenlerin siyasi çizgisini eleştirenleri “ölenin arkasından konuşulmaz” diyerek kınarlar. Bu tür liberal ve geri “göreneklere” hiçbir koşulda prim vermemek gerekiyor. Siyasi olanı siyasi kavramlarla incelemek şart.
Metin Çulhaoğlu 16 Ağustos’ta aramızdan ayrıldı. Partisi onu kitlesel ve renkli bir cenaze töreniyle uğurladı. Çulhaoğlu Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın TİP’inde başlayıp Ahmet Şık ve Sera Kadıgilli TİP’te son bulan bir yürüyüşün parçasıydı. Düz bir çizgide ilerlemeyen, tekrarlanan buluşmaları ve ayrışmaları içeren bir yürüyüştü bu. Kuruçeşme Toplantıları’ndaki “legal ve birleşik sol parti” tartışmalarının rüzgarıyla, kurucusu olduğu ve kapatıldıktan sonra Sosyalist İktidar Partisi (SİP) adını alacak, Sosyalist Türkiye Partisi’nin bölünmesinde aktif rol oynadı. Kopanların önce Sosyalist Birlik Partisi (SBP)/Birleşik Sosyalist Parti’de (BSP) sonra da Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) içinde bir hizip olarak yer almasını sağladı. Son âna kadar devrimci bir parti olduğunu savunduğu ÖDP şiddetli bir hizip kavgasında parçalanınca hem kendi hizbi içinde bir ayrışma yaşadı hem de ÖDP içinde ortak bir platform kurduğu diğer kesimleri terk etti. “Şimdi zaman, salyangozu alıcı bulacağı yerde satma zamanıdır.” diye noktalanan bir bildirgeyle SİP’e, yeni adıyla TKP’ye geri döndü. Gezi’nin ardından TKP’nin bir kez daha ve bu sefer tam ortadan ikiye yarılmasında yine aktif rol oynadı. Yönetiminde bulunduğu “Halkın Türkiye Komünist Partisi” (HTKP), terk ettiği ÖDP ile bu kez Haziran Hareketi adlı ittifakta buluştu. 2013 TKP’sinin diğer yarısı ile TKP adını kimin alacağına dair bir kavgaya tutuşan HTKP, sonrasında bu kadar önemsediği “komünist” adından niye ve nasıl vazgeçtiğini açıklamadan sessiz sedasız bir şekilde kendini tasfiye etti. Çulhaoğlu da diğer partililerle birlikte yeni bir parti olduğunu ilan eden TİP’e taşındı. Muhtelif sosyalist simalar partiye katıldıkça, Çulhaoğlu ÖDP içinde hareket ettiği siyasi akımlarla bir kez daha bu sefer TİP çatısında buluştu.
Siyasi tabloya dair önemli ipuçları sunan bu yürüyüşü sadece yüzeysel “zikzaklar çizen oportünizm” yahut “hizipçilik” değerlendirmeleriyle açıklamak mümkün değil. Gelgelelim Çulhaoğlu’nun ardından konuşan/yazan hiç kimse bu yürüyüşü incelemeye yeltenmedi. Her boydan akım, “yaşamını devrim ve sosyalizm mücadelesine adayan”, “yaşamının sonuna kadar marksizmde ısrar eden” Çulhaoğlu’nun “kendi kuşağının en parlak temsilcilerinden”, “sosyalist hareketin önemli isimlerinden” biri olduğunu, “68’den bu yana devrimci mirası devam ettirdiği”ni tescil etti. Kaypakkaya geleneğinden gelen akımlar dahi “sosyalizm mücadelesine verilen emek”ten övgüyle söz edenler kervanına katıldı. Besbelli ki bu değerlendirmeler de her boydan akımın temsilcilerinin katıldığı cenaze töreni de siyasi bir analizin konusudur. Sol liberalizmin tarihsel serüveni içinde değerlendirildiğinde, liberal tasfiyeciliğin Türkiye’deki çıkışsızlığına işaret etmenin yanı sıra komünist bir partinin nasıl inşa edilemeyeceğini de gösterdiği için, Çulhaoğlu’nun cenazesi siyasi bir incelemeyi hak ediyor. Ama solda bu konularda tümüyle bir sessizlik hakimdir.
Çulhaoğlu’nun Cenazesinin Çektiği Fotoğraf
Çulhaoğlu’nun cenazesi mevcut sol akımların bir fotoğrafını çekti, burjuva ideolojisinin solu ne denli esir aldığını çıplak bir biçimde sergiledi. Eskiden sol akımlar kendi militanlarını, “onlar birer isimsiz neferdiler” diyerek “ölenler dövüşerek öldüler güneşe gömüldüler/vaktimiz yok onların matemini tutmaya” şiirlerini okuyarak uğurlardı. Nazım’ın Mustafa Suphi’lerin ardından yazdığı “yoldaş bunların sen isimlerini aklında tutma fakat 28 kanunisaniyi unutma!” şiiri de aynı kaygıyı taşıyordu. Günümüzde ise sıkça sosyalist hareketin “önde gelen”, “parlak”, “kıymetli” isimlerinden söz ediliyor. Halbuki insanları önemli ve önemsiz diye ayırmak, önemlilerin içinden “en önde geleni” tespit etmek burjuva ideolojisinin olmazsa olmaz bir ögesidir. Kimler sosyalist hareketin “önemsiz isimlerinden”dir mesela? Yıllarını mücadeleye vermiş, ama kendi adıyla değil parti kimliği ile halkın karşısına çıkmış devrimcileri daha önemsiz kılan nedir? Onlar “devrim ve sosyalizm mücadelesi”ne daha mı az “emek harcamışlardır”? Besbelli ki soldaki önemli-önemsiz ayrımı tümüyle burjuva toplumunun kafa-kol emeği ayrımına yaslanan, daha da kötüsü onun çizdiği meşruiyet sınırları içinde anlam kazanan bir ayrımdır. 2002’de ÖDP’nin seçim bildirisini dağıtırken öldürülen Sinan Kayış önemliler arasında mıdır mesela? Tüm ömrünü sebatkar ve militan bir mücadeleye adamış TKİP üyesi Teslim Demir neden önemli devrimciler arasında sayılmaz? TKP Çulhaoğlu’nun ardından onun STP kurucusu olduğunu hatırlatır da 2010’da polisle girdiği çatışmada katledilirken bir emniyet müdürünü öldüren, Devrimci Karargâh üyesi Orhan Yılmazkaya’nın STP’nin kuruluş sürecinde bulunduğunu, 1999’a kadar SİP içinde kaldığını neden unutur? Solun çoğunluğu, ateşli silahlara yanaşanları, yasadışı örgüt kuranları, yazı yazmak yerine bildiri dağıtanları önemli isimler, “devrimci çınarlar” arasında saymazlar
Cenaze töreni ve Çulhaoğlu’nun ardından yapılan değerlendirmeler sol içerisindeki programatik ayrım çizgilerinin tümüyle ortadan kalktığını da gösterdi. “Maoizmin kızıl güzergahı”ndan ilerleyenler, “sosyal-emperyalizm”in yeminli düşmanları, “stalinist karşı devrim” hikayeleri anlatanlar SBKP çizgisindeki Çulhaoğlu’nu elbirliği ile marksist ilan ettiler. Programatik olarak halk savaşını, silahlı ayaklanmayı, illegal bir savaş örgütünü savunması gerekenler hayatı boyunca legal parti zemininde yer almış Çulhaoğlu’nun komünizme sahip çıktığını söyleyince onları kimse yadırgamadı. Kemalizmi faşizmle eş tutanlarla, 10 Kasım’da esas duruşa geçenlerin Çulhaoğlu’nun cenazesinde buluşması sadece programatik ayrım çizgilerinin uluslararası merkezlerin ortadan kaybolmasına bağlı olarak silikleşmesinden kaynaklanmıyor. Sol içindeki örgüt bilincinin iyiden iyiye zayıflamasıyla da ilişkilidir. Bu durumsa militanların kişisel yetersizliklerinden ziyade sol akımların kendi örgütsel işleyişlerine ve benimsedikleri siyasi çizgiye dair bir sorundur. Çulhaoğlu’nun ardından yapılan değerlendirmeler ise, söz konusu akımların merkezlerinin, Çulhaoğlu’nu örgütsel kimliğinden soyutlayıp onu bir birey olarak değerlendirdiğini gösteriyor.Çulhaoğlu’nun cenazesi Türkiye solunda yaygınlaşan liberalizmi her boyutuyla gösterse de, bu cenazeyi sadece liberalizmin solu ne denli esir aldığının kanıtı olarak görmek sadece eksik değil aynı zamanda yanıltıcı olur. Zira Çulhaoğlu’nun cenazesi aynı zamanda Türkiye’de legalist tasfiyeciliğin ve reformizmin sınırlarını ve bugünkü açmazlarını ortaya koymaktadır. Bunu anlamak için Çulhaoğlu’nun cenaze törenini iki ayrı cenaze töreniyle kıyaslamak yerinde olur.
Solun Geniş Kesimi Boran’ın Cenazesine Katılmadı
Türk Silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 ile indirdiği karanlık perdeyi, 1983 yılından itibaren, yine devletin başına atadığı komutanların inisiyatifiyle, aralamaya başladı. Siyasetin sivilleşmesinde 1987 yılı önemli bir dönüm noktasıydı. Eylül ayında yapılan referandumla birlikte 1980 öncesindeki düzen partilerinin kadrolarının siyasi yasakları kaldırıldı. Kasım 1987 seçimlerin ardındansa eski başbakan Demirel TBMM’de muhalefet lideri olarak yerini aldı. Bu sırada cezaevindeki sosyalist ve devrimcilerin serbest bırakılması hız kazandı, sosyalist yayınların sayısı arttı. Kasım 1988’deki Düzce Mitingi’nde Cumhurbaşkanı Kenan Evren Türkiye Komünist Partisi’nin yasallaşması konusunda şunları söylüyordu:
“Avrupa’ya baktım, ülkelerin hepsinde komünist partisi var, kurulmuş ama hiçbir güçleri yok. Yalnız işte böyle sokaklarda dolaşıyorlar pankartlarla, yumurta atıyorlar, domates atıyorlar, yaptıkları bu. Hiçbir ülkede de iktidara gelememişler. “O hâlde biz niye korkuyoruz?” dedim. Türkiye’de de kurulursa kurulsun, mademki demokratik ülkelerin içine girdik, Avrupa Topluluğu’na dâhil olacağız, öyleyse bizde de olsun. Bu demek değil ki ben komünist oldum. Hayır, ben komünizmin karşısındayım ama parti kurulacaksa kurulsun, kim komünisttir, kim değildir, herkes bilsin.”
Dönemin TİP’i ve TKP’si bu siyasi havayla uyumlu bir pozisyona yerleşenlerin başında geliyordu. 87 referandumunda yetmez ama evetçi bir çizgide yer alan bu iki parti adına, genel başkan Behice Boran ve genel sekreter Haydar Kutlu 1 Ekim’de ortak bir bildiri yayımlayarak TİP ve TKP’nin birleşme kararı aldığını duyurdu. 7 Ekim’de Brüksel’de yapılan basın toplantısına ciddi bir kalp rahatsızlığı geçirmesine rağmen katılıp ilk sözü alan Behice Boran iki partinin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adı altında birleştiğini açıkladı. ABD ile SSCB arasında değişen ilişkiler sonunda “yeni bir dünya” kurulduğunu ileri süren Haydar Kutlu ise “Türkiye’nin barışı güçlendiren bir etmen olarak bu yeni dünyada yer alması” gerektiğini savunuyordu. Toplantının soru cevap kısmında Boran, takip eden otuz beş yıl boyunca tüm tasfiyeciler açısından bir işaret fişeği işlevi görecek şu sözleri sarf ediyordu:
“Türkiye kanımızca çok uzak olmayan bir gelecekte, ama pek de uzak olmayan bir gelecekte Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ne legal olmak, yasal parti olmak fırsatını verecektir. İktidarlar istemese de, tercihleri olmasa da (…) Çünkü eskiden beri söylemişizdir parlamentoların oluşturduğu ve geçirdiği kanunlardan ziyade toplumun kendi nesnel gelişme kanunları ağır basar. Türkiye sevinebiliriz ki, demokratik bir ülke olmaya, demokrasinin gelişmesini gerçekleştirmeye mahkûmdur diyebiliriz. Bu güzel bir mahkûmiyet ama! Böyle mahkûmiyet dostlar başına. Bu anlamda adayız legal parti olmaya.”
Basın toplantısından üç gün sonra bu yoğun ve gerilimli sürecin de etkisiyle Behice Boran bir kalp krizi geçirip hayata gözlerini yumdu. TİP’in Urfa milletvekili olan Boran’ın cenazesi Türkiye’ye gelince ilk tören TBMM’de düzenlendi. Boran’ın tabutunun Türk Bayrağı’na sarıldığı törende SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit hazır bulunuyordu. Boran’ın cenazesi bir gün sonra İstanbul’a getirildiğinde binlerce kişilik bir kitle vardı. Kitle esas olarak TBKP’lilerden oluşuyordu. Boran’ın cenazesine SBKP’yi merkez görenlerin dışında kimse katılmadı. Diğer akımlardan neredeyse hiçbiri yayınlarında Boran’ın ölümüne yer vermedi, Boran’la ilgili bir mesaj yayımlamadı. Halbuki Boran’ın kurulmasına öncülük ettiği TBKP sonrasında SBP, BSP ve ÖDP adlarını alacak ve onlarca sol akımın buluştuğu bir birlik platformunun örgütsel omurgasını oluşturacaktı.
Belli’nin Cenazesi: “Yüreğini Ferah Tut Yoldaş!”
Yirmi dört yıl sonra 16 Ağustos 2011’de Mihri Belli yaşamını yitirdi. Belli tıpkı Boran gibi 1940’ların TKP’siyle ilişkilenmiş ama Boran’dan farklı olarak sonrasında TİP’e dahil olmamıştı. 1970 öncesinde TİP’e dışarıdan muhalefet etmeyi tercih eden Belli, yetmişli yıllardaysa Türkiye Emekçi Partisi’ni (TEP) kurarak ikinci TİP’le legal platformda rekabet etmeye başlamıştı. Belli’nin cenazesi Boran’ın cenazesinden çok daha farklı bir havada ve bileşimle gerçekleşti. Boran’ın cenazesinde bulunmayan akımların neredeyse tümü planlı ve örgütlü bir şekilde Belli’nin cenazesinde yer alıyordu. BDP Genel Başkanı Hamit Geylani, dönemin BDP’li vekillerinden Ertuğrul Kürkçü, Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Sırrı Sürreyya Önder ve (eski EMEP Genel Başkanı) Levent Tüzel, CHP Milletvekili “Taksim Fatihi” Süleyman Çelebi, ÖDP’den Alper Taş, SDP’den Rıdvan Turan, ESP’den Figen Yüksekdağ, Halkevleri’nden İlknur Birol, Sosyalist Parti’den Mustafa Kaçaroğlu, EDP’den Saruhan Oluç ve o zaman TKP Merkez Komitesi mensubu olan Erkan Baş da törendeydi. Grup Yorum’un konser verdiği törene tüm bu siyasi hareketlerin yanı sıra BDSP, Kaldıraç, EHP, Odak, Mücadele Birliği ve DİP’in flamaları taşıyan militanlar da katıldılar ve hep birlikte “Yüreğini Ferah Tut Yoldaş” pankartının arkasında “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!”, “Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!” sloganlarını atarak yürüdüler. Cenazede bir tek Kaypakkaya geleneğinden gelenler yer almıyordu.
Kendilerini bağlı gördükleri uluslararası merkez, benimsedikleri devrim stratejisi ve eylem çizgisi, siyasi gelişmeler karşısında verdikleri tepkiler birbirilerine hayli yakın olan Belli ve Boran hakkında sol akımların yaptıkları değerlendirmeler hayli farklı idi. Sendika.org Belli’yi “Türkiye devrimci hareketinin koca çınarı” olarak değerlendiriyor, Kızıl Bayrak “yaşamını devrim ve sosyalizm mücadelesine adadığını” yazıyor, Atılım ise “Güle Güle Koca Çınar” başlıklı yazısında Belli’den “komünist siyasetçi” diye söz etmekle kalmayıp, Belli’nin “Mustafa Suphi’nin kurduğu TKP’de Merkez Komite” üyesi olduğunu iddia ediyordu. ÖDP’de Mihri Belli’yle siper yoldaşlığı yaptığı günlerden bugün dahi gururla bahseden bir genel başkana sahip DİP ise cenazeyi “Enternasyonalist Belli Enternasyonalle Uğurlandı” haberiyle veriyordu. Böylelikle Belli’nin Yunan Devrimi’ni izlediği işbirlikçi politikalar nedeniyle boğan Yunanistan Komünist Partisi saflarındaki mücadelesi enternasyonalizmin bir örneği olarak sunuluyordu.
Cenazeler Arasındaki Fark Tasfiyeciliğin Evrelerine Dair Bir Farktır
Boran’ın ve Belli’nin cenazesi arasındaki bu farkı nasıl açıklamak gerekir?. Mesele sosyalist hareketin önde gelenleri arasında yer almak olsaydı, Boran’ın Belli’den geri kalır bir yanı yoktu. Boran da Belli gibi tarihsel TKP’nin mensupları arasındaydı. Boran’ın genel başkanı olduğu TİP, Belli’nin TEP’ten daha güçlü bir partiydi. Konu teorik ürünler olunca Boran’ın daha üretken olduğu açıktı. Bağımsız bir siyasi konumlanış denecekse 1977 seçimlerinde Boran’ın TİP’i bağımsız bir iddiayla seçime girerken, CHP’ye oy verme çağrısı yapan Belli, TİP’i “faşist cephenin ekmeğine yağ sürmek”le suçluyordu.
Belli ile Boran arasındaki asıl fark birinin ÖDP üyesi olması, diğerinin ise ÖDP’ye giden yolun henüz başında yaşama veda etmesidir. Belli HDP’nin güçlü bir muhalefet partisi olarak sahaya çıkmaya hazırlandığı bir dönemin arifesinde hayatını kaybetti. 12 Eylül sonrasındaki, TBKP’den ÖDP’ye, ÖDP’den HDP’ye uzanan legal parti ve solda birlik girişimlerinin içinde bulunduğu evre bu iki cenaze töreni arasındaki farkı açıklayacak asıl faktördür.
Yetmişlerde Neden Kimse TİP’e Geri Dönmek İstemedi?
71-72 kopuşu esas olarak TİP’ten, yani sosyalist bir partinin işçi hareketi içinde güç kazanarak önce muhalefet hareketi hâline gelme, sonra da hükümet olarak toplumu ve devleti yeniden yapılandırma stratejisinden kopuştu. Bununla birlikte bu kopuşu gerçekleştirenin hepsi THKO gibi hiçbir ara uğrak olmaksızın bağımsız bir devrimci örgüt kurmadılar. Çayanlar Mihri Belli, Kaypakkayalar ise Aydınlık uğrağından geçtikten sonra THKP ve TKP-ML’ye vardılar. Aydınlık önce yetmişlerin sonunda sonra da doksanlı yıllarda kendi gayretiyle devletin derinliklerine yanaştığı için solun kalan kesimi için bir cazibe merkezi olmadı. Ama tasfiyeci projenin tamamlanabilmesi için, altmışların TİP’iyle Belli çizgisinin kaynaşması, tüm örgütlerin de bu çizginin buluştuğu parti içinde erimesi gerekiyordu.
1974 affından sonra devrimci hareketin neredeyse tamamı THKO, THKP, TKP-ML çizgilerini “zamansız hareket etmeme”, “maceracılıktan/küçük burjuva devrimciliğinden uzak durma”, “işçi sınıfı/halk içinde güç kazanma” bahaneleri ile adım adım terk etse de hiçbir akım, Boran’la Belli’yi buluşturacak bir “yuvaya dönüş” çağrısı yapmayı aklından geçirmedi. Örneğin TİP’i devrimci söylemlerle diriltme girişiminin ilk örneği olan, 12 Mart sonrasının ilk legal partisi Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP), TİP’i ve “doktorcular”ı parçalamanın ötesine geçemedi, bir cazibe merkezi olamadı. Sonrasında da yetmişli yıllar boyunca sol içerisindeki parçalanma daha da hız kazandı.
12 Mart sonrasında filmi hızlıca geri sarıp “devrimci bir TİP” inşa etmek mümkün değildi. Her şeyden önce kan ve can bedeliyle gerçekleşen kopuşun anısı taptazeydi. Merkezleri ortadan kalkmış olsa da üç ayrı örgüt siyaset sahnesine sadece isimlerini değil kısacık mücadele ömürlerine sığdırdıkları devasa bir mücadele mirasını kazımışlardı. Bu yüzden Dolmabahçe Yürüyüşü’nü engellemeye çalışan Harun Karadeniz’le THKOlu Deniz’i aynılaştırmak, her devrimci eylemde “CIA sosyalizmi” ve “provokasyon” arayan Kıvılcımlı ile Kızıldere’de çarpışan THKPlileri buluşturmak, hem 29 Ekim’i kutlayıp, hem de “kemalizm faşizmdir” diyen Kaypakkayı’yı “saygıyla anmak” mümkün değildi. Dahası anti-faşist mücadelenin kendisi başlı başına bölücü bir faktördü. “Ülkü ocakları kapatılsın” diyenlerle “ülkü ocaklarını kapatacağız” diyenleri, faşistlere karşı uzlaşmacı, şikayetçi bir hat benimseyenlerle devrimci bir mücadele hattını savunanları aynı yasal parti içerisinde buluşturmak bir hayaldi. Çin-Sovyet gerilimi yükselip Enver Hoca ayrı bir hatta ilerlerken, farklı uluslararası merkezlerin rekabeti de solun parçalanmasını kolaylaştırdı. Son olarak, 12 Mart işçi hareketi içindeki yükselişin önünü kesememişti. Sözkonusu olan, devrimciliğe yönelen militanların fabrikada, mahallede bizzat içinde bulunduğu bir yükselişti. En mezhepçi oluşumun bile “kitleselleşebileceği” ve bunu kendi “kitle çalışması”nın semeresi yahut siyasi çizgisinin haklılığı olarak görebileceği bir iklim sol akımların bağımsız kalma eğilimini körükledi.
Karıştır Barıştır’dan ÖDP’ye
Darbeciler 12 Eylül 1980 günü ülke içindeki “kardeş kavgasına” son vereceklerini televizyondan ilan ediyorlardı. Tam da bu nedenle, 12 Eylülcülerin benimsediği “Karıştır Barıştır” düsturu sadece cezaevlerindeki faşistlerle sosyalistlerin aynı koğuşta tutma politikasını anlatmıyordu. Çok daha kapsamlı bir hedef vardı. Toplumu ideolojisizleştirmek ve siyasetsizleştirmek hedefleniyordu. Bunun için sadece sosyalizmle faşizm yahut liberalizm arasında farkları bulanıklaştırmak yetmezdi. Sol içerisinde devrimci olan ve olmayan akımları uslu ve vatansever solculuk paydasında kaynaştırmak da gerekiyordu. 12 Eylülcülerin bu hedefi 60’ların TİP’ine geri dönme uktesini içinde taşıyanların hedefiyle tamamen uyumluydu.
12 Eylül darbesi, tasfiyeci birlik projesinin önündeki bir dizi nesnel engeli ortadan kaldırdı. Her şeyden önce, artık seksen öncesindeki gibi bir anti-faşist mücadele yoktu. 12 Mart’ı merkezlerinin yok olması pahasına çarpışarak karşılayan hareketler yerini 12 Eylül sonrasında kendini koruma refleksiyle hareket eden örgütsel merkezler alınca döneme yenilgi psikolojisi damgasını vurdu. Seksenlerin sonunda “Bahar eylemleri” ile sendikalı işçilerin hareketinde bir yükseliş başladı ama bu yetmişlerdeki yükselişten farklı olarak devrimci güçlerin hatta genel olarak sosyalistlerin çok daha iğreti bir biçimde içinde olduğu, daha çok “içine girmeye çalıştığı” bir yükselişti. Zaten yetmişlerin sonunda CHP’ye teslim edilmiş sendikalar 12 Eylül sonrasında da Erdal İnönü’nün SHP’si çizgisinde bir “demokratikleşme” mücadelesi veriyordu. Seksenlerin sonundan itibaren uluslararası merkezler, en pespaye liberal mesajları vererek sahneden çekilince tasfiyeciliğin önündeki son engel de ortadan kalkmış oluyordu.
Böylelikle sol hareketin demokratikleşme isteyen ve enflasyondan şikayet eden burjuva muhalefetinin peşinden gitmesinin, ücret zammı isteyen sendikaları sınıf mücadelesinin kahramanları olarak alkışlamasının önündeki engeller kalkmış gibi görünüyordu. Artık Kenan Evren’in Avrupa’da gördüğü ve gönlünden geçirdiği türden sosyalist partiler kurma girişimlerinde bulunmak mümkündü. Boran ve Yağcı’nın bildirgesi ve TBKP’nin kurulması, bu yöndeki girişimlerin başlama düdüğü idi. Karıştır barıştırcı girişimler henüz daha emekleme evresinde iken yaşamını yitiren Boran’ın cenazesinde bu yüzden sadece TKPliler ve TİPliler buluştu. Boran’ın zamansız ölümü onun bugün dahi, Belli’ye ya da Çulhaoğlu’na kıyasla, çok daha az akım tarafından anılmasına yol açmıştı.
1987’den itibaren Murat Belge’den Yalçın Küçük’e varan kesimlerin dahil olduğu “açık parti” tartışmaları hız kazandı. 1989’da soldaki çoğu kesimin dahil olduğu “Kuruçeşme Toplantı”ları başladı. Gelgelelim bu tartışmaların içinde olanlar yahut kıyısından seyredenler birleşik bir yasal parti yaratamadılar, ortaya bir dizi yasal parti çıktı. TBKP önce TSİP ile genişleyerek yasallaştı SBP adını aldı. SBP kapatılınca yerine kurulan BSP ise SBKP çizgisindeki Emek’i içine almakla kalmadı, Troçkist Yeni Yol, ve kendini THKP geleneği ile ilişkilendiren Kurtuluş’la da buluşarak “karıştır barıştır” yolunda önemli bir eşik atlladı. Süreci birkaç yıl geriden takip eden “Özgürlük Dünyası” EMEP’e doğru fire vere vere ilerlerken, Kuruçeşme bileşeni Gelenek yasal parti yolunda ilerlerken, içinde “sosyalist ideolojinin kitlelerle buluşması”nı önemseyen Çulhaoğlu’nun da bulunduğu bir parçasını BSP’ye kaptırdı.
İki yıl sonra Devrimci Yol’un yanı sıra irili ufaklı bir dizi akımın dahil olmasıyla birlikte bu sefer, kendini “parti olmayan parti” olarak tanımlayan ÖDP kuruldu. Gelenek’te yaşananın tam tersi Devrimci Yol’da gerçekleşti. Bir dizi grup ÖDP fikrine karşı çıkarak koptular. Ama sonraları bu gruplar da Halkevleri gibi yahut farklı güzergahlardan yasal örgütlenme zeminine oturacaklardı. ÖDP’nin kurucuları arasında Mihri Belli’nin yanı sıra, kendisi birkaç ay önce ölmüş olan, TİP’in Behice Boran ve Sadun Aren tarafından devrilen ilk genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın partisi olan Sosyalist Devrim Partisi üyeleri de vardı. Bu şüphesiz ÖDP’yi yeni dönemin TİP’i olarak ilan etmek isteyenleri umutlandıran bir tabloydu.
ÖDP Projesi Niye Hüsrana Uğradı
ÖDP yeni dönemin TİP’i olamadı. ÖDP projesi daha baştan tavsadı, kilitlendi, en sonra bileşenlerini öbek öbek yitirerek içine doğru söndü. Bir dizi legal parti ÖDP’ye rağmen varlığını sürdürebildi. Dahası hâlâ eski örgütsel kimliklerde ısrar eden akımlar da vardı. Üstelik bunlar içinde MLKP, diğer alternatif projelerine kıyasla görece amacına ulaşmış ve bir anlamda hocacı “marksist leninistlerin” birliğini sağlamıştı. Üstelik doksanlı yıllarda eski usüllerde ısrar eden akımlar, özellikle de varoşlarda, yeni arayışlara yelken açan akımlara kıyasla daha aktiflerdi.
Bu durumun üç temel nedeni vardı. Birincisi doksanlı yıllarda 28 Şubat’a ilerleyen siyasi krizin kendisiydi. Silahlı Kuvvetler/OYAK’ın da dahil olduğu bu kriz kendini sürekli bir hükümet krizi olarak dışa vuruyordu. Kendi görevini “toplumsal muhalefet” olmakla sınırlamış bir reform partisi projesinin bu krizler boyunca kıyıda köşede kalması kaçınılmazdı. Kuzey Kürdistan’da gerilla savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü koşullarda, Kürtlerle ilişkili tüm konuların sakıncalı hâle gelmesi, legal zemine tünemiş unsurların reform için mücadele edebileceği konuları daha da sınırlandırıp bu partileri daha da etkisizleştiriyordu. İkincisi, PKK’nin Kuzey Kürdistan’da gerilla mücadelesini temel alması, onun bu tür birlik projelerine eklemlenmesini daha baştan imkansız kılıyordu. Bu durumun kendisi herhangi bir reform partisini bulabileceği en geniş kitle desteğinden, işçi sınıfının en çok ezilen kesimlerini oluşturan, göçmen Kürt işçi tabanından mahrum bırakıyordu. Üçüncüsü, işçi sınıfının ağırlıklı olarak varoşlarda biriken Kürt emekçilerden oluşan dinamik kesimleri reformistler tarafından zaptü rapt altına alınamamıştı. Bu kesimler sahip oldukları yıkıcı gücü 1995 Martı’nda Gazi Ayaklanması’nda, 1996’da Kadıköy 1 Mayısı’nda göstermişti. Reformistlerin kuramadığı denetim geleneksel devrimci mirası tümüyle terk etmemiş akımların bu güçlerden beslenebilmesini ve legalist birlik çağrılarına meydan okuyarak kendi bağımsız varlıklarını sürdürebilmesini mümkün kıldı. Toplumsal mücadelenin dinamikleri Kürdistan’da PKK, Türkiye’de de varoşlarda devletin karşısına çatışmacı bir biçimde çıkan devrimci güçler tarafından belirlenince başta ÖDP olmak üzere tüm reformist akımlar kilitlendiler, toplumsal barış ve çatışmasızlık çağrısı yapan etkisiz odaklar olmanın ötesine geçemediler. Çekim merkezi olamadıkları gibi, bu çalkantılı sürecin içinde kendi parçalarını da yitirerek ufaldılar.
ÖDP’yi açmaza sokan dinamikler, aynı zamanda, Türkiye’de reformistlerin gönlünden geçen, yani devrimci lafızlarla, toplumsal hak arama mücadelesini “söke söke veren”, partinin kurulabilmesinin önkoşullarını da anlatıyordu. Öncelikle hükümet krizinin çözülmesi, burjuva muhalefetinin etkisizleşmesi gerekiyordu. Kürdistan’da gerilla mücadelesinin son bulması, varoşlardaki devrimci güçlerin tasfiye edilmesi ikinci koşuldu. Nihayetinde işçi sınıfının en dinamik ve politik kesimlerinin reformist bir kitle partisinin disiplini altına sokulması gerekiyordu. Önce Susurluk, sonra 28 Şubat, nihayetinde Öcalan’ın rehin alınması ve 2002 seçimleriyle CHP dışındaki geleneksel burjuva partilerinin siyaset sahnesinden silinmesi burjuva siyasetinde muhalefetsiz bir hükümet yarattı. Devletin, F-Tipleri saldırısıyla doruk noktasına ulaşan seçmeli terörü devrimci örgütleri kırımdan geçirip varoşları kontrol altına aldı. PKK’nin Kuzey Kürdistan’da gerilla savaşını ikinci, hatta üçüncü plana iten, “Demokratik Cumhuriyet” ve “Türkiyelileşme” hamlesi ise varoşlardaki emekçileri de kucaklayacak bir reform partisinin yolunu açtı.
DEHAP’tan HDP’ye
Tüm bunların dışında 28 Şubat sonrası hükümetlerin peşpeşe siyasal reformlarla, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlaması demokratikleşme umutlarını arttırıyordu. Kopenhag kriterlerine bel bağlayan SİP, TKP ismini üstüne geçirmeye yönelik hamleler yaparken, AB’den esen rüzgarlar bir dizi akımı “faşist diktatörlük” tespitlerini terk etmeye, hatta “faşist diktatörlüğün bir burjuva demokrasisine evrildiğini” ilan etmeye itti.
DEHAP’tan DTP, Bin Umut Adayları, muhtelif çatı partisi girişimleri, BDP, HDK üzerinden HDP’ye varan dolambaçlı ve inişli çıkışlı yolun rotasını belirleyen bu dinamiklerdi. Atılan her adım önceki birlik girişimlerini gereksizleştirerek onların ayağının altındaki toprağı kaydırdı. ÖDP’nin yaşadığı en büyük parçalanma partinin F-Tiplerinde takındığı tutum yüzünden değil, 2002 seçimlerinde DEHAP ile ortak hareket etmeyi reddetmesinden ötürü gerçekleşti. İçinde Mihri Belli’nin de yer aldığı geniş bir kesim SDP’yi kurarak HDP bileşeni olma yolundaki ilk adımı attılar. Bu köklü dönüşümler legalizm eleştirisini olmazsa olmaz kabul eden akımları da girdabına sürükledi. “Legaliteyi istismar” adına platformlar kuruldu. Bu platformlardan BDSP olanı yasal platformlar üzerinden yürütülen siyasi mücadelenin yasal partiye giden yolu döşediğini gördüğü için frene bastı. Milletvekili ve belediye seçimlerinde aday göstermekten vazgeçti, burjuva siyasetinin gündemlerini “yapay gündem” ilan edip yasadışı bir sendikal mücadeleye yoğunlaştı. Aktüel siyasi gündemin dışında kalmayı ölümle bir tutan bir gelenekten gelen Ezilenlerin Sosyalist Platformu ise “Hikmet Kıvılcımlı’dan Behice Boran’a, DEP geleneğinden günümüzdeki örgütlenmelere değin bütün ilerici, demokratik yasal partilerin deneyimlerinden yararlana”cağını ilan ederek Ezilenlerin Sosyalist Partisi’ne dönüştü.
Mihri Belli’nin cenazesi tam da bu dönemde, içinde BDP’nin de bileşeni olduğu Emek Demokrasi Özgürlük Bloku’nun seçim zaferinin hemen ardından gerçekleşti. Söz konusu güçler bir sene önceki 2010 referandumunda da kendi güçlerini arttırmıştı. Bu süreç zarfında ortada bir muhalefet boşluğu olduğu için bağımsız bir mücadele çizgisinde hareket ettiğini ilan eden DTP-BDP’nin güçlenmesinin önünde bir engel bulunmuyordu. CHP etkin bir muhalefet yürütmediği için BDP dilediğince muhalefet yapabilirdi. Henüz Erdoğan’ın iktidardan düşmesi ihtimali belirmediğine göre BDP halkın iktidarına talip olduğunu da söyleyebilirdi. Kürdistan dışında kalan coğrafyada barışçıl eylem ve direnişler hüküm sürdüğü için açıktan militan eylemlerin içinde dahi bulunabilirdi. Nitekim öyle de oldu Belli’nin cenazesinden birkaç ay sonra kurulan Halkların Demokratik Kongresi, bir parti adını taşımamasının da verdiği esneklikle, sol güçleri içine aldı, çevresine topladı. Yaşamı boyunca orta yolcu, legalist ve sosyal şoven bir hatta mücadele etmiş Belli’nin cenazesinde flamalarıyla boy gösteren örgütleri “Yüreğini Ferah Tut Yoldaş” pankartının ardında yürüten onları sadece genel olarak etkisi altına almış liberalizm değil, aynı zamanda “demokrasi mücadelesini Türkiye’de yalnızca ben verebilirim diyen” HDK’nin bu gücü ve etkisiydi.
TİP HDP’nin Etkisiyle Kuruldu Ama HDP’nin İçine Sürüklenenlerden Farklı Konumda
HDK’den HDP’ye doğru ilerleyen legalist tasfiyeci proje, CHP’nin ulusalcı ve sol kanadına oynayarak muhalefet boşluğunu HDP’den farklı şekilde doldurmak isteyen, bu bakımdan görünüşte HDP’ye en uzak zeminde yer alan TKP’yi bile etkisi altına aldı. “Politik faaliyete ve halk eylemlerine daha etkin bir şekilde müdahale etmek isteyen” unsurlar TKP’nin ikiye bölünmesine yol açtı. “Salyangozu yerinde satmak” gerekir diyen Çulhaoğlu da “Gel Kardeşim!” çağrısıyla kurulan TİP’e giden bir yolculuğun parçası oldu. 2018 seçimlerinden sonra tamamen HDP’nin belirleyici olduğu bir çizgiye çakıldı. TİP’in aktif olarak sorumluluk alıp hamleler yaptığı tek konu CHP ve HDP arasındaki çöpçatanlık girişimleri oldu.
HDP’nin reformist bir siyasi merkez olarak ortaya çıkışı TİP’i doğuran ve konumlandıran asıl etmen olsa da, TİP’i HDP içine sürüklenerek tasfiye olan diğer partilerle karıştırmamak gerekir. Bu durum, Çulhaoğlu ve Erkan Baş da dahil olmak üzere, TİP’in omurgasını oluşturan kesimlerin HDP’ye uzak fakat CHP’ye yakın, Kürt kelimesini kullanırken bile dokuz kere yutkunan bir geçmişe sahip olmasıyla da ilişkilidir ama asıl belirleyici etmen HDP’nin Türkiye siyaset sahnesindeki konumudur. 1 Kasım 2002 seçimlerinden 7 Haziran 2015 seçimlerine uzanan dönem CHP’nin siyaset sahnesinin merkezinden uzaklaştığı, DTP-HDP çizgisinin de bu boşluğu doldurmaya çalıştığı bir dönem olmuştu. 7 Haziran sonrası süreç ise tersine işledi. Derinleşen rejim krizi içinde Amerikancı muhalefetin koçbaşı CHP siyaset sahnesinin merkezine otururken, Erdoğan’ın hedef tahtasına oturttuğu HDP siyaset sahnesinin dışına çıktı, tabanını yitirmese de bir çekim merkezi olma özelliğini kaybetti.
HDP’nin güçlenmesini mümkün kılan iki iddiasından biri parlamenter zeminde emekçilerin sorunları dillendirerek hükümeti eleştirmek, diğeri ise parlamentonun dışında hükümetin karşısına eylemli bir şekilde dikilmekti. TİP HDP’nin iddialarından birincisine sahip çıktı, HDP listesinden meclise giren vekilleriyle yine HDP’nin imkanlarına dayanarak, hükümete muhalefet etti. Parlamento kürsüsünden ve demeçlerle yürütülen bu muhalefet başarılı olduğu oranda, HDP’ye dahil olmakta ayak direyen unsurlar, TİP’e katılmak için başarılı ve başarısız görüşmeler yürüttüler. Başarısız görüşmeleri yürütenler dahi, Çulhaoğlu’nun cenazesinde ve arkasında yapılan değerlendirmelerde görüldüğü üzere, TİP’le olan “yoldaşça” ilişkilerini korudular.
Reformist “elmaların” başarı şansı var mı?
Çulhaoğlu çiçeği burnunda bir TKP’liyken ÖDP ile birlikte “elmalarla armutların birliği döneminin kapandığını” söyledikten sonra ekliyordu: “Amasya, Starking, Golden elmaları ve ayrıca ekşi elmalar pekala biraraya gelebilirler ve bence gelmeleri de gerekir.” Bugün TİP’e imrenerek bakan, içinde ve etrafında kümelenen reformist “elmaları” reformist “armutlardan” ayıran temel özellik şu olsa gerek: geçmişte ÖDP’nin “bir arada yaşamı savunalım” diyerek yapmaya çalıştığını bu sefer sık sık “sosyalizm”den söz ederek yapmak, temel siyasi sorunlar hakkında eylemli bir tutum almaktan kaçınıp “emek cephesi” hakkında lafazanlık yapmak. “Stalinizmle Trotskizmin en çok yaklaştığı ama birbirine değemediği an”dan buruk bir heyecanla söz eden Sungur Savran’dan, “Göndereceğiz, Kamulaştıracağız, Demokratikleştireceğiz. İşçi Emekçi Hükümetini Birlikte Kuralım!” çağrısında bulunan EHP sözcüsü Özge Akman’a uzanan bu yelpazenin bileşenlerinin zamanında Ufuk Uras’lı ÖDP’de siper yoldaşlığı yapmış olmaları tesadüf değildir. Hedefleri hala aynıdır: CHP kadar kemalist olmayan, Kürt sorununu HDP kadar merkeze almayan ama her iki partinin tabanını da kucaklayan marksist lafızlı, emek eksenli bir muhalefet partisi kurmak. Çulhaoğlu’nun ardından övgüler düzenlerin hepsi böyle bir TİP’in hayalini kuruyorlar.
Bu hayalin gerçekleşme şansı var mıdır? Elbette yoktur. Zira bugünkü TİP tümüyle HDP’nin bilinçli tercihi sonucu ve onun izin verdiği kadarıyla öne çıkmaktadır. Bu temelde örgütlenip güç kazanan bir hareketin sonrasında kendi bağımsız çizgisine kavuşması imkansızdır. “Marksist ÖDP” olmaya niyetli TİP’in önündeki engeller ÖDP’nin önündeki engellere kıyasla çok daha büyüktür. Geçmişte ÖDP’yi felç eden siyasi kriz bugün bir hükümet krizi olarak değil öncekiyle kıyaslanamaz bir derinlikte rejim krizi ve içsavaş olarak yaşanıyor. Bugün CHP’nin siyasetteki rolü çok daha belirleyici. Gezi’nin, Kobane ayaklanmasının ve Hendek başkaldırısının gösterdiği üzere kitlesel bir “ayaklanma tehlikesi” ise çok daha fazla. HDP bu içsavaşta CHP’ye zarar vermemek adına siyasi mücadeleden köşeye çekilirken TİP’in yürütebileceği siyasi mücadele, iktidarı hedeflemeyen bir muhalefet çizgisiyle sosyal sorunlar hakkında tantana koparıp CHP’yi öne çıkarmaktan başka bir şey olamaz. Böyle bir çizgi de bağımsız bir odağı değil CHP’yi güçlendirecektir.
HDP’nin hareket edemez hale geldiği noktada onun ikinci iddiasını taşıma yani hükümete karşı eylemli bir muhalefet örme girişiminde bulunanlar da vardır. HDP’yi anti-faşist, birleşik bir cephe olarak gören ve aslında “HDP içindeki liberal burjuva unsurlara” karşı hegemonya savaşı verdiğini ileri süren ESP, bir anlamda Devrimci Parti, bu niyetle hareket etmektedir. Bünyesinde, HDP’yi değil de DBP’yi barındıran Birleşik Mücadele Güçleri bu arayışın ürünüdür. Aslında CHP ile HDP’yle yakınlaştırmak isteyen TİP’in tam aksi istikamette hareket etmek, HDP’yle devrimci güçleri buluşturmak, HDP’yi “devrimcileştirmek” istemektedir. Çulhaoğlu’nun cenazesine katılmayan, ya da Belli’nin cenazesine katıldıkları gibi katılmayan kesimler tam da bunlardır.
Gelgelelim, HDP’yi devrimci bir hatta çekme hayallerinin temelsizliğini görmek çok daha kolaydır. Zira, HDP’nin dışında bulunan TİP’in HDP’yi eleştiremediği, HDP’nin çerçevesini çizdiği bir siyasal mücadelenin ötesine geçemediği koşullarda HDP’nin içindeki güçlerden oluşan bir platformun HDP’den daha bağımsız hareket etmesini beklemek saçma olur. Nitekim bizatihi BMG’nin varlığı bu durumun bir kanıtıdır. HDP’ye müdahale etmek isteyen güçler, devrimci bir eylem gerçekleştirmek istedikleri zaman bunu HDP kimliğini kullanarak yapamamakta, başka bir politik kimlik kullanmaya mecbur kalmaktadır. İşçi sınıfının ve Kürtlerin öfkesi ne kadar büyük olursa olsun, emekçiler sokağa çıkmaya ne kadar hazır olursa olsunlar HDP’nin her türlü politik eylemden kaçındığı koşullarda, HDP’den kendini ayırmayan güçlerin bağımsız kitle eylemlerine yol gösterme ihtimali sıfıra yakındır.
7 Haziran 2015 sonrası HDP, devrimci olmayan bir demokrasi mücadelesinin nasıl tıkanıp felç olacağının en açık örneği oldu. Aynı reformizmi Kürtlere daha uzak düzen muhalefetine daha yakın bir şekilde yürütmek isteyenlerin açmazlarını ise geçmişin ÖDP’si göstermişti. Bugün Çulhaoğlu vesilesiyle kol kola girip, “marksist bir ÖDP”de buluşmak isteyenler, önümüzdeki dönemde tam tersine dar grupçu rekabetin pençesinde daha fazla kıvranıyorlar, hatta CHP’ye ÖDP döneminden daha sefil bir şekilde yanaşıyorlar. HDP’yi “içeriden ittirerek” ya da “kıyısından çekiştirerek” devrimcileştirmek isteyenler ise, bir daha Belli’nin cenazesinde yaşadıkları coşkuyu yaşayamıyor, Çulhaoğlu’nun arkasından düştükleri nerede duracağını bilemeyen, ikircikli konumdan kurtulamıyorlar. Bağımsız devrimci siyaseti, reformist siyasetlerle kolkola ve reformist örgütsel zeminlerin içinden büyütmeye çalışanların akıbeti hiç değişmiyor. Çulhaoğlu’nun cenazesi bu bakımdan tasfiyeci girişimlerin yeni ve güçlü hamlelerinin değil geleceksizliğinin habercisidir.
Reformist Muhalif Bireylerin Değil Komünistlerin Birliği
TSİP’ten TBKP’ye ÖDP’den HDP’ye ve TİP’e varan süreçteki yasal parti kurma girişimlerinin açmazlarla dolu öyküsü aynı zamanda reformist birlik girişimleri ile komünistlerin birliği arasındaki esaslı karşıtlıkları ortaya koyuyor.
“Sınıf”, “kitle”, “halkın dilini öğrenme/konuşma” hakkında kopardıkları tüm tantanalara karşın liberaller aslında “önde gelen sosyalist”lerin birbiriyle buluştuğu, bireyler toplamı bir parti yaratmak istiyorlar, zira ancak bu türden örgütlenmeler içinde “nefes alabiliyorlar”. Komünistlerin birliğini savunanlarsa “önce örgüt” diyor. Onlar yola “tek bir devrimci komiteyi ÖDP’nin tamamına değişmeyiz” diyerek çıktılar. “Yaşasın Komünistlerin Birliği” çağrısının muhatapları “parlak teorisyenler”, kerameti kendinden menkul “deneyimli kadrolar”, “azimli bireyler” değil. Türkiye solunda adet olduğu üzere siyasi tartışmalardan kaçıp siyaset dışı yollarla içinde bulunduğu yahut temas ettiği örgütlerin altını oymaya çalışanlar hiç değil. Komünistlerin birliği devrimci örgütü yaşatmaya sonuna dek kararlı güçlerin birliği olabilir ancak.
Devrimden kaçanların değil devrime önderlik etmeyi hedefleyenlerin partisi! Türkiye’de tasfiyecilerin örneğinde görüldüğü üzere devrimden sadece ve esas olarak devrim fikrini açıktan karşıya alarak yahut devrimin uzak bir gelecekte mümkün olacağını savunarak kaçılmaz. Canlı bir siyasal yaşamın hüküm sürdüğü bu topraklarda kendini yayımcılık faaliyetine veren, kanaat önderliğine soyunan unsurlar tek tük karşımıza çıksa da çoğunlukta değildir. Devrimden kaçmak isteyenler ya öncesinde işçi kitleleri içinde güç biriktirmek gerektiğini söylüyor ya da faşizme karşı demokrasiyi savunmak/getirmek için reformistlerle sözüm ona “birleşik cepheyi” örmek, bu yüzden de reformistlerin kabul edebileceği taleplerle siyasi mücadele yürütmek gerektiğini savunuyor. Bu yaklaşımsa her seferinde şaşmaz bir biçimde legal bir reform partisiyle sonlanır. Komünistlerin birliğini savunanlar ise “tek yol devrim” diyor. Bugünkü ihtiyaç burjuvazinin koltuk değneği işlevini üstlenecek, liberal bir muhalefet partisi değil iktidarı 7 Kasım 1917’deki gibi almaya hazırlanan devrimci bir partidir.
Devrimci bir parti eylem birliklerinin evrimi sonucu ortaya çıkmaz ama amaç ve ilkelerde anlaşmış komünistlerin eylemli bir yürüyüşünü şart koşar. SSCB’nin yıkılması ve sonrasında diğer uluslararası merkezlerin ortadan kalkması, sol akımlar açısından programatik ayrım çizgilerinin flulaşmasına, sınıf mücadelesinin geçmişindeki tarihsel dönüm noktalarına dair değerlendirmelerin “kitabi sorunlar” olarak kodlanıp bir arşiv malzemesine çevrilmesine yol açtı. 12 Eylül öncesindeki akımlarının militanları arasındaki temel bağın faşistlere karşı mücadele ve ortak bir ruh hâli olması bu gelişmeyi hızlandırdı. Tam da bu nedenle 1980’lerin sonundan itibaren birlik arayışında bulunanlar önce soyut ve genel birlik çağrılarında bulundular. ÖDP’de ifrat noktasına varan benzemezlerin birliği yaklaşımının en basit konuda dahi karar alamayan bir birlikteliğe yol açması, bu sefer tam aksi bir yöntemi benziyormuş gibi görünen, solun birliğini sağlayacak partiyi eylem birliklerinden türetme girişimlerini yaygınlaştı. Bu yaklaşım eylem birliklerine ket vurduğu gibi, taktik sorunlara dair en ufak bir görüş ayrılığında krize giren, dağılan birlik projeleri girişimleri yarattı, soldaki tabloyu sadeleştirmek yerine parçalanmışlığı arttırdı.
Komünistlerin birliğini savunanlar programatik ve örgütsel işleyişe dair ilkelerde anlaşanların buluştuğu partiyi yaratmak için mücadele ediyor. İhtiyacı duyulan parti taktiklere ilişkin, alınan kararların örgütsel yürütülüşüne dair konulardaki görüş ayrılıkları nedeniyle krize girmeyen, dağılmayan bir partidir. Komünistlerin birliği, “eleştiri özgürlüğü” isteyenlerin, kendilerine özerk dokunulmaz alanlar yaratmak isteyenlerin değil bir amaç disiplininde buluşmuş olanların birliğidir. Tam da bu nedenle böyle bir partiyi yaratmak isteyenlerin, sadece ortak prensiplerde buluşmakla yetinmemesi, siyasi merkeziyetçi bir faaliyet içinde ortak ve eylemli bir yürüyüşün takipçisi olması gereklidir. Yapılması gereken ilkelere dair ayrım çizgilerini kalınca çizmek ama aynı zamanda taktiklere dair görüş ayrılıklarını ortak bir eylem bir çizgisinde buluşmanın engeli hâline getirmemektir.
Önce komünistlerin birliğini sağlamak gerekir. Komünistlerin birliğini kitlesel işçi partileriyle ikame etmeye çalışan her türlü girişimin kaderi aynıdır. Bu girişimler devrimci bir parti yaratmaya değil devrimci örgütleri eritmeye, devrimci niteliklerini çoktan kaybetmiş, yahut hiçbir zaman böyle bir niteliğe sahip olmamış örgütleri toptan ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerdir. Çoğunlukla herhangi bir “kitleselleşmeye” yaramaz, tersinden sol içerisinde her türlü kitle eylemini bölen rekabetçi kümeler yaratır. Kitleselleştiği ve siyasal bir güç hâline geldiği oranda da siyaseten felç olmaya mahkumdur. Komünistlerin birliği, akıntıya karşı yüzmekten çekinmeyenlerin, “dar” olmaktan korkmayanların birliği olmalıdır. Kendisini hem işçi kitlelerinden, hem de diğer sol akımlardan net bir biçimde ayırmayan bir hareket ne işçi kitlelere güven vererek onlara önderlik edebilir ne de diğer sol akımlarla diplomasi ve didişme arasında gidip gelen rekabetçi tutumlardan kurtulabilir.
Tek Yol Komünistlerin Birliği!
Komünistlerin parti birliği hedefinden yan çizenler bunu komünist bir önderliğin gereksiz olduğunu söyleyerek değil bu doğrultuda bir girişimin başarı şansının düşük olduğunu söyleyerek yapıyorlar. Halbuki devrimciler devrim mücadelesine başarı şansı yüksek diye girmezler. Zor mücadelelerden kaçan, mücadele çetinleşince muhtelif kılıflarla havlu atan sağlamcı bir anlayışın devrimcilikle ilgisi yoktur. Devrimciler, emekçilerin kurtuluşunu reformlar yoluyla sağlamanın mümkün olmadığını bildikleri için, tüm yaşamlarını bu büyük davaya adarlar. “Önce komünistlerin birliği” şiarını da bu içerikte kavramak gerekir. Komünistlerin birliğini sağlamak güç olabilir, ama komünistlerin parti birliğini sağlamadan işçi sınıfının kurtuluşu yolunda ufak bir adım atma ihtimali dahi sıfırdır.
“Sosyalizmin başarı şansı var mı?” sorusunu soranların öncelikle beş yüz yıllık tarihi içinde muhtelif kapitalizm biçimlerinden herhangi birisinin emekçilerin ve ezilen halkların kurtuluşu yolunda başarılı olup olmadığı sorusunu cevaplaması gerekir. Benzer şekilde komünistlerin birliği çağrısına başarı ihtimali düşük diye kulak tıkayanların, öncelikle kitle partileri zeminindeki partileşme ve birlik girişimlerinin tekrar tekrar karşımıza çıkan başarısızlığı hakkında bir değerlendirme yapması gerekir. Çulhaoğlu’nun siyasal yaşamı genişleme, kitleselleşme, doktriner olmayan bir zeminde sosyalistlerin birliğini sağlama yönündeki girişimlerin hep aynı çıkmaz sokağa farklı adlarla nasıl girdiğinin öyküsü olarak okunmalıdır.
1960’ların TİP’ine ona marksist ve devrimci bir cila çekerek yeniden varma girişimlerini sürekli hüsrana uğratan etmenler aslında sadece komünistlerin birliği çağrısının neden güncel olduğuna dikkat çekmez, komünistlerin birliğinin hangi zeminde nasıl gerçekleşmesi gerektiğine ışık tutmaz, aynı zamanda devrimci bir parti yaratma mücadelesinin artan imkanlarına işaret eder: Dünya çapında yayılan devrimci durumun en yoğun yaşandığı yer Kürdistan’la beraber, Türkiye’dir. Aynı zamanda Türkiye’de siyasi bakımdan felç olan reformist akımların açmazları hızla büyüyor ve gizlenemez hâle geliyor. Dahası Türkiye’deki devrimci durum sadece gittikçe hakim sınıf içindeki dalaşmalar nedeniyle derinleşmiyor. Devrimci bir arayışı olan, reformistler tarafından tümüyle zaptürapt altına alınması mümkün olmayan bir kesim tüm akımları kesen bir biçimde sayıca kalabalıklaşmaktadır.
Nihayetinde, komünistlerin birliğinin imkanlarını arttıran tüm bu nesnel imkanların yanı sıra bir de “öznel bir faktör”den söz etmek gerekir. “Yaşasın Komünistlerin Birliği!” şiarı çağrısı, bu çağrıyı somutlayan bir platform önerisiyle birlikte yirmi üç sene önce yükseltildi. Arada geçen yirmi üç sene komünistlerin parti birliğini siyasal mücadeleden kopmadan yaratma yolunda önemli bir birikim yarattı. Taktik ortaklıklara değil amaç, ilke ve referanslarda ortaklığa dayanan birlik platformu bu süreç zarfında komünist bir dayanışma çerçevesinde eylemli bir yürüyüşü benimseyenleri içine dahil ederken, siyasi merkeziyetçi bir platformun gerektirdiği eylemli ve örgütlü yürüyüşü benimsemeyenleri ise dışına çıkardı. Kendini geliştiren, somutlayan ve politik etkisini arttıran, her şeyi örgütle ve örgütlü bir şekilde yapmaya kararlı devrimcilere yaslanan bir platformun varlığı komünistlerin birliği mücadelesinin en önemli güvencesidir.
Bırakalım düzene liberal bir zeminde soldan muhalefet etmeye çalışanlar muhtelif kitle partisi girişimleriyle dar grupçu, rekabetçi eylem birlikleri arasında salınıp dursunlar. KöZ’ün arkasında duran komünistler devrimci bir siyasal çizginin takipçisi olarak ve komünistlerin birliğinin gerçekleşeceği ilkesel ve örgütsel zemine işaret etmeyi bir an için unutmadan “Yaşasın Komünistlerin Birliği!” şiarını yükseltmeye devam ediyor.