Amerikan Emperyalizmi Tek Başına Türkiye’yi Köşeye Sıkıştıramaz

Joe Biden’ın başkan olması en çok Amerikancı muhalefeti sevindirdi. Hesaplarına göre Biden, Senato’nun, Kongre’nin, Amerikan bürokrasisinin kararlarını Trump gibi engelleyip yumuşatmayacak, Türkiye’nin üzerindeki kıskacı sıkılaştıracak, Erdoğan’ın üzerindeki basınç arttıkça Erdoğan karşıtı koalisyonun meşruluğu artacak, böylelikle zaten zayıflamakta olan Erdoğan’ın 2023’te hiçbir şansı kalmayacaktı. Amerikancı muhalefet Biden’ın seçileceği anlaşıldığından beri Erdoğan’ın demokrasi ve piyasa dostu mesajlar vermesini, S-400’ler konusunda tavizler vermeye razı olduğunu ifade etmesini bu çerçevede bükemediği bileği öpmek olarak yorumluyor.

Amerikan “Düzen Partisinin sesi Biden’ın başkan seçilmesinin Erdoğan üzerindeki basıncı arttıracağına şüphe yok. Erdoğan’ın dozunu yükselterek verdiği “Demokratikleşme ve Yeni Anayasa mesajlarını, Merkez Bankası ile ilgili düzenlemelerini ABD ile arasını düzeltme amacıyla kullanması da sürpriz olmaz. Gelgelelim Amerikancı muhalefetin beklentileri olgular arasındaki bağlantıları gözetmeyen, yapısal sorunları ve derinleşen çelişkileri göz ardı eden gerçek dışı beklentilerdir.

Her şeyden önce Amerika derinleşen bir siyasi kriz içerisindedir, Amerikan hükümeti ise bir mali kriz içinde çırpınmaktadır. Bu krizin kendisi ABD’nin tutarlı bir dış politika üretmesini engellemektedir. Türkiye’nin, Biden’ın Amerika’nın gücünü göstereceği en ideal ülke olması, Biden’ın doksanların ABD’si gibi hareket edebileceği anlamına gelmez. Bu nedenle Biden dönemindeki basıncın Obama dönemindeki kadar bile olması düşük bir olasılıktır.

İkincisi, Türkiye herhangi bir emperyalistin arka bahçesi değildir. Bilakis emperyalistler arası paylaşım kavgasının en keskin yaşandığı coğrafyalardan biridir. Bu bakımdan ABD’nin tüm emperyalistlerle birlikte Türkiye’nin üzerine çullanamayacağı bellidir. Nitekim bugüne kadar da Erdoğan’a yönelik yolsuzluk kuşatmaları Almanya ve Fransa’dan kayda değer bir destek görmemiştir. Almanya ve Fransa’nın, Erdoğan’a her kritik momentte yaşam öpücüğü sunmaları sadece ABD’ye çelme takma niyetiyle ilgili değildir. Avrupa kamuoyunda bir nefret nesnesi haline gelmiş Erdoğan’ın, Türkiye’nin devlet başkanı olması özellikle Almanya ve Fransa için bulunmaz bir fırsattır. Erdoğan hükümetken, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin niye ilerlemediğini de, Türk vatandaşlarının niye serbest dolaşım hakkına sahip olmadığını da soran çıkmayacaktır. Bu durumun kendisi Almanya ve Fransa’nın Türkiye ile ortaklıklarını sadece kendi istedikleri konularda tutabilmeleri için bulunmaz bir fırsattır.

Alman ve Fransız emperyalizmleri ile Erdoğan arasındaki bu negatif ortaklık türünün ilk örneği değildir. 2000’lerin başında TSK-TÜSİAD çekişmesine tam da bu ortaklık damgasını vurmuştu. O zamanlar ABD, Türkiye’yi tıpkı İngiltere, Polonya ve diğer eski doğu bloku ülkelerine yaptığı gibi Avrupa Birliği’nin içine ittiriyordu. Maksadı bir siyasi organizma olarak Avrupa Birliği’ni içine kendi uzantılarını sokarak felç etmekti. Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki uzantısı olarak TÜSİAD da bu projenin içindeydi. Buna karşılık o zamanlar OYAK adlı bir sermaye grubu olarak da değerlendirdiğimiz Silahlı Kuvvetler, siyasi ve iktisadi ayrıcalıklarını yitireceği için Türkiye’nin AB üyeliğine karşıydı. Bu noktada kendi içine yeni bir Truva atını kabul etmeyi reddeden Almanya ve Fransa ile çıkarları örtüşüyordu. Renault’tan Axa’ya OYAK’ın en önemli ortaklarının Fransız sermayesi olması bu ortaklığın temellerini pekiştiriyordu elbette. TSK’nın Türk siyasetindeki baskın varlığı, Almanya ve Fransa’ya demokratik bir ülke olmadığı bahanesiyle Türkiye’yi AB’nin dışında tutma imkânı tanıyordu. Bugün aynı durum Erdoğan’ın “otokrasisi için geçerlidir. Erdoğan Alman ve Fransız emperyalistleri için gökte ararken yerde buldukları bir nimettir.

MHP’nin Pençesinden Kurtulma Hesabı

Erdoğan’ın yeni bir demokratikleşme hamlesi için yaptığı çağrıları, ABD’nin gözüne girme gayretiyle açıklamak sığlık olur. Zira Erdoğan’dan gelen tüm diyalog girişimlerine kapısını kapamış ABD, Erdoğan’ın makyaj girişimlerine bugüne kadar itibar etmemiştir, bundan sonra da etmeyecektir. Nasıl hükümetin sınır ötesi girişimleri Türkiye’nin dışarıda artan itibarı, yahut nüfuz alanlarıyla değil, Erdoğan’ın içerideki sıkışmışlığıyla ilgiliyse Erdoğan’ın demokratikleşme reformları da aynı şekilde dışarıya değil içeriye yönelik hesaplarıyla ilgilidir. İçerideki hesabı da esas olarak MHP’nin pençesinden kurtulma hesabıdır.

Dostları olduğu kadar düşmanları tarafından da Erdoğan oportünistçe kaygılarla da olsa başlangıçta Kürt sorununu çözmeye yeltenmiş, sonrasında hüsrana uğrayarak yahut kandırılarak bu sorunu çözmekten vazgeçmiş bir politikacı olarak gösterilir. Tersi doğrudur. İktidara geldiği ilk günden itibaren devletin tepelerindeki güçlerle uzlaşmaya çalışan Erdoğan’ın, devletin Kürt politikalarından taviz vermeye ihanet ettiği hocası kadar bile niyeti olmadı. Erdoğan’ın Kürt sorununda 2007 ve 2012 yıllarında devletin inkarcı politikasını yumuşatmaya yönelik iki adımı oldu. Bunların ikisi de kendi dışındaki güçlerin zorlamasıyla gerçekleşti. Bunlardan birincisi ABD’nin zorlamasıyla başlayan Kürt açılımıydı. Reform yolunda attığı adımlar, PKK’yi tasfiye edemediği için kendisini değil süreci başarılı bir şekilde istismar eden DTP/BDP çizgisini güçlendirdi. Bu da Erdoğan’ı hızla bu açılımı önce kardeşlik sonra da milli birlik projesine çevirmesine yol açtı. Nihayetinde Oramar hezimetiyle biten sınır ötesi operasyonlar ve on bine yakın BDP’linin tutuklanması süreci başladı. Kürt kitlelerinin 2012’de başlattığı eylem dalgası Erdoğan’ı bu sefer de çözüm süreci adı altında Öcalan’la masaya oturmaya zorladı. Fakat bu ikinci yumuşama süreci, AKP’nin gerilediği ve rejim krizinin derinleştiği koşullar altında gerçekleştiği için HDP’nin bu sefer öncekiyle kıyaslanamaz bir şekilde güçlenmesine yol açtı. HDP kâh Rojava’daki ABD-PKK yakınlaşması kâh Türkiye içindeki iki blok arasında kızışan iktidar savaşının görüntüde bağımsız ama özde tarafsız bir pozisyonu olanak dışı bırakması nedeniyle Amerikancı muhalefete doğru çark edince bu süreç Erdoğan açısından iyice tahammül edilmez hale geldi ve çözüm süreci masası Erdoğan tarafından tekmelendi. Gelgelelim Erdoğan’ın Kürtlere karşı hızla saldırgan bir pozisyona geçmesi de kendisinin yokuş aşağı inişini engelleyemedi. Gerileyen Erdoğan bu ikinci çözüm sürecinin de katkısıyla 7 Haziran 2015’teki seçim yenilgisini yaşayarak hükümet kuramaz hale geldi.

Erdoğan’ın MHP’ye olan siyasi teslimiyeti 7 Haziran 2015’te başladı. 1 Kasım seçimlerinde hükümet kurabilir pozisyona gelmek için Kürtlerle tüm köprüleri atmakla kalmadı, yine şovenist bir dalga yaratarak milliyetçi katmanları arkasında yedeklemek umuduyla Kürdistan’da hızla bastıracağını umduğu ama sonrasında hüsrana uğrayacağı bir içsavaşı kışkırttı. Böylelikle MHP’nin sadece oy desteğine değil aynı zamanda, özellikle polis teşkilatındaki kadrolarına yaslanmak zorunda kaldı. Sonraki tüm kritik dönemeçlerde Demirtaş’ın tutuklanmasında, Davutoğlu’nun azlinde, 15 Temmuz darbe girişiminde Erdoğan, MHP’nin çizgisine daha fazla kaydı, kadro desteğine daha fazla muhtaç hale geldi. MHP 2017 referandumuyla Erdoğan’a 12 Eylül Anayasası’nı onu kendisine tümüyle bağımlı kılacak şekilde değiştirttikten sonra Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’ndan kurtulma imkânı kalmadı. Erdoğan’ın MHP’ye bağımlılığı o kadar büyüktür ki Türkiye’de tek adam rejimi safsatasını yayanların aksine asıl Cumhurbaşkanı’nın kendine Başkan dedirtmeye çok meraklı Erdoğan değil Bahçeli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bugün Erdoğan Bahçeli’nin onayı olmadan tek bir ciddi politika değişikliği bile yapamıyor. Sokağa çıkma yasağı rezaleti sırasında Süleyman Soylu’yu istifa ettirememesi bu bağımlılığın en çarpıcı göstergelerinden biridir.

Bununla birlikte Erdoğan’ın MHP’ye olan bağımlılığını tek yönlü olarak düşünmemek gerekir. Tasfiyecilik dalgası sadece devrimci hareketi değil 12 Eylül öncesinin faşist hareketini de etkilemiştir. Nihayetinde MHP de liderinin demir disiplini altında iktidara yürüyen bir faşist parti değildir. Bahçeli, Erdoğan’ın mahkemeler üzerinde baskısı olmasa partiyi az daha Akşener’e kaptıracak ve kapının önüne konacaktı. MHP hâlihazırda hiçbir sorumluluğunu üstlenmeden hükümet olmanın tüm nimetlerinden faydalanmaktadır. “Ülküdaşları bu nimetlerden uzak kaldığında Bahçeli’nin o koltukta ne kadar oturabileceği şüphelidir. Bu bakımdan Bahçeli’nin Erdoğan üzerinde mutlak hâkimiyeti olduğunu, onu yıkıma uğratarak iktidarı ondan devralmak istediğini düşünmemek gerekir.

Gelgelelim iki taraflı bu bağımlılık ilişkisinin esas olarak Erdoğan’a zarar verdiği açıktır. Zira en kötü senaryo MHP’liler açısından kadrolaşma imkânlarını yitirmek, Bahçeli açısından da kapı dışarı edilmektir. Buna karşılık Erdoğan için böyle bir seçenek söz konusu değildir, onun ölene kadar iktidarda kalması gereklidir ancak bu amacına ulaşmak için Erdoğan umudunu seçime bağlamıştır çünkü darbe yapmaya ne bir kitle partisi olan AKP’nin örgütsel işleyişi elverir ne de Reis’in “yüreği yeter. Fakat elindeki tek somut olanak olan Cumhur İttifakı’yla da yüzde elli artı biri bulma ihtimali her geçen gün azalmaktadır. Sadece kendisinden ayrılan iki ekibin partisine verdiği hasarı azaltabilmek için Erdoğan’ın MHP’nin etkisini frenlemeye, kendine yeni ortaklar bulmaya ihtiyacı vardır. Gelgelelim Erdoğan açısından sorun sadece yeni bir ortak sorunu değil aynı zamanda onu ortaklarına mahkûm eden anayasal yapı, özellikle Cumhurbaşkanı’nın yüzde elli artı birle seçilmesini şart koşan seçim sistemidir. Adım adım piyasaya sürülen 1921 ruhlu yeni sivil anayasa girişimini bu arka plan ışığında yorumlamak gerekir. 

KöZ’ün arkasında duran komünistler uzun
zamandır parlamenter yollarla, yamalı
anayasalarla değil devrimle rejim krizinden
kurtulunacağının altını çiziyor.

Demek ki Rejim Değişmemiş

2017 referandumunun ardından rejim değişikliği analizi yapmayan sol akım kalmamıştı. KöZ ise marksizmin revizyonistler tarafından hasıraltı edilmiş temel saptamalarından birine işaret ederek, anayasaların seçimle/referandumla değil kurucu iktidarlarla değişebileceğini hatırlattı. Yapılan anayasa değişikliklerinin 12 Eylül Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa yeni bir rejim getirmediğini sadece eski rejimin payandalarını iyice zayıflattığını yaptığı eklektik değişikliklerle anayasa sorununu iyice içinde çıkılmaz hale getirdiğini ısrarla savundu. Değişikliklerin rejim krizini derinleştirerek yeni ve daha şiddetli bir anayasa krizinin yolunu döşeyeceğini öngördü. Rejim krizinin derinleştiği yerde, anayasa sorununun üstelik anayasayı değiştirdiğini iddia edenler tarafından bir kez daha gündeme getirilmesi 12 Eylül Rejimi’nin parlamenter yollarla değişmediğini, değişemeyeceğini bir kez daha gösterdi.

Bu nedenle Erdoğan’ın 2007’de siyasi olarak gücünün zirvesindeyken değiştiremediği, sonrasında 2011 yılında ustalık dönemine geçtiğini ilan ettikten sonra bir kez daha deneyip boyunun ölçüsünü aldığı anayasayı şimdi değiştireceğini sanmak saflık olur. Erdoğan 2017’de MHP’nin şekillendirdiği anayasa revizyonunda bile bugüne kıyasla çok daha güçlü bir pozisyondaydı, arkasında en azından 15 Temmuz’un rüzgârı vardı. Dört sene sonra kıyaslanamaz derecede zayıflamışken yeni bir anayasa, hele hele hiç de öyle bir nitelik taşımasa da liberaller tarafından özerklik, federasyon çözümlerine açık gibi sunulan 1921 Anayasası’nın ruhunu taşıma iddiasında bir anayasa yapabileceğini düşünmek akla ziyandır.

Erdoğan’ın umudu en fazla anayasada 2017’deki gibi kimi düzenlemeler yapmak olabilir. Bu noktada MHP’nin cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın kendisine bağımlılığını azaltacak bir değişikliği daha baştan reddedeceğini akılda tutmak gerekir. Yine de bir erken seçime gitmek yerine muhalefetin açıktan reddedemeyeceği göstermelik ve zaten uygulanmayacak bir demokrasi paketiyle referanduma gitmek Erdoğan’ın daha çok işine gelirdi. Zira referandumda Erdoğan’ın yıpranmış partisinin rolü minimuma inerdi. 

Üstelik referandumu kaybetmenin hasarı bir erken seçimi kaybetmeninkinden çok daha az olurdu. Gelgelelim böylesine bir anayasa değişikliğinin bile önünde devasa engeller vardır. Her şeyden önce 2017’den farklı olarak AKP ve MHP’nin toplam milletvekili sayısı, bu vekiller arasında hiç Deva ya da Gelecek Partili bulunmadığını varsaysak bile, 360’ın çok altında olduğu için üçüncü bir partinin desteğine ihtiyaç vardır. Üstelik Erdoğan’ın muhalefetle arasındaki mesafeyi kapatma yönündeki girişimleri de MHP tarafından engellenecektir. MHP’nin HDP’ye, Boğaziçililere yönelik provokatif çıkışları bunun somut örneğidir.

İkinci olarak siyasi partilerin yönelimlerinin kendi tabanlarını etkilediği bir dönemden geçmiyoruz. Amerikancı muhalefet partilerinin Erdoğan’a can simidi uzatmakla kazanacakları pek bir şey yoktur ama bu partilerin Erdoğan’ın yanına geçmesi kendi cılız tabanlarını yitirmeleri, siyasi olarak intihar etmeleri anlamına gelecektir. HDP tabanını CHP destekçiliğinden caydırıp tekrar eski tarafsız pozisyonuna sokmak için çağrılarda bulunan Öcalan’ın düştüğü pozisyon bu bakımdan ibretliktir. HDP’lilerin Öcalan’ı dinlemedikleri koşullarda, Akşener’in ya da Karamollaoğlu’nun tabanının taraf değiştiren parti başkanlarını takip edeceğini sanmak saflık olur.

Yeni bir anayasa yapmak bir hayaldir, kimi madde değişikliklerini bile referanduma götürmenin önünde devasa engeller vardır ama Erdoğan’ın anayasa değişikliği basit bir gündem saptırma operasyonu değildir. Erdoğan’ın maksadını anlamak için 2017 referandumunun iki ironik sonucu üzerinde tekrar durmak gerekir. Bunlardan birincisi koalisyon hükümetleriyle ilişkilidir. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı sistemini koalisyona son vermek için sunmuştu, oysa 2017 değişiklikleriyle birlikte tüm devlet aygıtı bir koalisyona dönüştü. İkincisi, Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle güçlü ve istikrarlı partiler vadediyordu. Hâlbuki yüzde elli artı biri bulmak için iki partinin kıyasıya rekabet ettiği koşullar altında her iki taraf da rakibinin altını oymak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Amerikancı muhalefet AKP içinden iki ayrı parti çıkarırken, Erdoğan önce Saadet Partisi’ni Fatih Erbakan’la bölmeye çalıştı, sonra Akşener’in partisindeki huzursuzlukları büyüterek bir istifa dalgası yaratmak istedi, şimdi de Muharrem İnce vesilesiyle CHP’yi zayıflatmak istemektedir. Bu bakımdan cumhurbaşkanlığı sistemi amaçlananın tam tersi bir sonuç üretmektedir. Merkez sağda ve solda iki büyük odağın çıkması umulurken tüm siyasi partiler hızlı bir parçalanma sürecine girdi. Siyaset “kazan kazan şarlatanlığıyla başlayan Erdoğan’ın hem kendisi hem de hasımlarının altını oyan “kaybet kaybet oyununu oynamak dışında başka çaresi kalmamıştır.

Kaybet Kaybet Oyunu

Eşit durumda olmayanların kârı da zararı da eşit olmaz. Bu nedenle “kaybet kaybet oyunundan iktidar ve muhalefet eşit oranda zarar görmemektedir. Cumhur İttifakı’ndan ayrılan partilerin durumuyla Millet İttifakı’nın merkezinde duran partilerden ayrılanların birbirinden farklıdır. Bir kere herhangi bir genel seçimde Cumhur İttifakı’ndan ayrılmış olanların kademeli olarak saf değiştirip Millet İttifakı’na iltihak etmeleri mümkündür. Bununla birlikte ne Saadet’ten, ne CHP’den kopanların ne de Akşener’in İyi Partisi’nin böyle bir hamlede bulunması ihtimal dahilindedir. Bu bakımdan yeni küçük partilerin olası bir cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a bir faydası olamaz. Barajı aşamayacakları belli olduğu için Millet İttifakı’nın havuzuna girmedikleri sürece meclis aritmetiği bakımından da Millet İttifakı’na zarar verme ihtimali yoktur. Vereceği hasar bu bakımdan yaratacağı iç tartışmalarla ilgilidir.

Amerikancı muhalefeti bir arada tutan paydanın ne olduğu akılda tutulursa söz konusu iç tartışmaların yaratacağı sıkıntıyı küçümsememek gerektiği anlaşılır. Millet İttifakı’nın paydası siyasetsiz bir Erdoğan karşıtlığı ve “güçlendirilmiş parlamenter sistem yanlılığıdır. Tüm toplumsal sorunlar emekçiler, ezilenler “mağdur ve “kurban kimliğinin ötesine geçmediği sürece Amerikancı muhalefetin radarındadır, tüm protesto girişimleri sızlanan, şikayetçi pozisyonda oldukça, kitlesel, bir eyleme dönüşmedikçe bu muhalefet tarafından desteklenir. Bu nedenle Millet İttifakı’nın sürmesi için esaslı bir toplumsal, siyasal sorunun gündeme gelmemesi, hükümete cepheden ve eylemli bir şekilde karşı çıkan toplumsal bir başkaldırının yaşanmaması gerekir. Kuruluş amaçları toplumsal muhalefeti bağımsız ve eylemli bir çizgide, meclise hapsolmadan yükseltmek olan HDK/HDP’nin Millet İttifakı’nın içinde yer almasına rağmen almıyor görünmesi kendi isteksizliğinden değil Millet İttifakı’nın bu kırılgan yapısından kaynaklanmaktadır.

Erdoğan’ın Amerikancı muhalefeti politik tutum almaya zorlayarak parçalama, zayıflatma girişimleri yeni değil. 7 Haziran seçimlerinden beri bunu HDP’yi hedef tahtasına oturtarak, bu liberal emekçi partisini bir terör örgütü olarak sunarak yapmaya çalışıyordu. Böylelikle hem HDP tabanını pasifleştirmiş hem de Millet İttifakı’nın diğer bileşenlerini siyasete zorlamış oluyordu. HDP’lilere ve onlarla ilişkilendirilenlere yönelik artan tutuklamalar, parti binası baskıları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın Saadet Partisi’ne ziyaretleri de aynı bağlamda anlam kazanmaktadır. Saadet’in İslamcı kimliği ile Amerikancı muhalefetin diğer bileşenlerinin kadın hakları vurgusu uyumsuzdur. Erdoğan bir yandan kadın haklarının ailenin temellerini ortadan kaldırdığını işleyen, farklı cinsel kimlikleri sapkınlık olarak tanımlayan, dini hassasiyetin çiğnendiğini ısrarla vurgulayan bir siyaset çizgisi izleyip diğer yandan da Saadet Partisi’ni bu konularda işbirliğine çağırırken esas olarak bu partinin ve Millet İttifakı’nın yumuşak karnına vuruş yapmaktadır.

Toplumun tüm kesimlerini yeni bir anayasa tartışmasına çekmeye çalışan Erdoğan’ın derdi elbette yeni bir toplumsal sözleşme yaratmak olmasa gerek. Anayasa muhtevası gereği tüm esaslı toplumsal ve siyasal sorunlara dokunan bir metindir, anayasa tartışmaları siyasi uzlaşmazlıkları kaçınılmaz olarak açığa çıkaracaktır. Anayasa tartışmaları gündeme oturdukça Millet İttifakı’nın siyasi konularda kaçak dövüşen bir pozisyonda bulunması zorlaşacaktır. Anayasanın 1921 referansıyla sunulması da Erdoğan’ın bu niyetini somutlar. 1921 Anayasası’nın özerklik ve federasyon tartışmalarına kapı aralayacağı düşünülmektedir. Öte yandan ruhu çağrılan anayasa hem “devletin dini İslamdır maddesini içeren hem de halifeliğe devlet aygıtı içinde yer veren bir metindir. Aynı zamanda ulusal sorunu “hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal çizgisinde çözmeye çalışan bir siyasi projenin ifadesidir. Anayasa’nın 1921 referansıyla tartışılması bu nedenle en çok HDP ve Saadet Partisi’ni zorlayacaktır.

Seçimle Gitmeyecek Saptamasının Anlamı

Platformumuzun “Erdoğan seçimle gitmeyecek saptaması, Erdoğan’ın devlet aygıtını ele geçirmiş göstermelik seçimler düzenleyen bir otokrat olduğu anlamına gelmez. Bilakis Erdoğan’ın partisi ve devlet üzerindeki denetimi günden güne zayıflamaktadır. Anayasa tartışmalarından görüldüğü üzere Reis mesaisinin büyük bir kısmını parlamenter hesaplara ayırmaktadır. Önceki yayınlarımızda bu saptamanın Amerikancı muhalefetin zayıflığıyla ilişkili üç anlamı olduğunu belirtmiştik. Birincisi, Amerikancı muhalefet, siyasetten kaçan pozisyonunu Türkiye gibi emperyalist zincirin zayıf halkası olan bir ülkede sürekli kılamaz. İkincisi, tam da bu nedenle seçimlerde net ve en geri siyasi hassasiyetleri kaşıyan bir pozisyonu temsil eden Erdoğan’ı aşarak yüzde elli artı biri bulamaz. Üçüncüsü Erdoğan seçimleri kaybetse bile onu cumhurbaşkanlığı makamını terk etmeye zorlayacak bir devlet erki bulunmamaktadır.

Anayasa tartışmaları ve Boğaziçi tartışmalarıyla gündeme gelen tablo birinci saptamayı doğrulayan örnekler sunmaya başlamıştır. Geride bıraktığımız Amerikan seçimleri ikinci ve üçüncü saptamaya dair ipuçları vermektedir. Korona krizinin tam ortasında, iktisadi krizin göbeğinde, partisinin kararlı desteğini alamayan ve karşısında çok daha güçlü bir devlet bulunan Trump dahi başkanlık seçimlerini neredeyse kazanacaktı. Amerikancı muhalefetin Trump’tan çok daha güçlü bir parti aygıtına sahip, muhalefetin açıktan karşı çıkmaya cesaret edemediği tezler ileri süren Erdoğan’ı seçimlerde mağlup etmesi çok daha düşük bir olasılıktır. Anayasa tartışmalarıyla içine girilen siyasi parçalanma ve “kaybet kaybet oyunu düşünüldüğünde bu olasılık daha da düşmektedir. Nihayetinde seçimleri kaybettiği takdirde Erdoğan’ın Trump’tan fazla direneceği aşikârdır. Daha da önemlisi kendisini bir eylemsizlik çizgisine kilitlemiş Amerikancı muhalefetin onu indirmeye mecali olmadığı gibi arkasını yaslayacağı bir devlet aygıtının bulunmamasıdır. Erdoğan seçimle gitmeyecek saptaması bu nedenle Erdoğan’ın gücünden çok muhalefetin güçsüzlüğüne ve rejim krizinin derinliğine işaret etmektedir.

Erdoğan’ın parlamenterist muhaliflerine karşı sahip olduğu üstünlükler onu emekçi ve ezilen hareketi karşısında da avantajlı kılmaz. Aslına bakılırsa iktidarın her bakımdan yıprandığı, muhalefetin en temel fonksiyonunu bile yerine getiremediği koşullarda başlayan anayasa tartışmaları devrimci güçler açısından benzersiz fırsatlar sunmaktadır.

Rejim krizi içinde çırpınan Erdoğan’ın başlattığı iç savaşta manevra alanı daralmakta, eli zayıflamaktadır. Ortağı MHP tarafından sürekli sabote edildiği, Amerikancı kesimden kimseyi yanına çekemediği için muhaliflerini ne kararlı bir baskı politikasıyla sindirebilmekte ne de demokrasi makyajıyla onların gönüllerini çelebilmektedir. Tam da bu nedenle hükümetin uyguladığı baskı politikaları sokağın önünü kesmediği gibi, yaptığı reformlar da zayıflık belirtisi olarak algılanmaktadır. Büyük devrimler ya bir yumuşama döneminde aniden uygulanmaya başlanan baskı politikalarıyla ya da tersinden hükümetler katı baskı politikalarını kararsız bir biçimde yumuşatmaya soyunduğunda başlar. Erdoğan ise bu iki yönelim arasında kararsızca yalpalamaktadır. Üstelik bunu anayasa gibi düpedüz siyasal bir sorunu gündeme getirerek yapmaktadır.

Amerikancı muhalefetin siyasetsizliği ve sünepeliği devrimci güçler açısından bir diğer avantajdır. 2019 seçimleri örneğinde olduğu gibi elde edilen seçim zaferleri muhalefetin tabanını cesaretlendirmekte, beri yandan muhalefetin kişiliksizliği ise öfke uyandırmaktadır. Erdoğan’ın muhalefeti kilitleme yönündeki hamleleri bu kesimlerin siyaset yapıyormuş gibi görünerek kendi tabanlarını etkisizleştirmesini zorlaştırmaktadır. Bu elbette işçi sınıfının en politik ve militan kesimlerini tabanında toplayan fakat aynı zamanda örgütsel şekilsizliği ve denetimsizliği bir erdem olarak sunan HDP açısından problemdir. Erdoğan bastırdıkça HDP’nin kendi tabanı üzerindeki denetim rolünü oynaması güçleşmektedir.

KöZ, 2017 referandumundan önce anayasa değişikliğiyle birlikte anayasa sorununun gündemden düşmeyeceğini, daha da derinleşerek emekçilerin gündemine gireceğini ifade etmişti. Bu yüzden de daha o zamanda, kurucu meclis tartışmalarını gündemde tutmanın önemine değinmişti. Şimdi tam da böyle bir iklim yaklaşmaktadır. Muhalefet güçleri kilitlenirken demokratik anayasanın nasıl yapılacağı sorusu daha da fazla gündeme oturmaktadır. Demokratik anayasa için kurucu meclis, işleyen bir kurucu meclis için Erdoğan’ın devrilmesi şarttır. Komünistlerin bu konuya dair saptamaları her zamankinden günceldir. Benzer nedenlerden ötürü emekçiler anayasa ve kurucu meclis konusu tartışmaya her zamankinden açıktır.