Marksizmin “bir eylem kılavuzu” olması elbette düşünce ve eylem, teori ve pratik arasındaki bağları kuran komünist bir partinin varlığına bağlıdır. Komünist partinin olmadığı koşullarda, marksizmin bir eylem kılavuzu olma niteliği ortadan kalktıkça, marksizmin temel kategorileri de felsefenin konusu hâline dönüşmeye başlar. Komünist partinin yokluğu, devrimcilerin sadece dünyayı değiştirme imkânını ortadan kaldırmaz, aynı zamanda onların dünyayı anlama/”yorumlama” koşullarını da ortadan kaldırır.
Uzunca bir süredir diyalektiğin, çelişkinin “felsefe eğitimi”nin konusu hâline gelmesi, siyasi gelişmelerin diyalektikten yoksun, yani olguların, süreçlerin birbiriyle bağını, onların çelişkili karakterini yok sayan, tekil süreçleri bütünlükten kopararak, tek yönlü ve maddi hayatta karşılığı olmayan genellemelerle incelenmesine yol açtı.
Siyasal gelişmelerin, tek yönlü analizlerin sonunda ulaşılan genellemelerle incelenmesinin yol açtığı çarpıklık en açık bir şekilde, bir devrimin kendini dayattığı, devrimin güncelliği ile devrimcilerin hazırlıksızlığı arasındaki karşıtlığın hiçbir yerde olmadığı kadar büyük olduğu bu topraklarda görülüyor. Faşizmin/tek adam rejiminin sağlamlaştığına mı yoksa yeni bir yumuşama/normalleşme/restorasyon süreciyle tasfiye mi olduğu hakkında solun bu kadar sık ve hızlı fikir değiştirdiği başka bir ülke olmasa gerek.
Çelişkili Tablonun Temel Belirleyenleri
Bugünün koşullarını yaratan çelişkili tablo Türkiye ile sınırlı bir tahlille açıklanamaz. Bir tarafta ABD’nin gerilemeye devam etmesi, diğer tarafta ise emperyalistler arası paylaşım kavgasının keskinleşmesi yeni bir paylaşım savaşının nesnel zeminini hazırlıyor. Paylaşım kavgasının taraflarının savaşa kararlı bir şekilde girmeyi göze alamaması, barış sağlanmasının imkânları olduğu anlamına gelmediği için emperyalistler arası ilişki ağı sürekli ölçeği ve kapsamı artan savaş ve çatışmaları üretiyor. Ukrayna ve Filistin’deki savaşlar bu çelişkili kavganın son bilinen örnekleri; aynı zamanda ileride de benzer örnekler göreceğimize dair işaretler.
Türkiye’nin çıkmazı ise içine düştüğü çelişkili süreçten kaynaklanıyor. Türkiye’de uzun süredir rejim krizi devam ediyor. Erdoğan’ın rejim krizine bağlı olarak başlattığı ve artık sonlandırmak istese de sonlandıramadığı bir içsavaş ve buna bağlı ortaya çıkan bir devrimci durum varlığını koruyor. Erdoğan böyle bir nesnel tabloda 2015 yılında ayakta kalabilmek için MHP’nin ona sunduğu imkânlara yaslanarak içsavaşı başlatmıştı; ancak bugün, hatta 2020’den beri, bu içsavaşın yükünü de taşıyamaz hâlde. Bu nedenle Erdoğan sözde demokratikleşme adımları atarak ABD’ye yanaşmak istiyor ancak attığı tutarsız adımlar da ABD’nin beklentilerini yerine getiremiyor. Bugün AKP ne MHP’ye teslimiyetinden kurtularak içsavaşı bitirebilmekte ne de 2015-2020 sürecinde arkasında durageldiği içsavaşı sürdürebilmektedir.
Rejim krizi nedeniyle yıllardır farklı yoğunluklarla gündeme giren anayasa krizi ise bu dönemde Erdoğan’ın hem MHP’den kurtulma ihtiyacı hem de 2028’de tekrar aday olarak kendi görev süresini uzatma mecburiyetiyle daha fazla gündeme geliyor. Erdoğan MHP’den kurtulmak ve MHP’siz bir anayasa yapabilmek için CHP’yle anlaşmaya mecbur. Tüm bunlara bağlı olarak verilen kararsız yumuşama sinyalleri ve bu sinyallerin MHP tarafından sabote edilmesi ile şekillenecek bir sürece 31 Mart seçimlerinin ardından girdik. Hem 31 Mart seçimlerinin ardından yaşananları hem de 1 Mayıs sürecini ve ardından devam eden gelişmeleri bu yalpalamaların ve çelişkilerin bir sonucu olarak okumak gerekir.
31 Mart Seçimleri Bu Tabloyu Değiştirmedi, Pekiştirdi
31 Mart seçimlerinin sonuçları, CHP’ye kendisinin de beklemediği denli paye kazandıran sonuçlarına rağmen, bu tabloyu değiştirmedi. Ancak bu tablodaki çelişkilerin görünümünü ve siyasetteki ağırlığını arttıracak yeni girdiler ekleyerek krize bir ivme kazandırdı.
Öncelikle seçimler Millet İttifakı’nı bozmadı ya da dağıtmadı, tersine ittifakı yeniden yapılandırdı. İttifakı bozan partiler cezalandırıldı, siyaseten önemsiz ve etkisiz bir pozisyona düştüler. Böylelikle CHP’nin kendisi Millet İttifakı’nın temsilî yüzü haline geldi. DEM’in kendi gücünü Kürdistan’da gösterdiği, Türkiye’deki varlığını sembolik bir varlığa indirgediği ve kendi tabanıyla CHP’yi desteklediği taktik daha önce aday çıkarmadan CHP adaylarını desteklediği seçimlere kıyasla DEM’in kendi siyasi hedefleri bakımından daha başarılı sonuç aldı.
Erdoğan’ın yumuşamaya olan ihtiyacı ve DEM’in CHP’ye yönelik desteğini sembolik bir bağımsız tutumla kamufle etmesi hükümetin DEM’e yönelik saldırılarını azalttı, seçimlere giden sürecin DEM açısından önceki seçimlere kıyasla daha sorunsuz geçmesine neden oldu. Hem bu görece pozitif iklim hem de seçimlerdeki CHP başarısı, CHP-DEM ittifakının sonuç alacağına yönelik beklenti ve umutları arttırdı. CHP’nin emekçilerin sorunlarını hiçbir zaman çözemeyeceği gerçeği bir yana, bu başarı ortak projenin sonuç aldığı mesajını verdiği için emekçilerin özgüvenini ve eylem yapmaya yönelik eğilimlerini arttırdı.
Seçimlerin hemen ardından yaşanan mazbata kriziyle Van’da ortaya çıkan tablo bu özgüveni doğrulayan ilk gelişmeydi. Van’da kayyım girişiminin ardından yaşanan ve Van ile sınırlı kalmayan kitlesel protesto eylemlerinin niye beş yıl önceki seçimlerin ardından yaşanan kayyım saldırılarında değil de şimdi ortaya çıktığını bu çelişkili ve sonuçlarıyla emekçilere özgüven veren iklimden bağımsız anlayamayız.
Çelişkiler Büyüyerek Sürecek
Erdoğan’ın gittikçe zorlaşan açmazı bir yandan yumuşamaya mecbur olması, ama o yumuşadıkça hem MHP’nin sabotajlarının artması hem de karşısındaki muhalefetin daha da agresifleşmesi, daha üst perdeden pazarlık yapmaya başlamasıdır.
1 Mayıs sonrası süreçte bu açmazı somut şekilde ortaya koyan çelişkili adımlar da hız kazanarak devam etti. Polis 1 Mayıs’ta Saraçhane’den Taksim’e gitmek isteyen kitlenin yürümesine izin vermedi, ancak kitleyi dağıtma girişiminde de bulunmadı. Hemen ardından ev baskınları ve tutuklama saldırısı başladı.
Kobane davası ise bu çelişkili sürecin en önemli dönemeçlerinden biri oldu. Bir taraftan Ergenekoncular serbest bırakılıp diğer taraftan Kobane davasında DEM için pek çok sembol isme tahliye veya beraat kararı verilirken Demirtaş’ın tutsaklığı devam etti.
AKP-MHP çatışması şiddetlenerek devam edip AKP’nin her yumuşama hamlesinin MHP tarafından frenlendiği hâlen geçerli olsa da, bu durum Erdoğan’ın çelişkisinin tek belirleyeni değildir. Bugün AKP tek başına hareket ediyor olsaydı bile çelişkileri bitmeyecekti. Çünkü Erdoğan bir yandan demokratik anayasa istediğine muhataplarını inandıracak kadar “yumuşadığını” gösterip, diğer taraftan “demokratik anayasa” olmadığı sürece bazı sorunların asla çözüme kavuşamayacağı mesajını vermek mecburiyetindedir. Bu çelişkili mecburiyet yalpalamasının sebebidir. Erdoğan bazı tutsakları serbest bırakırken bazılarını rehin tutmayı sürdürecek, anayasa pazarlıklarında en önemli kozu olarak Demirtaş’ı muhakkak rehin tutmaya devam edecektir.
DEM ve CHP de Çelişki İçinde
Bu somut tabloda çelişkilerle ilerlemeye, kendine alan açmaya çalışan yalnızca AKP ve Erdoğan değildir. Tüm bu durum CHP ve DEM için de açmazlar, çelişkiler yaratmaktadır.
CHP’nin siyasi açıdan Millet İttifakı’nın tüm bileşenlerini kapsayıp önemsizleştirerek ittifakın temsilî yüzü hâline gelmesi, gittikçe sağa kayan bir hattı CHP’ye dayatmaktadır. Bu durum CHP’yi daha AKP çizgisinde, daha uzlaşmacı, diyaloga daha açık bir çizgide hareket etmeye mecbur bıraktı. Bu durum, Cumhurbaşkanı’yla görüşmeye, onunla anayasa masasına oturmaya mecbur kalması anlamına da geliyor. Seçimlerin ardından yaşanan ilk gelişmelerden birinin Özgür Özel ve Erdoğan görüşmesi olması da, CHP’nin ve CHP’lilerin gündemine anayasanın hızlı bir biçimde girmesi de tesadüf değildir.
Diğer yandan da CHP-DEM ittifakının güç kazanması, sonrasında DEM’in bağımsız ve kendi iddialarıyla ortaya çıkan bir güç hâline gelip aslında CHP’nin uzlaşmacı çizgisini zorlayan bir eylem dalgasını körüklemesi potansiyelini de taşıyor. Seçimden bir gün sonra gerçekleşen Van eylemleri bunun açık bir göstergesi olmuştur.
Asıl çelişki ise bu iki sürecin birbiriyle uyumsuzluğunda yatmaktadır. Bir yandan CHP-DEM yakınlaşması sürüyor, CHP Van’daki eylemlere destek vererek bu duruma düzen güçleri gözünde bir meşruiyet zemini kazandırıyor. Diğer yandan bu yakınlaşma CHP’nin kendi kontrolünden bağımsız kesimlere moral vererek onlara harekete geçme motivasyonu kazandırıyor. Diğer yandan bu eylem dalgası CHP’nin AKP’li seçmeni tavlamak için vadettiği devlet ciddiyeti ve uzlaşma kültürüyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir durumdur.
Saraçhane’deki 1 Mayıs eylemi ve Kobane davası da Van ile benzer çelişkileri ön plana çıkarmıştır. DEM de son anda CHP ile beraber Saraçhane’ye çıkarken, polisle çatışan kitle yine bu birliğin cesaretiyle hareket etmiş ancak CHP’nin kontrolü altında olamayacak kesimlerden müteşekkildir. Kobane davası karar duruşmasına CHP temsilcilerinin yoğun katılımıyla, bu birlikteliğin Türkiye siyasetinin geleceğine ilişkin olumlu olduğuna dair verilen mesajlar da benzer bir çelişkili duruma gebedir. Seçimden sonra geçen iki ayda yaşanan gelişmeler CHP-DEM yakınlaşmasının devam edeceği ancak bu yakınlığın bir çelişki dinamiği olarak var olacağını gözler önüne çoktan sermiştir.
Çelişkiyi Anlayamayanlar Tabloya Nasıl Bakarlar?
Bugünkü sürece tek yönlü bir şekilde bakanlar çelişkileri, açmazları, iç bağlantıları yoksayarak dar kafalı bir biçimde iki tablodan birini görmektedirler:
Ya CHP-DEM ittifakının ve yumuşamanın AKP’nin sonunu hazırladığı, bu ittifakın aynı zamanda çok daha güçlü ve kitlesel bir emekçi ittifakının tohumlarını attığını ifade etmektedirler. Buradan çıkardıkları sonuç, DEM Parti’nin CHP’ye daha fazla destek vermesi, solun da bir yandan AKP sonrası döneme hazırlık yaparak diğer yandan DEM’i CHP’ye doğru daha fazla itmesi olmaktadır.
Ya da tam tersine AKP’nin yumuşamayacağını, CHP ve AKP’nin aslında aynı parti olduğunu, her iki partinin de Amerika’nın köpeği olduğunu söylemektedirler. Böylelikle tüm solun CHP’ye teslim olduğuna yönelik karamsar bir tablo çizmekte, kendi sinik, alaycı, teorik mücadeleleri, Twitter eleştirmenliği ya da içe kapalı dar eylemleriyle sınırlı pozisyonlarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Geride bıraktığımız 1 Mayıs’ın ardında bu tek yönlü, dar kafalı analizlerin her iki kutbunun da elinde kendini avutacak malzeme vardır.
Bir taraf açısından gerçekten de 2014’ten sonra emekçiler ilk kez Taksim’i kitlesel bir şekilde zorlamışlardır. En azından Taksim’e gitmek için Saraçhane’de buluşmuşlardır. Polisin karşısına çıkılmış, sadece gözaltına alınmanın dışında kalan bir eylem iradesi gösterilmiştir.
Diğer taraf için ise Taksim tümüyle Taksim’e çıkma iradesini boza çıkaran bir tuzak olmuştur. Sol CHP’nin gel dediği yere gelmiş, çatışmasına izin verdiği kadar çatışmış, dağılalım dediği zaman dağılmıştır. CHP’ye güvenenler Taksim’e çıkmak şöyle dursun Saraçhane’de kafese kapatılıp CHP propagandasına maruz kalmıştır. 1 Mayıs emekçilerin özgüvenini arttırmak bir yana 2 Mayıs’taki Erdoğan-Özel görüşmelerinin mezesi olmuştur.
Birinci kesim gelecek 1 Mayıs’ta benzer bir tutumu daha kararlı bir biçimde savunurken, 6 Mayıslarda Deniz Gezmiş’i önder ilan eden Özel’in CHP’siyle yan yana durmaktan gurur duyarak önümüzdeki dönemde demokratik anayasa için CHP ile yan yana hareket etmeyi, onu sola çekmeyi, CHP içindeki sol kanadı güçlendirmeyi hedeflemektedir. Üstelik bu kesimin elini güçlendirecek, ona güven verecek cephane de artmaktadır. Anayasa görüşmeleri daha çok gündeme girdikçe bu yakınlaşmanın kendilerince “olumlu” sonuçlarını görmeye devam edecekler.
İkinci kesim ise, “devrimci olmayan zamanların” yerini “devrimci zamanlara bırakmasını” beklerken bu tutumu bugün savunmak pek zor olduğu için daha orta yolcu bir eğilim de geliştirmiştir. Bunlar apolitik bir biçimde devrimciliğin ölçütünü çatışma olarak tarif ettikleri için, başta CHP ve DİSK’i çatışmadan kaçmakla suçlamıştır. 1 Mayıs’ta onlar açısından tablo basitti: CHP ve DİSK Saraçhane’de uzlaşmacı bir hatta ilerlerken, onlar da farklı zeminlerden Taksim’i fethetmek üzere çatışacaklardı. Bu kesimler zaten 2007-2009 arasındaki Taksim savaşlarını da devrimcilerin DİSK üzerindeki basıncıyla açıklıyorlardı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. DEM ve KESK, 31 Mart’taki tutumlarına uyumlu bir şekilde Beşiktaş’tan Saraçhane’ye geçti, çatışmaların asıl şiddetlisi Saraçhane’de yaşandı, devletin tutuklamaları da Taksim’e farklı mecralardan çıkanları değil Saraçhane’dekileri hedef aldı. Bu nedenle eski ezberler bozuldu. Çok sayıda grup DEM’in peşinden Saraçhane’ye sürüklendi. Diğerleri ise 1 Mayıs’ın ardından Saraçhane’ye yönelik eleştirel tutumlarını terk etti. Saraçhane ile bir tür siper yoldaşlığı kurdu. Saraçhane’deki çatışmanın içinde şu ya da bu şekilde rol almış Sol Parti’yi, TKP’yi devrimci bir ayrışmanın bileşeni ilan etti. Saraçhane’ye fiziksel olarak olmasa da politik olarak sürüklendi.
Rejim krizinin çözülemediği koşullar altında Erdoğan’ın yumuşayacağı, CHP ve Erdoğan görüşmesinden demokratik bir anayasa çıkacağı, bir sonraki seçimlerde Erdoğan’ın koltuğundan ineceğine dair budalaca hayaller kuranlar elbette çıkacaktır. Aynı kesimlerin solun DEM’i, DEM’in de CHP’yi ittirmesiyle Taksim Meydanı’nın açılacağını düşünmesi şaşırtıcı değildir. Daha önce Köz’ün sözünde seçimleri değerlendirirken bu kesimlere dair şunları yazmıştık:
“Bu kesimler, krizi büyüten dinamiklerin düzen güçlerinin ya da reformistlerin şu ya da bu politik tercihinin olmadığını, krizin derin yapısal nedenler nedeniyle, öznel müdahalelerden bağımsız olarak ortaya çıktığını anlamadıkları gibi, tersinden, kitle eylemlerindeki kabarmalar, hatta genel grev dalgaları dahil olmak üzere hiçbir nesnel dinamiğin söz konusu krizin emekçiler ve ezilenler lehine çözülmesini mümkün kılmayacağını da anlamamaktadırlar. Başka bir deyişle müdahale edemeyecekleri nesnel gelişmeler karşısında iradeci hayaller kurup projeler üretirken, öznel zaaflarına dair kaderci açıklamalar üretmektedirler. Bugün emekçilerin ve ezilenlerin ihtiyaç duyduğu şey krizin daha da büyümesi, çelişkilerin daha daha keskinleşmesi değil; emekçilerin bu derinleşen kriz ve keskinleşen çelişkilere sadece eylemlerle değil, bağımsız ve kitlesel eylemlerle yanıt vermesidir.”
Yani çelişkilerin ortaya çıkışı ne kadar nesnelse onları sonlandıracak müdahale de o derece özneldir. Bu çelişki kendi kendine sönümlenmez. Devrimci, radikal bir şekilde değişime, bu değişim içinse müdahaleye ihtiyaçları vardır. Bugün önümüzdeki görev bu değişimin nesnel zeminini hazırlamak değil, öznel müdahale için hazırlık yapmaktır.
1 Mayıs’ta Fırsatlar Değerlendirilemedi
Emekçilerin özgüveni artarken manevra kabiliyeti düşmüş hükümetin Taksim’i 2010’daki gibi açamayacağı açıktı. Amerikancı burjuva muhalefetinin kendi yapısal kusurları nedeniyle Taksim için bastıramayacağı da açıktı. Bu anlamıyla elbette emekçilerin özgüveni ve eylem kapasitesi artıyordu. Ama bu özgüvenle CHP’nin adres gösterdiği Saraçhane’ye gitmek de hiç şüphesiz bir tuzaktı. Peki bu tabloda 1 Mayıs’ta yapılması gereken neydi?
Yapılması gereken dar kafalı, tek yönlü analizlerin sahiplerine “senin de haklı olduğun yönler var” diyerek iki analizi birleştirmeye çalışıp eklektik bir bulamaç hazırlamak değil. Bu iki kutbun ortasında bir yol tarif edip buna üçüncü yol adını vermek hiç değil. Karşımızda karşıtlıklarla örülü çelişkili bir toplam varsa, yapılması gereken bu çelişkiyi besleyen maddi güçleri hesaba katıp ondan faydalanarak onun devrimci bir şekilde çözülmesi için bastırmaktır.
Ortada düzenin çelişkilerinin politikleştirerek büyüttüğü bir emekçi hareketi varsa, buradan çıkacak sonuç da bu gelişmenin nesnel olduğudur. Devrimcilerin görevi çelişkileri keskinleştirmek değildir. Hükümet her halükarda kararsız bir yumuşama sürecinde çırpınacak, muhalefet yalpalayacak, emekçi hareketi dönem dönem kesintiye uğrasa da güç kazanacak ve politikleşecektir. Bunlar devrimci güçlerin kendi iradi gayretleri ile değiştirebileceği dinamikler arasında yer almaz.
Devrimcilerin görevi CHP-DEM yakınlaşmasını soldan eleştirel bir şekilde destekleyerek kitlesel dinamikleri büyütmek de değildir. Bu yol 14 Mayıs 2023’te Kılıçdaroğlu’na oy verenlerin, 31 Mart’ta CHP’ye destek verenlerin, 1 Mayıs’ta Saraçhane’nin açtığı yoldu. Bu anlamda emekçiler ve devrimciler için bir tuzak olduğu doğrudur ve bundan uzak durmak gerekirdi. Tam da bu nedenle biz 1 Mayıs’tan önce Saraçhane’ye gitmemek gerektiğini bildirilerimizde ifade ettik, bu bildirileri Saraçhane’de dağıttık.
Ancak şartlar ne olursa olsun Taksim’e gitmemek gerektiğini de savunmadık. 1 Mayıs’a geldiğimizde de emekçilerin bu sözde yumuşama ve muhalefet iklimini, onun doğurduğu özgüveni istismar etme imkânı vardı, bunu istismar etmek için Taksim de pakala kullanılabilirdi. Sol akımlar CHP’li sendikaları beklemeden Taksim’e kendisi başvurabilirdi. CHP’nin yalpalayan tutumundan da güç alarak Taksim konusunda kararlı bir tutum gösterip hükümete rağmen nerede nasıl buluşulacağı belli bir miting çalışması yapabilirdi. Yahut Saraçhane’deki toplanmaya alternatif bir toplanma alanı koyup Taksim’i zorlayacak gücü kendisinde bulamasa da, kendi kürsüsünü kurabilir, kendi bağımsız taleplerini kitleye aktarabilirdi. Bu süreç içerisinde işgale karşı durması, tüm siyasi tutsaklara özgürlük istemesi ve Amerikancı saldırılara karşı çıkmak mümkün olurdu. Sol akımlar kendi farkını böylelikle politik olarak da koyabilirdi.
Sol tarafından bu tutumların birdenbire benimsenmesini beklemek yanıltıcı olur. 2019’da İmamoğlu, 2023’te iki kez Kılıçdaroğlu diyenlerin, 2024’te CHP’nin peşinden sürüklenenlerin, Can Atalay vesilesiyle CHP’nin peşine takılanların 1 Mayıs’ta farklı bir tutum alması elbette zordur. 31 Mart seçimlerini zafer olarak görenlerin 1 Mayıs’taki tuzağı kabul etmeleri hatta görmeleri de imkânsızdır. Ama tersinden 1 Mayıs’ta yukarıda sözünü ettiğimiz tutumu takınamayanların CHP’nin peşinden kopması da mümkün değildir.
1 Mayıs’ın Ardından Köz
Biz 1 Mayıs’ta bu değerlendirmelerle ve 2015’ten bu yana döne döne takip edilmesini savunduğumuz, söylediğimizi yaparak takipçisi olmayı sürdürdüğümüz tutumla hareket ettik.
Hükümete karşı emekçilerin ortak tutumunu öne çıkaran mücadele şiarlarıyla bir eylem birliği oluşturmayı önerdik: “Yoksullaştırma saldırılarına, siyasetin zindanlara tıkılmasına, işgal operasyonlarına karşı durup, göçmenlerin sınıfın parçası olduğunu vurgulama çizgisiyle hükümeti sıkıştırıp burjuva muhalefetin maskesini düşürme yolunda adım atalım!” dedik.
Bu çizgide Enternasyonal Komünist İşçi Birliği (EKİB) ile eylem birliği kurduk ve Türkiye’nin beş ilinde ortak bir bildiriyle bu mücadele çizgisinin taleplerini devrimci bir eylem birliği ile yükselttik.
Katıldığımız toplantılarda 1 Mayıs’ta Taksim’i almak için irade göstermeyi, Taksim’e miting için başvurarak kendi bağımsız programımızı ilan etmeyi önerdik.
Bunlar olmayınca soyut ve belirsiz bir Taksim çağrısında bulunarak durumu idare etmeye çalışan tutumun karşısında kendi belirli eylem programımızı açıkladık. 1 Mayıs Mahallesi’ndeki sembolik etkinliğe katılımımızın belirsiz Taksim eyleminden daha fazla sembolik olmayacağını ifade ettik.
KESK ve DEM’in solu da arkasına takarak CHP’nin seçim zeminine, Saraçhane’ye sürüklemesi üzerine Saraçhane’deki eyleme katılmamak gerektiğine dair bir bildiri hazırlayıp dağıttık. Tutumumuz elbette genel yahut ilkesel olarak CHP’nin güdümündeki eylemlere katılmamak değildi. Zira bizim de katıldığımız İzmir ve Ankara 1 Mayıs mitingleri de CHP’nin gölgesindeydi, 2022-23 1 Mayısları da yaklaşan seçimin estirdiği rüzgarla beraber CHP gölgesinde geçti. Somut olarak 2024 1 Mayısı’nda Saraçhane’ye gitmenin CHP’nin kafesine girmek olduğunu anlatmak için katılmama çağrısında bulunduk. Pankart açmak yerine sadece bildiri dağıttık, neden bu toplamın bir parçası olmadığımızı açıkladık. İstanbul’da sembolik de olsa bağımsız eylemimizle 1 Mayıs’ta öne çıkarılması gereken siyasi çizgiyi ifade ettik.
Demokratik Anayasa İçin Önce Hükümet Gitmeli
1 Mayıs’ta asıl barikat hükümetin barikatı değildi. Hükümetin bu denli zayıfladığı koşullarda onu devirip geçmek çok daha kolaydı. Saraçhane’de toplanmaya izin vermesi bile hükümetin zayıflığının çarpıcı bir örneğiydi. 1 Mayıs’taki asıl barikat CHP’nin kurduğu barikat idi. O barikat da, arkasında 31 Mart başarısı olsa da, CHP’nin yapısal zaafları ve çıkışsız stratejisi nedeniyle birincisinden sağlam bir barikat değildir.
Çelişkiler önümüzde duran barikatları yıkmak için devrimci çözümü dayatmaktadır, emekçilerde bunu gerçekleştirecek güç vardır. Karşı devrim kendini bu gücü ezecek şekilde tahkim edememektedir. Devrimci cephe açısından sorun bir önderlik sorunudur, hükümetin üzerine düzen muhalefetinden bağımsız bir şekilde yürüyememe sorunudur. Hâlbuki sözünü ettiğimiz nesnel dinamikler böyle bir bağımsız tutum için de, bu tutumun sonuç alması için de elverişli koşullar olduğunu anlatıyor.
1 Mayıs solun CHPlileştiği, mücadele dinamiklerinin köreldiği bir gün olmadı. Hatta sol hareketin merkezlerindeki üçüncü yol sosunu kullanan ve kullanmayan tüm CHP takipçilerinin işlerini zorlaştıran gelişmelerin yaşandığı bir gün oldu. 1 Mayıs’ın ardından yaşanan gelişmeler de aynı istikamette gitti ve gitmeye devam edecek. Özellikle de anayasa sorununa ilişkin gündemin bugüne kadar olduğundan daha da fazla merkeze oturacağı açık hâle gelmiştir. Nasıl ki 2019-2023 arası dönemin temel siyasi belirleyicisi cumhurbaşkanı seçimleri olduysa, bu kez cumhurbaşkanı seçiminin gündem edilmesi için önce anayasanın değişmesi gerekmektedir. Dolayısıyla 2028’e giden süreçte siyasetin gündemini anayasa tartışmaları belirleyecektir.
Anayasa krizinin bu denli gündeme oturmasını emekçiler açısından bir fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Demokratik anayasanın, Erdoğan’ı süpürecek bir halk hareketiyle gerçekleşeceğini savunmak, emekçilerin, ezilenlerin lehine bir anayasanın nasıl yapacağını tartışmak için önümüzde önemli bir fırsat durmaktadır.
Her ne kadar bugün CHP-DEM yakınlaşması emekçiler nezdinde bir özgüven aşılasa da bu tek başına anlamlı değildir zira demokratik bir anayasa için kitlesel bir mücadelenin önünü açmaz. Aksine böyle bir potansiyeli olan mücadeleleri kendi anayasa pazarlıklarının piyonu olarak kullanır ve kendisine yedekler. Bu sorun demokrasi mücadelesinde emekçilerin burjuvazinin kuyruğundan kopup kendi bağımsız talepleriyle siyaset sahnesinde var olmasıyla çözülebilir.
Bu talepler için kitle örgütlerinde, halk toplantılarında emekçileri bir araya getirmek, anayasa görüşmeleri yapıldığında emekçileri CHP’den bağımsız olarak ön plana çıkartacak talepleri tartışmak gerekir. Bu tartışmaların amacı sivil toplumcu bir anlayışla demokratik anayasa nüvelerini kitle örgütlerinde ve halk toplantılarında yaratmak, tedrici olarak demokratik anayasanın yapılabileceği mesajını vermek olmamalıdır. Aksine, bugün ortaya çıkan anayasa krizinde düzen güçleri tarafından tartışılan anayasanın 2028’de Erdoğan’ı kurtarma anayasası olduğunun, emekçilerin taleplerini karşılayacak bir anayasanın hükümet gitmeden yapılamayacağının propagandasını yapmak için anayasa tartışmaları araç olarak kullanılmalıdır.