“Küçük Amerika”
Ellili yıllarda Celal Bayar Türkiye’yi “Küçük Amerika” olarak adlandırmıştı. Yetmiş yıl sonra, her iki ülkenin içinde debelendiği siyasi krizlerin ölçeği kıyaslandığında Amerika’yı “Küçük Türkiye” olarak tanımlamak daha doğru olsa gerek. “Oylarımıza sahip çıkalım” çağrıları, “Trump Beyaz Saray’ı terk edecek mi?” tartışmaları, Trump’ın “Seçimde hile yapacaklar!” feryadı ve neredeyse kaybettiği her yerde seçim sonuçlarına itiraz etmesi Amerikan seçimlerini son altı senedir Türkiye’de gerçekleşen seçimlere benzetiyor. “Demokrasiye yakışmayan” bu gelişmeler Amerika ve Türkiye’de yaşanan siyasi krizin dışavurumudur. Türkiye’de olduğu kadar ABD’de de yönetenlerin eskisi gibi yönetmesi güçleşiyor. Tek bir farkla: Türkiye’deki siyasi kriz ABD’dekinden önce başladı ve ABD’dekiyle kıyaslanamaz şiddette sürüyor.
Her iki siyasi kriz arasında salt niceliksel değil, niteliksel bir fark da var. Derinliği ve kapsamı Türkiye’deki siyasi krizi çoktandır bir rejim krizine çevirmiştir. Türkiye’de artık bütünlük içinde hareket eden, asgari anlamda tutarlı bir politik çizgisi olan bir devletten söz etmek mümkün değil. 2017 referandumu öncesinde “Koalisyon hükümetlerine son vereceğiz.” diyen Erdoğan bu sefer devleti MHP’nin hiçbir sorumluluk üstlenmeden, kendisini yıpratmadan devlet gücünün nimetlerinden faydalandığı büyük bir koalisyona çevirmiştir. Üstelik Erdoğan’ın bu koalisyon üzerindeki hakimiyeti kendi partisi üzerindeki hakimiyetinden çok daha zayıftır. Tam da bu nedenle Erdoğan’ın en basit bir yürütme görevini yerine getirebilmesi bile siyasi iktidarı tümüyle merkezileştirmesine bağlıdır. Komünist Manifesto’da “hâkim sınıfın işlerini yürüten bir komite” olarak tarif edilen hükümet ve devlet bürokrasisi işlemez haline geldikçe Tayyip Erdoğan tüm yürütme işlerini kendi şahsında toplamaya mecbur kalmaktadır. Söz konusu merkezileşme bir tek adam rejimini işaret etmek şöyle dursun, Erdoğan’ın devlet üstündeki hakimiyetini yitirdiğini ve kendisi doğrudan talimat vermedikçe harekete geçmeyen bir devlet aygıtında yalnızlaştığını anlatır.
Amerika’da “Düzen Partisi” Kazandı
Kafaları karıştığında uyduruk faşizm teorilerine sığınanlar, Trump’ın 2016’daki seçim zaferinden sonra dünyada otoriter sağcılığın yükseldiğini, sermayenin gücü yürütme aygıtında merkezileştirmeyi tercih ettiğini, bu nedenle de tek adam rejimlerinin dünya çapında yükseldiğini, Trump’ın başkanlığa gelmesinin de bu durumun bir örneği olduğunu ileri sürdüler. Halbuki gerçek bunun tam tersiydi. Trump’ın kazanması Amerikan sermayesinin tercihlerini ve ihtiyaçlarını değil Amerikan siyasal sisteminin ne kadar zayıflamış olduğunu gösteriyordu. Aslına bakılırsa Amerika’da esen Bernie Sanders rüzgârı da aynı zayıflığın Demokrat Parti cephesindeki tezahürüydü.
Nitekim 2016-20 döneminde ve son seçimlerde Amerikan sermayesinin önemli bir bölümü Trump’ın arkasında durmadı, ondan kurtulmak için kapsamlı bir propaganda kampanyası yürüttü. Trump da Erdoğan’ın yöntemleriyle gücü merkezileştirmeye yönelik adımlar atsa da bunların hepsi sonuçsuz kaldı. Amerika’daki siyasi kriz henüz devleti işlemez hale getiren bir rejim krizine dönüşmediği için devlet aygıtı olağan hareket tarzını sürdürdü. Trump da bu devletin işleyiş mekanizmasından biri olan seçimlerin sonuçlarını homurdana homurdana da olsa kabul etti. Demek ki Türkiye’de Erdoğan’ın tüm tafralarına ve iktidarı merkezileştirme girişimlerine rağmen ataletini kıramadığı, çelişkilerini çözemediği bir devlet mevcutken ABD’de Trump’ı devre dışı bırakacak bir bağımsızlıkta hareket edebilen bir devlet aygıtı söz konusudur.
Neden Seçimle Gitmeyecek?
ABD ile Türkiye arasında bu fark Türkiye’nin reis-i cumhurunun neden seçimle gönderilemeyeceğini anlatır. Erdoğan bir faşist olduğu, Türkiye’de faşist bir rejim konsolide olduğu için değil elbette. Zira karşımızda konsolide olan değil tüm payandaları gevşeyen bir rejim vardır. Bunun yanı sıra geçelim Erdoğan’ı, Cumhur İttifakı’nın belirleyici ortağı olan MHP’nin dahi bir faşist parti gibi hareket edemediği, kadro partisi niteliğini tümüyle koruyamadığı ortadadır. Tasfiyecilik rüzgârları sadece Türkiye’deki devrimci hareketleri değil, karşı devrimci MHP’yi de etkilemiştir. Halihazırda Cumhur İttifakı’nın muhaliflerinin karşısında bir sokak hareketi örmeyi başaramadığı için devlet içinde kadrolaşmakla yetinen ama devlet içinde kadrolaşması da Erdoğan’ın ayakta kalmasına bağlı olan bir partidir MHP. Öyle ki CHP’ye karşı muhalefeti aftan çıkmış bir mafya şefine havale etmek durumunda kalmıştır.
Akşener’den Karamollaoğlu’na, CHP’li ulusalcılardan HDP’nin tüm tabanına uzanan kesimi bir seçim koalisyonda birleştirmek ve sonrasında bu koalisyonla Erdoğan’a karşı bir seçim zaferi kazanmak Amerika’da Trump’a karşı bir koalisyon oluşturmak kadar kolay, hatta olası değildir. Ama Erdoğan’ın seçimle gitmeyecek olmasını bu aritmetikle açıklamaya çalışmak da parlamentarizmin tuzağına basmak anlamına gelir. Erdoğan’ın seçimle gitmeyecek olmasının sebebi, Amerika’dan farklı olarak Erdoğan’ı seçim sonuçlarını kabul etmeye zorlayabilecek bütünlüklü bir devlet aygıtının bulunmamasıdır. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez halde olmasının en çarpıcı işareti buradadır.
Kuşkusuz bu basit siyasi gerçek Türkiye’deki sol hareket tarafından idrak edilmiş değildir. HDP yönetimi “Amerikan halkının faşist Trump’tan bir demokrasi cephesi oluşturarak kurtulduğunu” ifade etmekte, Türkiye’de de en geniş, yani burjuvazinin de dahil olduğu, demokrasi cephesini kurarak Erdoğan’dan kurtulmanın mümkün olduğu fikrini pompalamaktadır. Vaziyet böyleyken HDP hala kendine bir vazife çıkartmaktan kaçınmaktadır. HDP’nin içinde veya yörüngesinde dolanan muhtelif akımlarsa Trump ve Biden’ın aslında birbirinden farksız olduğunu tekrarlasalar da esas itibariyle bu temelsiz propagandaya cepheden karşı çıkamıyorlar, hatta çoğu zaman Trump’ın seçim yenilgisinin dünya halklarına umut veren bir gelişme olduğunu ifade ederek, HDP’nin yaydığı hayallere destek çıkıyorlar.
Trump’ın Yenilgisi Umut ve Cesaret mi Verdi?
Halbuki Trump’ın Biden’a karşı yenilgisinin dünya halklarına umut ve cesaret verdiğini söylemek için en iyi ihtimalle Amerika’daki siyasi gelişmelerden bihaber olmak gerekir. Her şeyden önce Amerikan sermayesinin geleneksel çıkarlarını, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunan aday Biden’dı. Biden bu anlamıyla geleneksel Amerikan düzeninin adamıydı. İki dönem başkan yardımcılığı yapmış, 29 yaşından beri (en genç senatör ünvanına sahiptir) içinde yer aldığı Senato’nun dış işleri komisyonuna başkanlık etmiş, uluslararası platformlarda Trump’tan çok daha fazla tanınan ve tecrübesi olan bir adaydı. Tam da bu yüzden aynı sermayenin önceki seçimlerde görülmemiş tek taraflı bir desteğine mazhar oldu. Üstelik bir ayağı çukurda, bilinci tıbbi anlamda dahi bulanık bir politikacıdan söz ettiğimizi unutmazsak başka bir anlamda da Amerikan seçimlerini “Düzen Partisi”nin kazandığı anlaşılır.
Trump “Amerika’yı tekrardan muhteşem yapacağım!” derken aslında tıpkı Obama gibi Amerikan emperyalizminin politikalarını değiştirmeye, askeri harcamalardan pahalı olduğu gerekçesiyle kurtulmaya çalışıyordu. Biden ise, tıpkı daha önce Trump’ın karşısına çıkmış Hillary Clinton gibi, üstüne basa basa tersini yapacağını yani Amerika’nın dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getireceğinin altını çizmişti. Haliyle Biden’ın zaferi ABD’nin dünyanın jandarmalığına bir kez daha soyunacağı anlamına gelecek.
Amerika’nın 90’lardaki aktif çizgisine dönme gayreti, ABD’nin bu geri dönüşü yapmaya muktedir olduğu anlamına gelmiyor. Zira ne dünya 90’ların dünyasıdır ne de Amerika dünyanın jandarmalığının altından kalkabilecek iktisadi ve siyasi güce sahiptir. Bu nedenle Amerika’nın oğul Bush dönemindeki maceracı “geri dönüş” politikalarına döneceğini ummamak gerekir. Çin’den Latin Amerika’ya her yerde hüsrana uğrayan ABD’nin, karşısına çıkılmasına kolay kolay itiraz edilmeyecek bir günah keçisine ihtiyacı vardır. Yani gerileyen ABD’nin dişine uygun bir kurbana. Tam da bu nedenle Erdoğan “Düzen Partisi” için biçilmiş kaftandır. “Trump faşizm”ine karşı zafer kazanmış Biden’ın “islami otokrat” Erdoğan’a karşı mücadeleye soyunması onun aynı zamanda Avrupalı emperyalistlerle arasını düzeltme girişiminin bir parçası olacaktır. Erdoğan’ın Biden’a yanaşma gayretleri bu yüzden nafile gözükmektedir.
Trump’ın yerine Biden’ın kazanması Amerikalı emekçilere de umut ve cesaret vermemiştir. Amerikan siyasetinin son yirmi yıldır büyüyen siyasal krizi, tıpkı İngiltere’de olduğu gibi geleneksel iki partili sistemin altının oyulmasına yol açtı. O zamanki KöZ sayfalarında belirttiğimiz üzere, Obama’nın başkanlık sürecine dayandırılabilecek bu dinamik son yetmiş yılına karanlık bir anti-komünizmin damgasını vurduğu Amerikan siyasi tarihinde ilk kez ülke çapında bu denli kitlesel bağımsız bir sol dinamiğin doğmasına yol açtı. Sanders’ın önce Hillary Clinton sonrasında da Biden karşısında adaylığı bu çizginin ifadesiydi. Söz konusu çizgi adım adım “daha sosyalist” bir karakter kazandı ve giderek Demokrat Parti ile olan ilişkisi zayıfladı. Demokrat Parti bürokratlarının her türlü hile ve desise ile Sanders’ın önünü kesip Biden’ın aday yapmaları aslına bakılırsa ABD’de bağımsız bir sol seçeneğin ifadesi olan yeni bir sol partinin doğuş koşullarını yaratıyordu. Gelgelelim “Trump faşizmine karşı mücadele” adına Sanders ve şürekası bu dinamiği tekrardan kopmakta olduğu yere, Demokrat Parti’ye bağladı. Bu bakımdan Biden’ın seçim zaferi dünya halklarının gücünü arttırmak şöyle dursun reformistlerin bağımsız bir emekçi hareketi için ne türlü bir engel oluşturduğunu tüm açıklığıyla görmeyi sağlayan bir örnek oldu.
ABD seçim sonuçlarına bakarken HDP yönetiminin siyasi gerçekliği baş aşağı algılayışını bir idrak sorunu sanmak saflık olur. Bu algının HDP’nin kuruluşunda belirleyici olan çizgiden kaynaklı bir maddi temeli vardır. Türkiye’yi emekçilere dayanan bir muhalefetle reformlar yoluyla demokratikleştirme iddiasında bulunan HDP, burjuva siyaseti krize girdikçe güç kazanmaktadır. Yine aynı kriz koşulları HDP’ye düzen güçlerinin karşısına bağımsız ve eylemli bir siyasi çizgide karşı çıkmayı dayatmaktadır. Gelgelelim reformlar yoluyla Türkiye’yi demokratikleştirme fikri kaçınılmaz olarak burjuva partileriyle seçim ve parlamento ittifaklarını şart koşarken, kitlesel ve bağımsız bir eylem çizgisi bu ittifakların hiçbiriyle bağdaşmamaktadır. Amerikancı muhalefetin seçimleri kazanması için HDP’nin her türlü kitlesel ve eylemli hareketten uzak durması, emekçi yığınların taleplerini temenniler ve soyut mücadele çağrılarıyla bezeli olarak ifade etmesi gereklidir. Hal böyle olunca HDP bir erken seçim partisine dönüşmüştür. Erken seçim hayalleri pompalandığı müddetçe “Hükümet İstifa!” çağrıları yükselten bu hayaller dağıldığında sessizliğe bürünen bir parti. Ama HDP’nin CHP’yi sıkıştıran bir tutum izlemeyişi Millet İttifakı’nın da giderek daha pasif kalmasına ve böylece Erdoğan’ın rahatlamasına hizmet etmektedir.
Damat’ın İstifası
HDP’yi “Hükümet istifa” çağrısı çizgisinde aktifleştiren tek faktör Amerika’daki seçimler değildir. Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden, damadı ama aynı zamanda ona 2002’den bu yana destek çıkan sermaye gruplarından birinin temsilcisi olan Berat Albayrak’ın istifasının ardından, “Saray Rejimi”nde çatlakların belirdiği, erken seçimin kapıda olduğu analizini yapanlar arttı. Erdoğan’ın “demokratik reformlara hız vereceğiz” açıklamaları da Amerika’dan onay almak, kendi seçmen kitlesine hoş görünmeye çalışmak amacını taşıyan erken seçim hazırlıkları olarak yorumlandı. Bu türden açıklamalar günü birlik ve keyfi yorumlara dayandığı için yanıltıcıdır.
Her şeyden önce “saray rejimi” içinde çatlakların oluştuğunu söylemek, MHP’nin bu süreçteki belirleyici rolünü göz ardı etmek anlamına gelir. Oysa 2015 Seçimleri’nin hemen ardından Erdoğan kanlı bıçaklı olduğu MHP’ye siyasi olarak teslim olmak zorunda kalmıştı. MHP ise bu adı konmamış koalisyonun her zaman belirleyici ortağı idi. Bu koalisyonda tipik bir kitle partisi olan AKP’yi yitirmek istemeyen Erdoğan onu kendisine mecbur etmek ve olabilecek en saldırgan hatta itmek isteyen Bahçeli ile ortak hareket etmek zorundaydı. Kısacası daha beş yıl öncesinde çatlaklarla dolu bir şekilde kurulmuş bir koalisyondu Erdoğan-Bahçeli işbirliği.
İkincisi Erdoğan eğer ABD’nin gönlünü hoş etmek için kabineden kelle alacak olsa idi bu ismin Albayrak değil MHP’nin desteğini almış, Erdoğan’ı olabilecek en saldırgan çizgide tutmak isteyen Süleyman Soylu olurdu.
Yine Erdoğan’ın demokratik reform açıklamaları kabinede MHP etkisini temsil eden Süleyman Soylu’yu rahatsız edecek bir içeriktedir. Oysa kabinede kalan, istifa etse de istifası kabul edilmeyen, MHP’nin açıkça sahip çıktığı Süleyman Soylu olmuştur. Meclis açılışında birbirlerine omuz atanlardan damat Albayrak kabineden düşmüştür.
Tam da bu nedenle Biden’ın gazabından korktuğu için Albayrak’ı istifaya zorlayıp, demokratik vaatlerde bulunan bir Erdoğan’dan söz etmek arabayı atın önüne koymak anlamına gelir. Albayrak-Soylu çatışması özü itibariyle Cumhur İttifakı içindeki iki özne olan Bahçeli ve Erdoğan arasındaki çatışmadır. Bu çatışma içinde bütünüyle dezavantajlı konumda olansa AKP ve özellikle de Erdoğan’dır. Soylu’yu istifaya zorlayamayan Erdoğan, Albayrak’ı feda etmek zorunda kalmıştır. Sonrasında başlatılan demokratikleşme lafızları Amerika’nın basıncı ya da korkusuyla gerçekleşmek şöyle dursun, Albayrak’ı tasfiye eden MHP’ye teslimiyetten duyulan rahatsızlığın ifadesidir. Erdoğan uzun bir süredir özellikle İyi Parti kanadından kendisini MHP’ye mecbur bırakmayacak, MHP ile olan ilişkisinde manevra alanını genişletecek bir ortak arayışı içindedir. Gelgelelim İyi Parti’yi parçalayamadığı gibi kendi partisi üzerindeki denetimini de sağlamlaştıramamaktadır. “Demokratikleşme Reformu” ve benzeri türden vaatler Türkiye’deki siyasi dengelerden ötürü daha baştan ölü doğmaya mahkumdur, bu nedenle de Erdoğan’ın Bahçeli’ye olan bağımlılığını değiştiremeyecektir. Albayrak’ın istifası, Cumhur İttifakı’nda çatlakların oluşmaya başladığının habercisi olarak değil daha baştan çatlaklarla kurulmuş bu iğreti koalisyonda Erdoğan’ın iyice zayıfladığının ilanı olarak okunmalıdır. Bu da yönetememe durumunun derinleşmesi anlamına gelmektedir. Ama aynı zamanda da mafya artıklarına muhtaç durumda kalan MHP’nin de kendi başına iktidara gelecek takatte olmadığı da gözden kaçırılmamalıdır.
Bir Türlü Tasfiye Edilemeyen Devrimci Gelenek
Türkiye ile ABD arasındaki farkları sadece yönetenlerin yönetemesinin şiddeti ve niteliği konusunda aramamalı. Daha önemli fark yönetilenler cephesindedir. “Aşağıdakiler”in her iki coğrafyada huzursuzluk ve seferberliği artsa da, Türkiye ve Kürdistan’da Amerika’da ya da dünyanın bir başka yerinde bulunmayan bir faktör mevcuttur: Darbelere baskı tedbirlerine ve tasfiyeci dalgalara rağmen 70’li yıllardan beri tamamen ortadan kaldırılamayan bir sol hareket daha doğrusu bu hareketin tabanını oluşturan militanlar hala düzeni endişeye sevk eden bir potansiyeli ifade etmektedir.
Elbette Türkiye ve Kürdistan da dünya çapında esen tasfiyeci rüzgârlardan nasibini aldı. Her iki coğrafyada da Komünist Enternasyonal’in ya da ulusal devrimci hareketlerin mirasına sahip çıkabilecek bir örgüt ya da parti mevcut değildir. Ama bununla birlikte devrimci hareket Fransa’da, Brezilya’da ya da bir başka yerdeki gibi tasfiye olmadı. Bu durumun nedenleri ayrı bir incelemenin konusu olsa da Türkiye’de kırılamayan bir devrimci gelenek ve bu geleneğin şekillendirdiği devrimci refleksler mevcuttur. Örgüt ve hareketlerin merkezlerinin onlarca yıllık tasfiyeci gayret ve girişimlerine karşın bu refleksler siyaset sahnesinden kazınamamıştır. Kazınamadığı için de kendi örgütlerinin, hareketlerinin yönelimiyle uyumsuz binlerce devrimci militan mevcuttur. Tam da bu nedenle, HDP yahut Sol Parti dahil olmak üzere, hiçbir parti/örgüt göğsünü gere gere bir reform partisi olduğunu, devrim fikrini reddettiğini söyleyememektedir. Bu gelenek ve basınç nedeniyle “reformist” sözcüğü bir siyasi hareket için kullanılacak ağır bir hakaret gibi algılanmaktadır. Yine aynı nedenden ötürü geride bıraktığımız Ekim Devrimi’ni anmayan, Ekim Devrimi’nin yolunun takipçisi olduğunu söylemeyen akım yok gibidir. Benzer şekilde legalizmin doruklarında gezenler dahi İbrahim Kaypakkaya’yı, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anmak zorunda kalmaktadır.
Bu durumun kendisi burjuva siyasetinin krizini derinleştiren, reformist çözümü imkansız hale getiren bir etmendir. Zira devrimci alışkanlıkların, reflekslerin tasfiye edilemediği bir coğrafyada reformist hareketler ne kadar hevesli olursa olsun burjuva partileriyle birlikte hareket edemezler. Ne burjuva partileri onlarla ittifaka yanaşır ne de devlet aygıtı onları içine alır. Türkiye’de, özellikle HDP özgülünde, yaşanan tam da budur. Bu durum rejimin krizini derinleştirdiği kadar, devrimci bir çıkış çağrısına açık kulaklara da işaret etmektedir.
Devrimci geleneklerin ve reflekslerin bu topraklarda bir türlü tasfiye edilmemiş olması kendiliğinden devrimci sonuçlara yol açmaz. Zira siyaset gelenek ve reflekslerle değil devrimci bir programa sahip devrimci bir partiyle yapılır. Nitekim Türkiye’de ve Kürdistan’da böyle bir parti mevcut olmadığı için devrimci güçler olanca kalabalıklığına, enerjisine ve birikimine karşın reformist tasfiyeci güçlerin peşinden sürüklenmektedirler. Bu tutumun örneklerini bulmak zor değildir: Ekim Devrimi’ni ananlar 30 Ağustos’u da zafer olarak kutlamaktadır. Devrimde zorun rolünü tartışmasız kabul edenler seçimlerde Millet İttifakı’nın peşinden sürüklenmektedir. Öncülük ve önderlik kavramlarına büyük önem atfedenler HDP’den bağımsız siyasi bir tutum alamamaktadır.
Ekim Devrimi’nin İki Temel Dersi
Ekim Devrimi’nin yüz üçüncü yıl dönümünde tüm sol akımlar dostlar alışverişte görsün misali Ekim Devrimi’ni anarken tam da bu nedenle Ekim Devrimi’nin iki önemli dersini tekrar etmeli:
Bunlardan birincisi burjuva düzeninin ve bu düzenin bekçisi olan devletin yıkmadıkça yıkılmıyor oluşudur. Şu ya da bu rejimin içindeki çatlakların derinleşmesine bel bağlayanların kendilerini sıva rolünde bulması işten bile değildir.
İkincisi devrimci bir parti olmaksızın burjuva diktatörlüklerinin proletaryanın önünü açacak şekilde yıkılmıyor oluşudur.
İşte bu ikinci koşul Türkiye ile Amerika arasındaki farklara ayrı bir anlam katmaktadır.
Tam da bu nedenle yaşadığımız topraklarda “Devrim için devrimci parti!”, “Yaşasın Komünistlerin Birliği!” şiarları sadece temel doğruları ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda dünyanın başka yerlerinde olmayan bir güncelliğe ve yakıcılığa sahiptir.
İşte bu güncellik ve onun yakıcılığı KöZ’ün arkasında duran komünistlerin yürüttüğü siyasal mücadelenin yönünü belirlemektedir.