Yenilgi ve Ordu
“Yenilen ordular iyi öğrenir.”
Lenin, Avrupa’nın çiçeği burnunda komünist partilerine bolşevizmin tarihini bu saptamayla anlatıyordu. Kast ettiği 1907-10 arasındaki “irtica” dönemiydi. Lenin’in özeti 12 Eylül sonrası tablonun anahatlarını olduğu kadar onu değiştirmenin koşullarını da ortaya koyuyordu:
“Çarlık zafere ulaştı. Bütün devrimci ve muhalif partiler ezildi. Yılgınlık, moral bozukluğu, bölünmeler, dağınıklık, döneklik. Politika yerine pornografi. Felsefi idealizme doğru artan bir eğilim görülür; karşı-devrimci ruh hâllerinin kılıfı olarak mistisizm. Fakat aynı zamanda tam da bu büyük yenilgi, devrimci partilere ve devrimci sınıfa, gerçek ve son derece yararlı bir ders verir; tarihsel diyalektik üzerine, devrimci mücadeleyi yürütme anlayışı, yeteneği ve sanatı üzerine bir derstir bu. Gerçek dostlar felaket anında tanınır. Yenilen ordular iyi öğrenir.”
Bu özeti takip eden 1910 – 1914 yıllarının “Atılım Yılları” olmasına bakıp her geri çekilme dönemini önünde sonunda bir atılım döneminin izleyeceği düşüncesiyle ferahlamak karşılıksız beklentiler üretir. Lenin’in son cümlesi bir detay değildir. Lenin, Türkçe’deki yaygın kullanılan yanlış çevirideki gibi “Yenilgi yılları iyi bir öğretmendir.” değil “Yenilen ordular iyi öğrenir.” demektedir. Ordudan kast ettiği ise Bolşevik Partisi’dir. Önemli olan yenilgi yıllarının hangi dersi verebileceği değil ortada bu dersleri öğrenebilecek bir “ordunun” bulunmasıdır.
Bu ayrımı yapmadan Türkiye’de devrimci güçlerin ve genel olarak sol hareketin içinde bulunduğu durumun nedenlerini anlamak; yakınmanın, uyuzunu kaşımanın, temennide bulunmanın ötesine geçen bir çıkış yolu tarif etmek mümkün olmaz.
12 Eylül 1980 bu topraklardaki devrimci hareketin ilk ve en büyük yenilgisi olmadığı gibi sonuncusu da değildi. Devrimci hareketimizin tarihi bir yenilgiler öyküsüdür. Ordusuz yenilgilerin öyküsü değil. Yenildikten sonra “ordusunu” kaybetmenin öyküsü. Sonrasında ise “yenilgi yıllarından öğrenemeden” yükseliş ve iniş yılları arasında sürüklenmenin öyküsü.
Dört Yükseliş Dört Yenilgi
Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’ni yitirdiği 28 Kânûn-i Sâni bir yenilgiydi. 1960’larda yeni bir yükseliş başladı ve bir devrimci uyanışı beraberinde getirdi. 71-2 Kopuşu bu uyanışın ürünüydü. Kopuşu gerçekleştiren üç örgütün merkezlerinin dağılmasıyla bu sefer devrimci hareket yenildi. 12 Eylül’de ise sadece bu örgütlerin takipçisi olma iddiasındaki akımlar değil, bir bütün olarak sol akımlar yenildi. Üstelik bu sefer 71’deki gibi bir çarpışma da yaşanmadı. 2001-3 dönemindeki zindan saldırıları kendini Gazi Ayaklanması ve 96 1 Mayısı ile belli eden yükselişten beslenen hareketlerin yenilgisini tescilledi. Gezi’den Kobâne ayaklanmasına oradan şehir savaşlarına uzanan mücadelenin yenilgisi bu topraklardaki son yenilgiydi.
Belli ki hiçbir yenilgi bir yokoluş anlamına gelmiyor. Her yenilgiyi yeni bir yükseliş izliyor, çoğu zaman da daha sarsıcı oluyor. Ama aynı yenilgiler bir geri gidişi, nitelik kaybını da anlatıyor. 1921’de yenilen Komünist Enternasyonal üyesi Türkiye Komünist Partisi’ydi. 72-73’te yenilen hareketler ise ulusal devrimci hareketlerin üç parlak örneğini oluşturuyorlarsa da, Komünist Enternasyonal’e üye olmadıkları gibi komünist bir parti niteliğini de taşımıyorlardı. 12 Eylül’ün mağlupları ise devrimci iddialarına karşın bu üç örgütün çok daha gerisine düşmüşler ve sol içi rekabetin girdabında sürükleniyorlardı. Zindanlarda değil ama zindan saldırıları sürecinde yenilenler ise seksen öncesindeki hareketlerin zayıf birer kopyasıydı. Gezi’ye geldiğimizde ortada 71-72 kopuşunun yolundan gittiğini söyleyen neredeyse hiçbir hareket kalmamıştı, legal partiler/platformlar hüküm sürüyordu.
Türkiyeli Komünistlerin Bir Ordusu Vardı
Türkiye’deki komünist ve devrimci hareketin tarihini anlatanlar, en azından 12 Eylül 1980’e kadar olan kısmında, aşağı yukarı aynı gelişim öyküsünü tekrar ederler. Programatik temelleri sallantılı, örgütsel olarak niteliksiz, kitle bağları zayıf hareketlerle başlayıp net bir programatik çizgiye, sağlam bir devrimci örgüte ve geniş kitle bağlarına ulaşan kesintili bir yolculuğun öyküsüdür bu. Hâlbuki kitle hareketinin inişli çıkışlı seyrinden soyutlandığında istikametin tam aksi yönde olduğunu görmek zor değildir. Başlangıçta “Amele ve rençber şûraları” kurma hedefini taşıyan bir komünist partisi varken, bugün “nefes almak isteyen”, “nefes almak isteyenleri” anlayışla, sessizlikle karşılayan bir çizgi sola hâkimdir.
Türkiye Komünist Partisi bu topraklardaki komünist örgütlenmenin zirvesiydi. Türkiye’de kurulan ilk ve tek komünist partiydi.10 Eylül 1920’de TKP kurulduğunda onun doğrudan bu topraklardaki komünist mücadelenin içinde yer alan bin küsur üyesi vardı. Parti kongresi bu üyelerin yanı sıra Türkiye dışında komünist harekete katılmış üyelerin seçtiği yetmiş beş delege ile toplanmıştı. Bu boyut bile başlı başına dönemin görece kalabalık ve güçlü partilerinden birinin TKP olduğunu gösterir. Dahası Türkiye Komünist Partisi, Nazım Resmor örneğinde olduğu gibi, mecliste Mustafa Kemal’in adayı karşısında kendisinin yönlendirdiği adayı içişleri bakanı seçtirtecek denli etkili bir partiydi.
TKP 1920 Eylülünde bir dizi komünist partiden önce kuruldu. TKP sadece Kuzey ve Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki komünist partilerden daha eski bir komünist partisi değildir. TKP kuruluşunu ilan ettiğinde komünist hareketin beşiği olarak görülen Avrupa’nın bir dizi ülkesinde, Portekiz’de, İtalya’da, Belçika’da, İsveç’te, Yunanistan’da, hatta Fransa’da hâlâ bir komünist partisi bulunmuyordu. TKP’nin programının Komintern’in ilk dört kongresi tarafından onaylanmış üç partiden biri olması da, onun diğer komünist partilere kıyasla daha köklü olduğunun, daha sağlam temeller üzerine kurulduğunun bir başka kanıtıdır.
Yenilgi ve Tasfiyeyi Birbirine Karıştırmamalı
Lafta TKP’yi geleneğinin bir parçası olarak görenlere göre TKP doğru ve atılması gereken adımları atmıştır ancak bu adımları devrimci hareketin güçlü, işçi sınıfının yeterince bilinçli olmadığı; nesnel olarak bir proleter devriminin Türkiye’de henüz imkânsız olduğu bir dönemde atmıştır. Bu kesimler TKP’yi güç dengelerini yanlış hesap ettiği, vakitsiz bir kavgaya atıldığı için eleştirir; onun tasfiyesini doğal hatta kaçınılmaz olarak görürler. Bu kesimler 71-72 Kopuşunu değerlendirirken de Nurhak/Kızıldere/Vartinik’in hata olduğu sonucuna varırlar. 12 Eylül sonrasında Avrupalı emperyalistlerin fonlarıyla, onların izin verdiği kadar konuşup hareket eden mülteci solculuğunun yaygınlaşması, onbeşler gibi kavganın içinde bizzat ve bilfiil bulunmanın bir hata olarak sunulmasını daha da kolaylaştırdı.
Risksiz siyaseti makbul gören liberal tasfiyeci kökenleri bir yana, bu görüşün TKP’ye dair açıklaması esaslı bir çarpıtmaya, TKP’nin yenilgisiyle tasfiyesinin birbirine eşitlenmesine dayanır. TKP’nin tasfiyesine yol açan şey onun 1921’deki yenilgisi değildi. Bilakis önderlik düzeyindeki bu yenilgiye rağmen TKP hâlâ varlığını koruyordu. Onbeşlerin katlinden sekiz ay sonra toplanan Komintern’in Üçüncü Kongresi’ne Yunanistan, İrlanda, Meksika, Çin, İran, Norveç, Belçika, Arjantin, Mısır komünist partilerinden daha fazla delegeyle katılmıştı.
Üstelik TKP’nin bu süreçte aldığı tek darbe onbeşlerin katli olmadı. Üçüncü Kongre’den üç ay sonra TBMM ile Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Sovyetleri arasında imzalanan Kars Antlaşması’nın onuncu maddesi imzacı ülkelerin sınırları içerisinde “birinin hükûmeti rolünü üstlenmek savında bulunan örgüt ve grupların kurulmasını ya da yerleşmesini ve öteki ülkeye karşı savaşım amacında olan grupların yerleşmesini hiç bir zaman kabul etmemeyi” şart koşuyordu. Antlaşmanın ardından içinde TKP’nin Merkez Komitesi’nden iki kişinin bulunduğu Bakü’deki Teşkilat Bürosu kendini feshetti. Böylelikle partinin merkezinin nerede olduğu sorunu ortaya çıktı ve İstanbul’daki örgütlenme ayrı ve özerk bir varlıkmış gibi hareket etmeye başladı. Türkiye Halk İştarikiyun Fırkası adıyla düzenlenen 1922 Ankara Kongresi bu sorunu çözmek yolunda bir adımdı. Ancak bu sefer de TKP üyeleri yaygın bir tutuklamayla yüz yüze kaldılar. Bu dağınıklık nedeniyle bir Ankara bir de İstanbul partisi ortaya çıktı. Komintern’in Dördüncü Kongresi’ne İstanbul’daki çalışma ayrı delegelerle ve bağımsız bir unsur olarak katıldı. Ancak bu çok başlılık partinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Bilakis Dördüncü Kongre bu iki odağın birleştirilmesi kararını aldı. Bu kararın alınmasının ardından, uluslararası bir merkezin ne anlama geldiğini gösterircesine, iki odağı birleştirecek bir teşkilat bürosu kuruldu.
Başka bir deyişle, Komintern’in Dördüncü Kongresi toplandığında, tüm basiretsiz kararlara ve darbelere karşın politik varlığını sürdüren bir TKP vardı. 1925 yılında artık başka bir mecraya girilmiş olsa da TKP’nin örgütlenmesinin çökmediğini, işçi bağlarının ortadan kalkmadığını Beşinci Kongre’ye sunduğu rapordan da anlamak mümkündür. TKP 1925 yılında bile ne etkisiz bir partidir ne de katliamlarla politik faaliyeti son bulmuştur.
TKP’yi Komintern’in üyesi ya da çevresindeki partilerden ayırt eden önemli bir nokta daha vardı. 1920-23 arasındaki dönemde, Lozan Antlaşması imzalanana dek, TKP’nin üzerinde mücadele ettiği topraklarda paylaşım savaşı son bulmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu/Büyük Millet Meclisi’nin hak iddiasında bulunduğu topraklar Birinci Paylaşım Savaşı’nın sıcak askerî çatışmalarla devam ettiği biricik alandı. Bu durum 1923’te son bulmadı. Kemalistlerin ülke içinde istikrarı sağlamaları ancak 1930’daki Ağrı Ayaklanması’nı, nihai olarak da Dersim Ayaklanması’nı bastırmalarıyla mümkün oldu. Ama tam istikrar sağlandı derken de İkinci Paylaşım Savaşı patlak verdi. Bu bakımdan TKP’nin darbe üstüne darbe aldığı koşulların, uzunca bir süre boyunca Bolşeviklerin ayakta kalmak için mücadele verdikleri 1907-10 arasındaki döneme kıyasla daha elverişli olduğunu söylemek mümkün.
Yaşanan tüm yenilgilere karşın TKP’nin bu yenilgilerin derslerini çıkarabilecek, “iyi öğrenebilecek” “bir ordusu” vardı. Üstelik Dördüncü Kongre’nin aldığı kararlarla birlikte örgütsel dağınıklığa son verecek adımları atmaya da başlamıştı. Ancak TKP 1922 sonrası dönemde, üstelik Bolşeviklere göre son derece elverişli koşullarda, Bolşeviklerin yürüdüğü yoldan yürüyemedi, yeni bir atılımı gerçekleştiremedi. Tam aksine 1937’de bir “separat kararıyla” kapısına kilit vurulacak denli etkisizleşti, içi boş kof bir kabuğa dönüştü.
TKP’nin yok oluşunu hazırlayan onun bir ordusunun olmaması değil TKP’nin kendisini siyasi olarak felç edecek bir çizgiye mahkum ederek kendi ordusunu yok etmesiydi. Bu çizgi değişikliği sadece ve esas olarak TKP’nin iç dinamikleriyle değil dünya komünist partisinin çizgi değişikliğiyle de yakından bağlantılıydı.
TKP’nin Tasfiyesi
TKP’nin tasfiyesinin izini onun programındaki değişiklere bakarak sürmek mümkün değildir. TKP’nin 1925’teki programı bir program metni olarak 1920’dekinden geride değildi. Şefik Hüsnü’nün TKP’si konu kemalist rejimin sınıf karakterini değerlendirmek olunca, o dönem kemalistler anti-komünist renklerini iyice belli ettikleri için, Mustafa Suphi TKP’sine kıyasla daha köşeli değerlendirmeler yapıyordu.
Ancak 1924 yılındaki TKP ile 1920-22 arasındaki TKP arasındaki kırılma başka bir noktadaydı. 1922 yılına kadar TKP emperyalistlere karşı mücadelenin ancak “amele ve rençber şuraları” ile verilebileceğini savunuyordu, şu ya da bu burjuva diktatörlüğünün emperyalistlere karşı mücadelede bir mevzi olabileceğini ileri sürmüyor, emperyalizme karşı proletaryanın kendi örgütlerine yaslanarak mücadele edebileceğini kabul ediyordu. 1924’teki Beşinci Kongre’yle Komintern, Çin Devrimi merkezli tartışmaların ardından, anti-emperyalizm adına, yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde burjuva hükümetlerin birer mevzi olduğunu kabul etti. İşçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü programda hoş bir madde olarak kaldı. Komünistlerin burjuva hükümetlere katılması, destek vermesi bir çizgi olarak benimsendi. Böylelikle iktidarı hedeflemeyen bir stratejinin ve muhalif olmayı tercih eden bir mücadele çizgisinin önü açıldı.
Komintern’in bu konudaki tutumu gökten zembille inmedi. Dördüncü Kongre Versay Antlaşması’na dair yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin “Doğu’da gelişen devrimin ileri karakolu olarak, silaha sarıldığı”nı ve “barış antlaşmasının uygulanmasına karşı çıktığı”nı, böylelikle emperyalist barış antlaşmalarından birinin “Lozan Konferansı’nda görkemli bir merasimle gömüldüğü”nü tespit ediyordu. Ancak Komintern’in İkinci Kongre’deki ulusal soruna dair ilkesel değerlendirmeleriyle uyumlu olmayan bu yanlış değerlendirmeler henüz yeni bir çizgiyi, bir stratejiyi yansıtmıyordu. Bu değerlendirmelerin strateji olarak tarif edilmesi 1924’teki Beşinci Kongre’yle mümkün oldu. TKP’nin siyasi tasfiyesine giden süreç ve Şefik Hüsnü’nün uzlaşmacı çizgisi bu sürecin ardından hâkim oldu. Türkiyeli komünistler, dünyanın diğer komünist partileri gibi, bu stratejik çizgi değişikliğinin izleyicisi oldular. Eski devrimci çizgide ısrar etmeyi göze alamadılar.
Komintern’in yeni çizgisinin Türkiye’deki izdüşümü kemalizme en sert muhalefeti yapan, lafını sakınmayan yeri geldiğinde onun burjuva hatta faşist karakterine işaret eden, ama 1925 Azadi Ayaklanması’nda olduğu gibi, İngiliz emperyalizmine karşı durma gerekçesiyle onu destekleyen bir parti oldu. 1930-32 yılları arasında Kürtler Ağrı’da bir cumhuriyet kurunca ne TKP ne de başka bir komünist partisi bu devrimci cumhuriyete destek verdi. Hâlbuki hepsi topu topu dört yıl sonra Franko’ya karşı cumhuriyetçi burjuva hükümeti, “demokrasiyi savunma” adına, destekleyeceklerdi. İktidar hedefli mücadeleden vazgeçip, eleştirel muhalif bir hareket olmakla yetinen TKP’nin yaşam damarları böylelikle kurudu.
Tasfiye Yerine Yenilgilerden Kaçmak Solun Devrimci Parti Sorununa Bakışını Belirledi
Komintern’in tasfiyesiyle el ele ilerleyen TKP’nin tasfiyesi, 1920-22 döneminde TKP’nin aldığı darbelerle aynı kefeye koyulamaz. Lenin’in ifade ettiği gibi komünist partiler yenilirler ve yenilgi dönemlerinde geri çekilmeyi ve yeni bir hücuma hazırlanmayı öğrenerek dersler çıkarırlar. Ama tasfiye partinin, Lenin’in deyimiyle ordunun ortadan kalkması anlamına gelir. Böyle bir durumda artık yenilgilerden öğrenmek mümkün değildir çünkü ortada bir ordu kalmamıştır.
Ortada bir ordunun bulunmadığı koşullarda ordunun ortadan kalkmasını değil yenilmesini sorun etmek, yani tasfiyeyi değil yenilgiyi sorun etmek üç nedenden ötürü devrimci olmayan sonuçlar üretir, tasfiyeciliği pekiştirir. Birincisi, bu yaklaşım belirleyici sorunu tasfiye değil yenilgi olarak tarif ettiği için tasfiyeciliği bir yenilginin kaçınılmaz sonucu olarak görür ve bu anlamda bir kader olarak kabullenir. İkincisi yenilgiyi, devrimci bir partinin varlığı ve yokluğu sorunundan bağımsız olarak açıklama çabası siyasetin devrimci partisiz de yapılabileceği fikrine varır. Üçüncüsü ve en kötüsü devrimci bir partinin eksikliğini ve tasfiyesini değil de onun yenilgisini sorun olarak gören bir yaklaşım aslında yenilgi ihtimali olmayan bir savaş, güvenceli bir yol arayışının ürünüdür. Bu arayışın “Bir daha savaşmamak gerekir” sonucuna varması kaçınılmazdır.
TKP’nin tasfiyesinin ardından yapılan tüm değerlendirmeler sorunu bir partinin tasfiyesi değil yenilgisi olarak tarif etti. TKP’ninki gibi bir yenilgiden kaçmak solun temel hedefi hâline geldi, “Ne yaparsak yenilmeyiz” sorusuna cevap arandı. Amaç iktidar hedefiyle örgütlenen bir partiyi yeniden inşa etmek yerine yenilmeyen bir siyasi odak inşa etmek olarak tanımlandı. TKP’nin güçsüzlüğü ve yenilgiye yazgılı oluşu tespitine “siyaset yapabilmek için güçlenmek, güçlenmek içinse kitle desteği gerekir” tespiti eklenerek asıl eksikliğin bir kitle partisi olduğu değerlendirmesi yapıldı. 1930’lardan 1960’lara TİP’in kuruluşuna giden yol böyle açıldı.
TİP Bir Kaldıraç Değil Engel Oldu
Kıvılcımlı’dan Belli’ye “eski tüfekler” her seferinde asıl sorunun TKP’nin sınıfla yeterince bağ kuramaması olduğunu ifade ettiler. 1946’da Şefik Hüsnü TKP’nin yeni bir kongresini toplamaya çalışmak yerine legal bir işçi platformu olarak Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni bu maksatla kurdu. Vatan Partisi’ni kurup, “sınıfı kazanmak” için Eyüp Sultan’da ayet ve hadislerle dolu konuşmalar yapan Kıvılcımlı da farklı bir yoldan gitmedi. Yurtdışı TKP de sınıfla kurulmuş bağların eksik olduğundan dem vuruyordu. 1940’lar, 50’ler hep kitlesel bir işçi partisi arayışıyla geçti. Farklı bir dönemde kurulan TİP bir anlamda bu arayışların bir ürünü olacaktı.
Kemalistlerin tüm muhalif örgütleri ezip dağıttığı karabasan 1960’ların başında son buldu, yeni bir yükseliş dönemi başladı. Bu dönemde sol hareketlerin örgütlenmesinin önündeki yasaklar da hafifledi. Yani 1920’lerin tam tersi bir iklim söz konusuydu. Herkesin kitlesel bir işçi partisi arayışı içinde olup kimsenin TKP’yi yeniden kurmak için girişimde bulunmadığı bu dönemde yelkenleri şişen TİP, sol içinde tek odak hâline geldi.
TİP, 27 Mayıs ertesi yükselişin ürünüydü ama aslında TİP’in varlığı iki farklı anlamda devrimci yükselişe engel teşkil etti. Birincisi, TİP sosyalist fikirleri kitleselleştirse de onun kitleselleştirdiği sosyalizm yasal bir kitle partisini şart koşuyordu. İkincisi, 1920’lerin TKP’si emperyalizme karşı mücadele etmek için burjuva devletinden destek almayı uman bir stratejinin tasfiyeyle sonuçlanacağını gösteriyordu. 1960’ların TİP’i ise yasal bir işçi partisinin siyaset yapmaya kalkıştığında burjuva devletin şu ya da bu kurumuna yaslanmak zorunda kalacağını gösterdi. Hem parlamentoyu fetişleştirdi hem de 27 Mayıs Anayasası’nı kutsallaştırdı.
71-72 Kopuşu TKP’nin Gerisinde Kaldı
Elbette bu yükselişin de bağrından bir devrimci hareket çıktı, TİP’in varlığı devrimci bir çıkışın önünü kesemedi. 71-72 Kopuşu bu devrimci çıkışın adıydı. Kopuşu gerçekleştirenler TİP’in legal işçi partisinin karşısına bir devrimciler örgütünü, Kaypakkaya örneğinde TKP’nin adını almayı hedefleyen bir partiyi, TİP’in anayasal yoldan sosyalizmi kurma hülyalarının karşısına hükümeti zor yoluyla devirme hedefini ve mücadelesini koyuyorlardı.
Gelgelelim “ordusu” olmayanların geri çekilme döneminde yeni bir mücadele birikimi kazanması nasıl mümkün değilse, ordusu olmayanların yeni bir yükseliş döneminde bir önceki dönemi aşan şekilde hücum etmeleri de mümkün olmaz. 71-72 Kopuşu da bu kuralın istisnası olmadı. TKP’yi aşmak şöyle dursun onu tekrar dahi edemedi. Kopuşu gerçekleştiren üç hareketin hiçbirinin programı yoktu, Türkiye’nin siyasi yapısına ve devrim stratejisine ilişkin tezleri 1920 TKP’sinin gerisindeydi, geçelim sovyet cumhuriyetlerinin uluslararası birliği tezini savunmayı, yahut TKP’nin olduğu gibi bir dünya partisinin bileşeni olmayı, kendilerini herhangi bir uluslararası hareketin parçası olarak dahi görmüyorlardı. Tüm bu yönleriyle komünist değil birer ulusal devrimci harekettiler. Onbeşlerin katledilmesinden sonra TKP kendi kongresini toplamayı başarmış ve doğru ya da yanlış sürece ilişkin bir değerlendirme yapıp Komünist Enternasyonal’e rapor etmiştir. 71-72 Kopuşunun hiçbir öznesi aldığı darbelerden sonra örgütsel bütünlüğünü koruyamamış, tek parça olarak bir kongre toplayamamış ve sürece dair ortak bir değerlendirme üretememiştir. Bu durum ise söz konusu örgütlerin 1920’lerin TKP’sine kıyasla teknik ve askerî açıdan zayıf olmalarıyla ilgili değildir. Bilakis tüm bu açılardan TKP’ye kıyasla daha güçlü olan bu hareketler siyasi olarak TKP’nin gerisinde oldukları için bütünlüklerini koruyamamış, kongre ve konferanslarını toplayamadan bölünmüşlerdir.
TKP’nin nasıl tasfiye edildiğini değil niye yenildiğini açıklamaya çalışanların vardığı nokta TİP olmuştu. Buradan kopanlarsa bir halk kurtuluş hareketi olarak yola çıkmışlar, son noktada Türkiye Komünist Partisi’ne ulaşmayı hedefleyen ama bu noktaya varamayan ulusal devrimci akımlar olarak kalmışlardı.
Geriye Düşen Takipçiler
THKO’nun, THKP’nin, TKP-ML’nin komünist bir partiyi niye yaratamadığını, komünistlerin birliğini niye sağlayamadığını sorup bu eksikliğini gidermek yerine onların niye yenildiğini sormayı tercih edenler 1974 sonrasında hemen yeni bir TİP yaratmadılar ama küçük burjuva devrimciliği, öncü savaşı ve sınıfa yönelmeme “özeleştirileri vererek”; “devrimin kitlelerin eseri” olduğunu keşfederek; en azından halk savaşını başlatmanın zamanlamasının yanlış olduğunu tespit ettiler ve kopuş çizgisinden uzaklaştılar. TİP’ten kopanların kitle desteğine sahip olmadığı için yenildiğini söylemek vaka-ı adiyeden sayılmaya başladı.
Tüm bu değerlendirmeler elbette 71-72 kopuşunun takipçisi olma iddiasındaki akımları daha da geri götürdü. Asıl sorunu kitleselleşme olarak tarif ettikleri oranda iktidar hedefinden uzaklaştılar, yerel bir ufka sıkışıp birbirleriyle rekabet etmeye başladılar. Çoğu 77’de Milliyetçi Cephe’ye karşı Ecevit’e oy isteyecek, 77 1 Mayısında Kemal Türkler ile birlikte hareket edecek, sonrasında da 1 Mayısların DİSK eliyle ortadan kaldırılmasına izin verecekti. Belli bir dönem kitleselleştiler elbette ama bu kitleselleşme emekçi yığınlar içindeki özel bir politik faaliyetin ürünü değil, kitle hareketindeki nesnel koşullara bağlı yükselişin bir sonucuydu. Tam da bu nedenle aralarındaki politik ayrımlara, kitle çalışmasında, faşistlere karşı mücadelede, kendilerini konumlandırdıkları uluslararası kutuptaki farklılıklara karşın tüm akımlar birlikte güçlendiler. TKP ile Halkın Kurtuluşu’nun, Devrimci Sol ile Sosyalist Vatan Partisi’nin birlikte güçlendikleri bir süreçti bu.
Kuşkusuz 1974-80 arasında birlik sorununu gündemine alan bol miktarda girişim vardı. Ancak bunların hiçbiri Türkiye’deki komünist hareketin tasfiyesi sorunuyla hesaplaşmayı tercih etmediği ve Türkiye Komünist Partisi’ni yeniden inşa etmek için yola çıkmadığı için hep güdük, dar ve sonuçsuz kaldı. TSİP örneğinde olduğu gibi devrimci yöntemleri benimsemekten pişman olanların birlik girişimi oldu. Aynı geleneği paylaşanların birliğini sağlama girişimi olarak parti-cephelilerin birliği ise “Kesintisiz Devrim’i kim daha doğru yorumluyor?” tartışmalarıyla daha fazla parçalanmaya yol açtı. Aynı uluslararası merkezi benimseyenleri komünist olarak kabul edip “proleter devrimcilerin birliği”ni savunanlarsa Perinçek’in Aydınlık’ını komünistlerin birliğinin muhatabı olarak görmek zorunda kaldı. Yanlış bir temelde yürütülen birlik girişimleri bölünmeleri ve rekabeti körükledi.
12 Eylül Topyekûn Bir Yıkıma Yol Açmadı
12 Eylül devrimci hareketin üçüncü büyük yenilgisiydi ama onu devrimci parti sorunundan bağımsız şekilde bir yenilgi sorunu olarak ele alanlar 1974 sürecinden beter bir tasfiyeciliği yaydılar. 1974 sonrasında “neden yenildik?” diye soranlar “kitleler içinde güç olamadık” yanıtını veriyordu. 12 Eylül sonrasında aynı soru “popülizme saplanıp kaldık” diye yanıtlanıyordu. Böylelikle “küçük burjuvaziye değil işçi sınıfına gidelim” diyenler, programlarındaki “demokratik devrim”i “sosyalist devrim”le değiştirmeyi savunanlar türedi. “Proleter sosyalizmi”ne yönelen akımlar sendikalarda ekonomist bir muhalefetle sosyalizm lafazanlığı arasında salınmaya başladı.
Sebeplerle sonuçları karıştıran soyut bir yenilgi analizinin günah keçisi sol içi rekabetti. Böylelikle 70’lerin devrimcilerin birliği sorunu bu sefer “açık parti”, “sosyalistlerin birliği” soslarıyla sürdürülen geniş mezhepli bir solun birliği sorununa dönüştü. Kuruçeşme tartışmaları üzerinden ÖDP’ye ilerledi. Aksi istikamette ilerleyip, sol içi rekabetten ve didişmeden kaçınmak için, “işçi sınıfa yönelmek gerekir” tezini benimseyenler “önemli olan solcuların birliği değil solun işçi sınıfıyla birliğidir” görüşünü benimseyerek kendi “işçi kitle partilerini”, sendikalarını, işçi derneklerini kurdular; kendi kurultaylarını düzenleyerek sol içi rekabeti sendikal zeminde ve tümüyle ekonomist bir çerçevede yeniden ürettiler.
12 Eylül sonrası topyekûn bir yıkım ve geri çekilme dönemi değildi. Doksanların başında Kürdistan’dan esen rüzgârla devrimci örgütler bir toparlanma yaşadı. Yine de hepsi 12 Eylül öncesine gerilemiş ve etkisizleşmişlerdi. Demokrasi mücadelesi insan hakları mücadelesine dönüştü, gücün sergilendiği silahlı propaganda yerini mağduriyetin sergilendiği silahsız propagandaya bıraktı. F-Tipi saldırısına zindanlardaki ölüm oruçlarını temel alarak yanıt verilmesi bu dönemdeki devrimci akımların çizgisiyle uyumluydu. Devrimci hareketlerin en güçlü olduğu Gazi Ayaklanması’nı Gazi Direnişi hatta Gazi Katliamı olarak adlandırmak mağduriyeti temel alan bu çizginin vardığı noktayı gösteriyordu. Legalizm, ona en çok karşı çıkanları dahi etkisine alıyordu; yasal parti kuramayanlar yasal platformlar, kültür merkezleri, sendikalar temelinde örgütleniyordu.
F-Tipleri Saldırısı Yenilgi-Yükseliş Döngüsünü Noktalamadı
F-Tipleri saldırısı devrimci akımların dördüncü yenilgisi oldu. Bu yenilgiyi devrimci parti sorunundan bağımsız olarak ele alanlar, daha pespaye bir ekonomizme, işçi kurultaycılığına yöneldiler. Sadece yasal partiler kurmakla kalmadılar, bu partileri bir çatı partisi içinde tasfiye etmek için de adımlar attılar. Devrimci bir parti olmaksızın kitleleri örgütleyip yönetme hevesi her seferinde solu bu kitlelerin, ve kitleleri yönlendiren burjuva siyasetinin peşine taktı ve bir kitle dalkavukluğunu beraberinde getirdi. Bu durum kitlelerin en geri ve yoz özelliklerinin sol içerisinde daha da yayılmasına yol açtı.
Bu yenilgi ve saldırı dönemini, elbette yeni bir toparlanma ve yükseliş dönemi izledi. Rejimin krizinden ve Rojava’dan esen rüzgârlarla yaşanan toparlanma, solun hiç olmadığı kadar baskın bir şekilde siyasi gündeme müdahil olmasına yol açtı, bu yeni güç dengesi rejimin krizini büyüten başlı başına bir etken hâline geldi, hâlâ da rejim açısından çözülebilmiş değildir.
Gelgelelim bu sürecin sonunda ortaya herhangi bir devrimci örgüt çıkmadığı gibi herhangi bir devrimci örgütün bu süreç boyunca toparlanıp F-Tipi saldırısı öncesi durumuna dönebildiği dahi söylenemez. Bilakis bu son yükseliş tüm sol akımları “Gezicilik” paydasında buluşturdu. İçinde Osman Kavala’nın da bulunduğu bir paydaydı bu. Devrimci programa ve örgütlenmeye sahip olduğunu söyleyenler, bu programlarına uygun eylem çizgisini Türkiye’de değil Rojava’da hayata geçirmeye başladılar; örgütsel kimliklerini burada değil Rojava’da kullandılar.
Hükümetin 7 Haziran sonrasında başlattığı içsavaş 10 Ekim, Gezi Davaları, Sur’un, Cizre’nin, Nusaybin’in yakılıp yıkılması bir kez daha yenilgi tespitlerinin yapılmasına yol açtı. Devrimci bir partinin yokluğu ve tasfiyesi sorunu, yine gündeme alınmadığı için bu yenilgi sürecinden çıkarılan ders “provokasyona gelmemek” adına her türlü eylemden uzak durmak ve CHP’nin seçimleri kazanmasına engel olacak hareketlerden, CHP’li seçmenin tepkisini çekecek propagandadan kaçınmak oldu.
Siyaset alanı tümüyle CHP’ye ve Millet İttifakı’na terk edilirken, sol hareketler kendini küçük ölçekli işçi direnişlerinin, kadın ve ekoloji hareketlerinin peşine takılmaya verdi. Devrimci olma iddiasını sürdürmek isteyenler ise bunları kadroların temsilî olarak katıldığı gözaltıyla noktalanan basın açıklamalarıyla, silahsız ama mağduriyetin kameraya çekilmesini esas alan, bu anlamda kamerayı silah olarak gören silahlı propaganda eylemleriyle sürdürdüler.
CHP Yenilince Kendini Yenilmiş Sayan Sol
Öncekilerle aynı gruba konması mümkün olmasa da, Kılıçdaroğlu’nun seçim yenilgisi tüm bu kesimler açısından da bir yenilgi ve moral bozukluğu anlamına geldi. CHP’nin seçim yenilgisinin sonrasında sadece reformizmi özü sözü bir şekilde savunanların değil, devrimci iddialar taşıyanların da moral bozukluğu tespiti yapması devrimci hareketin nereden nereye geldiğini göstermektedir.
Bu yenilgi ve moral bozukluğu atmosferi içinde farklı akımlar en çok CHP’yi ama aynı zamanda birbirlerini eleştiriyor, özeleştiri toplantıları düzenleniyor. Yeni bir çıkışın koşullarını tartışıyorlar. Sınıfı örgütlemek için her zaman olduğu gibi yeni modeller, cephe, ittifak önerileri geliştiriyorlar; yeni talepler üretiyorlar; yeni eylem biçimleri üretiyorlar; parti işleyişini değiştirmek gerektiğini savunuyorlar ya da yeni parti formları öneriyorlar.
Elbette hiçbiri asıl soruna, Türkiye Komünist Parti’nin Komünist Enternasyonal’le birlikte tasfiye edilmiş olmasına değinmiyor. Devrimci bir parti olmaksızın aktüalitenin nabzını tutabilecekleri yanılsamasına kapıldıkları için bu konuları tarihe havale ediyorlar. Bu konuları gündeme getirenleri eski defterleri açmakla, siyasi mücadelenin dışına düşmekle eleştiriyorlar. Tasfiye edilen Türkiye Komünist Partisi’ni ve Komünist Enternasyonali yeniden kurmaya yönelik girişimleri geçmişe kilitlenip kalmak olarak küçümserken her sene şaşmaz bir biçimde 23 Nisan’da, 30 Ağustos’ta, 10 Kasım’da son Türk devletinin kurucusunun ruhunu çağırmakta beis görmüyorlar.
Benzer Yenilgileri Tekrar Tekrar Yaşamak Kader Değil
Oysa Türkiye’deki sınıf mücadelesinin seyri ve önce komünist sonra devrimci hareketin tarihi, bize, TKP’nin tasfiyesine yol açan siyasi çizgiyle hesaplaşmayanların, yenilgilerden öğrenemeyeceği gibi yükseliş dönemlerine müdahale edemeyeceğini, tarihte yapılan aynı hataları bir ceza gibi tekrarlayacağını ve yükseliş dönemlerinin şiddeti ne olursa olsun, aynı tasfiyeciliği daha beter bir şekilde yeniden üreteceğini gösterdi.
1922’de TKP’nin tasfiyesine yol açan tutum değişikliği emperyalizme karşı mücadelede burjuva diktatörlüklerini bir siyasi mevzi olarak görmekti. Komünist değil reformist olan bu tutum 1960’larda “tırmanan faşizme” karşı 27 Mayıs Anayasası’nı savunmak ya da ordudaki subaylara yaslanmak olarak tekrar zuhur etti. Ortada bir komünist partisi olmadığı için 71-72’de bu reformizmden kopanlar da hedefine varamadı. Takipçileri ise Karaoğlan Ecevit’in peşine takılarak sadece onların değil Aybar’ın TİP’inin de gerisine düştüler. Bugün solun “tek adam rejimine” karşı Millet İttifakı’nın peşinde sürüklenişi aynı reformist çizginin bir başka tecellisidir.
Komünist bir partinin kurulması, komünistlerin birliği sorunun üzerinden atlayarak kitleleri örgütlemeye çalışanlarsa aynı tarihsel açmazları defalarca tekrarladılar. Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nin, Aybar’ın TİP’inin açmazlarıyla bugünkü HDP’nin, TİP’ten ESP’ye uzanan “kitle partilerinin” çıkmazları farklı değildir, akıbetlerinin de farklı olması mümkün değildir.
Geçmişteki tasfiyeyle yüzleşmeden, o tasfiyeciliğin verdiği asıl hasarı ortadan kaldırmadan, komünistlerin birliğini sağlamadan, şu ya da bu yenilgiden ders çıkarmak mümkün değildir. Komünistlerin birliğini sağlamayanlar geçmişteki hataların peşinden sürüklenmeye mahkumdurlar.
Bugün bize gereken, şu ya da bu yenilginin açıklamasını yapmaya çalışmak değil, bu açıklamayı yapacak komünist partiyi, Lenin’in deyimiyle yenilgisinden öğrenecek orduyu yaratmaktır.
İşçilerin birliğinden önce komünistlerin birliği saptamasının maksadı da, komünistlerin birliği sorununun üzerinden atlayanların akıbetlerine dikkat çekerek, bu temel görevi hatırlatmaktır.
Devrim için Devrimci Parti!