1 Kasım seçimlerinin peşi sıra KöZ Kürdistan’da yaşanan gelişmeleri bir içsavaşın temel öğelerinden biri olarak kabul etti. KöZ’ün bu yaklaşımı özellikle Kürdistan sorununa duyarlı kesimler tarafından sık sık eleştirildi. Buna göre Kürdistan Türkiye’nin bir parçası olmadığına göre, Türk devletinin Kürdistan’da yürüttüğü savaş da bir iç savaş olarak adlandırılamazdı. Halbuki tam da Kürdistan’ın muhtelif parçalarında ulusal kurtuluş mücadelesi verme iddiasındaki akımların içinde bulunduğu durum nedeniyle Kürdistan’daki hendek savaşlarının aslında Türkiye’deki bir iç savaşın parçası olarak cereyan ettiğini üstüne basa basa hatırlatmak gerekiyor. Kürdistan’da ulusal devrimci bir önderlik bulunmadığı için Kürdistan’daki devrimci dinamikler Türkiye siyaseti içindeki bir çarpışmanın bir bileşeni olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de iç savaşı Erdoğan başlattı. Zira 7 Haziran seçimlerinin sonunda bir daha tek başına hükümet olma imkanını yitirdiği görmüş ve koltuğunu koruyabilmenin yolunun muhalefete topyekûn bir saldırıdan geçtiğini fark etmişti. Koltuğunu koruma derdindeki ikinci isim olan Bahçeli’nin 7 Haziran’ın ardından yaptığı hamle de Erdoğan’ı, daha sert bir politika izlemeye zorladı. Bu sıkışmışlığın içinde, Erdoğan, sonunu ve boyutlarını yanlış hesapladığı bir operasyona girişti. Bugün hala süren iç savaş, aslında Türkiye’nin bir parçası olmayan bir coğrafyada, fakat tümüyle Türkiye siyasal gündemine kilitlenmiş olarak böyle başladı.

Aslına bakılırsa 2002’deki ilk seçim zaferinden beri dayanakları çürümüş bir rejimin bekçiliğini yapan Erdoğan’ın içinde bulunduğu siyasi açmaz “Çözüm Süreci” arefesinde daha da derinleşmişti. Bin Umut Adayları’nın 2007’de 12 Eylül rejiminin seçim barajını delerek TBMM’ye girmesi emekçiler ve sol açısından Türkiye’deki siyasi dengeleri değiştirecek bir toparlanma sürecini başlatıyordu. Bu toparlanmanın sonucunda AKP’nin Kürt Açılımı diye başlattığı ama “Milli Birlik Projesi”ne evriltmek zorunda kaldığı proje fiyaskoyla sonuçlandı. Erdoğan 2009 yerel seçimlerinde 2002 ve 2004’te elde ettiği mevzileri büyük oranda kaybetti. 2010 referandumuyla Türkiye’de hakim sınıfın iç tartışmalarına yedeklenmeyi reddettiğini kimi zaman eylemli şekilde de gösteren bir halk muhalefeti ortaya çıktı. Erdoğan’ın Taksim’i 1 Mayıs alanı olarak kabul etmeye mecbur kalması, BDP çevresinde oluşan bu muhalefetin eylemli bir karakter kazanmasından duyduğu endişeyi yansıtıyordu. Erdoğan’ın gerileyişi 2011 seçimlerinde, Anayasayı değiştirecek çoğunluğu yitirmesiyle yeni bir evreye girdi. Milli Birlik Projesi’nin başarısızlığından sonra başlattığı imha ve tutuklama siyaseti ise “tecrit karşıtlığı” vesilesiyle harekete geçen Kürt kitlelerinin İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan militan eylemleriyle son buldu. Oyun alanı daralan ve köşeye sıkışan Erdoğan, bir şekilde çözüm masasına mecburen oturdu.

Bu masada asıl olarak kendi çıkmazına umarsızca “çözüm” bulmaya, dinamiklerden kendi yararına bir sonuç çıkarmak için türlü manevralar ile iktidarını güçlendirmeye çalışan Erdoğan, masanın kendinden çok HDP’ye yaradığını başından beri bildiği için ilk fırsatta masayı devirmenin koşullarını aradı ama bu amacına ancak 7 Haziran’dan dört ay önce Dolmabahçe Mutabakatı’nı açıktan reddederek ulaşabildi. 7 Haziran seçimlerinde de tek başına hükümet kuramaz hale gelmesi Erdoğan’ın başından beri temel sermayesi olan ve büyük oranda Türkiye’deki burjuva partilerin krizinden kaynaklanan manevra kabiliyetini iyiden iyiye sınırlandırdı. Erdoğan karşısındaki burjuva partilerinden oluşan bloku dağıtmak için kendini başta Kürtler olmak üzere Türkiye’deki tüm ezilenlerin, bağımsız bir çizgide ilerleyen partisi olarak sunan HDP’yi hedef tahtasına oturttu. HDP’nin üzerine terör sopasıyla yürüyerek bir taşla iki kuş vurmayı hedefleyen Erdoğan’ın evdeki hesabıysa çarşıya uymadı. 12 Eylül öncesinde Fatsa’dakine benzer bir gövde gösterisi yapayım derken Kürdistan coğrafyasında gerçekleşmiş en kitlesel ve uzun süren başkaldırıyı kışkırtmış oldu.

Erdoğan’ın iç savaşını da hedefi önceden belirlenmiş bir plan çerçevesinde disiplinli bir şekilde yürütülen bir provokasyon zinciri olarak değil çaresizlikten kaynaklanan, el yordamıyla yürütülen bir sürecin kaçınılmaz sonucu olarak değerlendirmeli. 7 Haziran dönemecinde “Erdoğan nasıl gidecek?” sorusunu 1 Kasım’a giderken ömrünü uzatabilmek için “Terör nasıl bitecek?” sorusu ile değiştirmek isteyen Erdoğan ve AKP, devlet aklıyla bir ulusal başkaldırıyı bastırmak niyetiyle değil, kendi dar çıkarlarını korumak için bu savaşı başlattı.

Hendek Savaşları da Erdoğan’ın başlatmış olduğu iç savaşa verilen dokuz ay sürecek eylemli bir yanıttı. Her ne kadar Kürdistan’ın kuzeyinde cereyan etmiş olsa da bu savaşın çerçevesi başlangıcından sonuna kadar Türkiye’deki rejim krizi sorunuyla, Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye’de belediyelerin yetkilerinin “özyönetime uygun bir şekilde” genişletilmesi talepleriyle çizildi. Bu talepleri hendeklerde savaşanların talepleri olarak görmek sadece haksızlık değil aynı zamanda yanıltıcı olur. Onlar kendi taleplerini ve hedeflerini şu ya da bu politik kimlikle açıklama imkanına sahip değillerdi. Barikatlarda çarpıştılar ve düştüler. Savaşanların taleplerinin neler olduğunu ifade edip, bir çerçeveye sokanlar başta HDP olmak üzere asıl olarak hendeklere başından beri mesafeli olan kesimlerdi. Zira Türkiye siyasetinde oynamaya hazırlandıkları CHP’nin payandası olma rolü bunu gerektiriyordu. Hendeklerde dövüşenler “özyönetim” derken bundan “Kürdistan’ın kendi kendini yönetme, kendi kaderini tayin etme imkanına kavuşması”nı anlıyor olsa da, Hendekler sürecinde ve sonrasında, iç savaş fobisinden muzdarip sol akımlar hendeklerin keyfi tutuklamalara tepki olduğunu, belediyelerin güçlendirilmesinin de öz yönetimi mümkün kılacağını savundular. Bu akımların hakimiyeti nedeniyle Türkiye siyasetinin gündemi Sur’da, Nusaybin’de ayaklananların gündemini ve taleplerini belirledi. Başta HDP olmak üzere iç savaş fobisinden muzdarip sol akımlarsa elbette tüm bu savaşın ve onun Türkiye’deki yansımalarının dışında kalmakla yetinmedi barikatlarda düşenleri ama örtük ama açıktan demokratik siyasetin önünü tıkadığı için eleştirdi.

Hendeklerin militan duruşu sadece, Kürtlerin haklı mücadelesini Türkiye’nin reformlar yoluyla demokratikleşmesi hayaline bağlamak isteyenleri değil, görünüşte HDP’nin Türkiyelileşmesini eleştiren bir dizi “bağımsızlıkçı” yapıyı da huzursuz etti. Zira arkasında gizlendikleri büyük iddianın gereklerini yerine getirmek yerine her türlü bağımsız politik eylemden özenle kaçınan, bağımsızlığın kitlelerin politik eylemiyle değil muhtelif güç odaklarının diplomatik hamleleriyle gerçekleşeceğini varsayan bu kesimlerin ataleti ve uzlaşmacı çizgisiyle Hendeklerde vücut bulan devrimci başkaldırı arasındaki karşıtlık her bakımdan çarpıcıydı. Tam da bu nedenle aynı kesimler hendek başkaldırısını zamanın ruhuyla bağdaşmayan sorumsuz ve maceracı bir girişim olarak lanetledi.

Halbuki Hendekleri kıymetli kılan tam da onun Türkiye’de ve Kürdistan’da her boydan reformist akımı rahatsız eden özellikleriydi. Hendekler ağırlıklı olarak proleter bir karakter taşıyan halk yığınlarının gücünü göstermiştir. Hendekleri taşıdığı yanlış siyasal yönelime, burjuva siyasetinin bir parçası olmaktan kurtulamamasına rağmen, harekete geçirdiği ve gücünü gösterdiği güçler ve kendini ifade edişinin devrimci biçimi nedeniyle tereddütsüz sahiplenmek gerekir.

Hendeklerin yenilgisi, hendeklerde kurulan barikatların tarih sahnesini terk ettiği anlamına gelmiyor. Bilakis, Hendek Savaşları da tıpkı doksanların başındaki serhıldanlar gibi bağımsız Kürdistan mücadelesinin yolunun nereden geçtiğini göstermektedir. Kürdistan’daki proleterleşme süreci sürdüğüne göre benzer başkaldırı biçimlerinin yaygınlık kazanacağı beklenmelidir. Hendeklerde dövüşenler ulusal bağımsızlık mücadelesinin motor gücü olması gereken kesimlerdi.

Hendek savaşlarını Türkiye’de bir iç savaşın parçası olmaya mahkum eden şey Kürdistan’ın Türkiye’nin bir parçası olması değil, Kürdistan’da programına bağımsız birleşik Kürdistan yazmış, Kürdistan’ın tüm parçalarında ortak bir merkezin yönetiminde mücadele eden devrimci bir partinin bulunmayışıdır. Devrimci bir partinin önderliğinden yoksun olan kendiliğinden hareketler, Türkiye’de elbette, üniter Türk devletini, Misak-ı Milli sınırlarını dokunulmaz kabul eden burjuva siyasetinin bir parçası kalacaktır. Önümüzdeki dönemde benzer ayaklanmaları Türkiye’deki iç savaşın bir parçası olmaktan çıkarıp, bağımsız Kürdistan’ın işaret fişeğine dönüştürmek için atılması gereken ilk adım Kürdistan’da devrimci bir partinin yaratılması olmalıdır.