Ekim Devrimi’ni ilke ve referans edinenlerin dogmatiklikle ve yirminci yüzyılın takipçisi olmakla bolca suçlandığı bugünlerde, bu itirazın bir bölümünün yine aynı yüzyılın siyasal olaylarından olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna referans verenlerin çizgisinden çıktığı görülüyor. 29 Ekim’i bugünün siyasal koşullarına adapte ettiklerini söyleyip ‘gericilere’ karşı ona ilericilik atfedenler, 7 Kasım’dan söz etmeyi zayıflık olarak görüyorlar. Çoğunluk ise Ekim Devriminin anlamının içi boşalacak şekilde kutlamalar yaparken 29 Ekim’i kutlayabilmek için yeni manalar yaratıyor, yeni önemler atfediyor.
Genellikle bugünün siyasal koşullarına cumhuriyetin kurulma fikirlerini adapte etmiş olanların derdi, Erdoğan iktidarının yeni bir rejim kurduğu ve çok gerici de olsa nispeten ilerici kabul edilen cumhuriyetin kazanımları elden gidiyor safsatasına dayanıyor. Bunun karşısında doğal olarak takınılan tutum, üstü kapalı olarak söylenen ikinci bir kurtuluş savaşı vermek gerekliliğidir. Ancak biz KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak biliyoruz ki, AKP de en az 12 Eylül generalleri kadar devletçi, cumhuriyetçi, Kemalisttir; Mustafa Kemal’in kurduğu devletin arkasındadır. Kürdistan meselesi bunun en büyük göstergesidir. Bugünkü cumhuriyet aşıklarının asıl derdi, Erdoğan’ın sözde kurduğu yeni cumhuriyete karşı, reformist projeleri döne dolaşa bir çözüm olarak sunmaktır.
Yeni bir cumhuriyetçi kavga verilmesinden söz eden kimi akımlar, Deniz Gezmiş’i popüler bir ikona indirgemekle birlikte, bugüne kadar Deniz’lerin ikinci kurtuluş savaşının verilmesi fikirinden hep siyasi yanlış olarak bahsetmişlerdir. Yeniden bu cumhuriyeti kuracağız yahut bu kurulacak cumhuriyetin <<sosyalist cumhuriyet>> olacağı iddiasını taşıyan bu akımlar, “cumhuriyet ilerici kazanımlarını yitirdi, biz onu ayakları üzerine tekrar oturtacağız” diyorlar. Bu tutumları Denizden taban tabana farklıdır, bütün o Kemalizm’e bulaşan söylemi kullanmasına, ikinci kurtuluş savaşı gibi tezleri benimsemesine rağmen, Deniz’ler Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurarak devleti karşısına almıştır. Bugünün güya ‘demokratik cumhuriyetini’ kuracağız diyen bazı akımlar, bırakın devleti karşılarına almayı, İmamoğlu projesi gibi Amerikancı tezlerin takipçisi olmuş durumdadır.
AKP’nin cumhuriyet düşmanı olduğu doğru değildir. AKP İnönü kadar, 12 Martçılar kadar, 12 Eylül generalleri kadar cumhuriyetin devamcısıdır. Cumhuriyetin kuruluşunu bir burjuva demokratik devrim olarak gösterenlerin açmazı da budur. AKP’nin bütün iddiası ve çabası, Türkiye Cumhuriyeti’ni payidar kılma çabasıdır. Bir iç savaş devleti olarak kurulan cumhuriyet, bir iç savaş devleti olarak tekrar başka iktidarlarla devrimcilere ve halklarına savaş açmayı sürdürmektedir. AKP’nin, Kürtleri ve Ermenileri katleden sözde demokratik cumhuriyetin takipçisi olduğu açıktır. Kürdistan meselesine dair çizgisine baktığımızda, AKP’nin de cumhuriyetin diğer takipçileri kadar “Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların” kanı üzerinde yükselen, emperyalistlerle uzlaşıp ezilenlere savaş açan, karşı devrimci bir devletin hizmetkârı olduğu ilk bakışta görülecektir. AKP cumhuriyetin bütün kurumlarını da ezilenlere ve emekçilere karşı, aynı şekilde kullanmaktadır.
Türkiye’de Burjuva Devrimi’nin gerçekleşip gerçekleşmediği üzerine birçok tartışma mevcuttur. Bu tartışmaların önemli bir yer arz etmesinin asli sebebi TBMM’nin açılmasına ve “cumhuriyetin ilanına” bakış açışını şekillendirmesindedir. Buna göre Mustafa Kemal ve silah arkadaşları ilerici kazanımları olan ve modern bir devleti haiz kılmışlardır. Lakin bu topraklar üzerinde bahsi geçen mahiyette bir burjuva devrimi 1908 Devrimi ile yaşanmıştır; öyle ki Mustafa Kemal öncülüğünde edinildiği iddia edilen kazanımların kendisi de Osmanlının teşkilat-ı mahsusları ile sürdürülen bir gelenekten ibarettir. Söz konusu tespit 1917 yılında Lenin’in kaleme aldığı Devlet ve İhtilal eserinde yer almaktadır:
“Örnek olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.”
Merak konusu olan şudur; 1908’de bu topraklarda anayasal düzen çerçevesinde parlamentonun hakim kılınmasının ardından ikinci bir burjuva devrimi gerçekleşmiş midir? Eğer yanıt olumluysa aynı topraklarda bu burjuva devrimi ikinci kez nasıl yaşanır, üstelik birebir aynı kadroların muhafaza edilmesiyle? Türkiye solu bu noktada kendi kuyrukçu çizgisini meşrulaştırmak adına Kemalizm konusundaki tespitlerinde tutarlılıktan uzak durmaktadır.
TBMM’nin kendisi dahi padişaha ve kutsal ruhlara imanını tekrarlayarak dile getirirken Türkiye solunun hala ısrarla ona laik ve eskisinden tamamıyla farklı bir mahiyet biçmesindeki çaba oldukça abestir. TBMM’nin önceki meclise olan bağlılığı ve sadakati bilahare deklare ettiği tutanaklardan da açıkça görülebilir:
“Anadolu’nun her köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin, Antalya’nın, Adana’nın, Antep’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar tarafından işgali üzerine silahına sarılan millettaş ve dindaşlarımızı yine size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenabi Hak ve Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha ve Halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatani müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek vatanımızı kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yârdim edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahimizi, millet ve vatani kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”
Türkiye soluna hakim olan tarih ve siyaset okuma anlayışının devlet kurumlarınca basılan ve dağıtılan sosyal bilgiler kitaplarından farklılık göstermemesi de bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken hususlardandır. Büyük Millet Meclisinin açılışından geçerek Hilafet ve Saltanatın lağvedilmesine varan süreç, gerçekçi tarihsel seyri takip edilerek kavrandığında cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’de (Osmanlı İmparatorluğunda) burjuva demokratik devrimden söz etmek için 1920’nin 23 nisanını beklemeye gerek yoktur.
Bu çerçevede 1920’de Büyük Millet Meclisinin kurulmasına ikinci meşrutiyetin kendisini güncellemesi ve bu bağlamda burjuva demokratik devrimin tekrar kendi yoluna girmesi olarak bakmakta bir yanlışlık olmaz. Bu süreci; bilimin, aydınlanmanın ve demokrasinin yolu olarak görenler burjuvazinin siyasi temsilcilerine ilerici bir misyon atfedip sonra da aynen bu gerekçe doğrultusunda onların kuyrukçuluğuna soyunmaktadır.
Cumhuriyete ilerici özellik atfetmekten geri durmayanların kendi içerisindeki açmazı; söz konusu rejimin tam manasıyla ne zaman değiştiğini ve dönüştüğünü açıklayamamasıdır. Eğer meşruiyetin kaynağı seçimler ve bunların yapılageliş biçimi ise; Erdoğan’ın, söylenenlerin aksine en meşru lider sayılması gereklidir. Fakat burjuva demokrasilerinin her biri ezilenler ve emekçiler için diktatörlükten ibarettir. Bunların getirdiklerine her ne amaçla olsun kazanım gözüyle yaklaşanlar kuyrukçuluklarına yer hazırlamaktadır. Türkiye’de ne dün ne de bugün bir AKP iktidarı olmadı. Türkiye devleti 12 Eylül darbesi ile yeniden örgütlenen bürokrasi tarafından yürütülmektedir. AKP de Erdoğan da bu bürokratik işleyişin bekçisi konumundadırlar. Bugün, Komintern’in ilk dört kongresinin, her türden burjuva akımını tavizsiz bir şekilde karşısına alması tutumu birebir sergilenmelidir. “Yeni kurulmuş rejim” nedir? Bu rejim kendisini nasıl konsolide etmiştir? Tüm bunlar sürerken “eski rejim olan” 12 Eylül’ün sıkışmış kurumları nasıl hala ayaktadır? Rejimin süratle ve bu büyük yıkıcılıkla değiştiğini iddia eden sol akımları sözüm ona değişimi ve bu değişimin esaslarını tarif etmeye mecburdur. Zira; mütemadiyen eski günleri yad etmek burjuva siyasetinin dahi gereklerine uymaz.
Türkiye’de AKP tıpkı CHP gibi burjuva kitle partisidir. Hatta otuz beş yıldır süre gelen liberal tasfiyecilik sonucunda kendi içindeki tartışmaları devletin mahkemelerine başvurarak çözen MHP dahi bile bir karşı devrim örgütleyecek program, örgütlenme ve siyasi çizgi taşıyıcısı değildir.
2017 referandumunun ardından bir rejim değişikliğinin yaşanmadığını, 12 Eylül rejiminin hüküm sürmeye devam ettiğini KöZ sayfalarında daha önce ısrarla vurguladık. Referandum işte tam da rejimi değiştiremediği için, anayasa değişiklikleriyle birlikte 12 Eylül Rejimi krizini derinleştiğinin altını çizdik.
Her ne kadar halihazırda Beştepe’de hüküm süren tek bir cumhurbaşkanı olsa da onun oraya çıkması sadece öz gayret ve marifetleriyle olmuş değildir. Yeni Cumhurbaşkanı statüsünü tarif eden Anayasa, AKP-MHP ittifakı ile ortaya konup kabul ettirilmiştir. Sadece bu gerçek dahi “Tek Adam rejimi” tarifinin yerinde olmadığını düşünmek için yeterli bir sebeptir.
Cumhur ittifakı bünyesinde MHP hep “küçük ortak” olarak anılmakta ve bu ittifakın belirleyici bileşeninin AKP/Erdoğan olduğu adeta tartışmasız bir gerçek olarak kabul edilmektedir. Elbette Tayyip Erdoğan’ın gönlünden geçenin bu olduğu tartışmasızdır. Ayrıca Erdoğan’ın destekleyicileri olduğu kadar muhalifleri tarafından da her defasında adeta bir “seçim şampiyonu” gibi gösterilir. Halbuki bu bir efsanedir.
Erdoğan girdiği ilk seçimleri kazanamamıştı. 1986 da RP milletvekili adayı olduğu halde seçilememişti. 1989’da Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçimlerinde aday olduğu halde CHP adayının gerisinde kalmıştı. 1991’de de kıl payı farkla da olsa milletvekilliğini kaybetmişti.
Erdoğan’ın kazandığı ve efsanenin başlangıcı sayılan ilk seçim 1994 İstanbul Büyükşehir Başkanlığı seçimidir. Onu da asıl kazananın Erdoğan değil RP olduğunu söylemek gerekir.
Nihayet Erdoğan’ın kendi hanesine yazabileceği ilk seçimler olsa olsa 28 Şubat müdahalesiyle bütün rakiplerinin devre dışı bırakıldığı koşullarda gelişen 2002 seçimleridir. Bu seçimlerde de AKP’nin aldığı oy oranı yüzde 34,29’dur.
Bu seçim zaferlerinde Erdoğan’ın “Tek Adam” olduğu iddiası çok daha çürük temellere dayanır. Zira bu süreçte Erdoğan tek başına değil, ABD ve “kutsal yağmurlar” eşliğinde yürümekteydi.
Sürekli olarak seçimlerde hırpalanan ve MHP olmaksızın herhangi bir güce tekabül edemeyen tekil bir güçten söz edilemez. Erdoğan kendi başına bir rejimi ifade etmekten oldukça uzaktır; sürmekte olan 12 Eylül Rejimi ve onun tel tel dökülen ağlarıdır. Solun tüm kudreti Erdoğan’da buluşturması, üzerindeki siyasi yükümlülükten sıyrılma arzusu ve kuyrukçuluğunun açıklamasıdır.
Cumhur ve aynı zamanda millet ittifakı tarafından beslenip ayakta tutulan “Tek Adam rejimine” son vermenin birinci koşulu, bu iki gerici ittifaktan bağımsız ve ağırlık merkezinde HDP’nin olduğu bağımsız bir cephenin önünü açmak olabilir. Bu bakımdan Komünistlerin öncelikli ödevlerinden biri oportünizmi bütün yön ve çeşitleriyle hedef tahtasına oturtup gündelik siyasi mücadelelerden kopmadan buna karşı mücadeleyi yükseltmektir.