İfşa/teşhir faaliyetlerinin ürkütücü gücü/terörü emekçileri siyasetten uzaklaştırmamalı onları kendi iktidar organlarının bir parçası ve bu iktidar organları aracılığıyla yürüttüğü şiddet politikalarının daha etkin bir yürütücüsü kılmalıdır. Ancak bu yoldan ilerlenirse “işçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri” olabilir. Halk mahkemeleri ve milis şeklinde örgütlenmiş silahlı kuvvetler etkin kılınmadığı takdirde, hukuk ve mevzuatın, soruşturma kurullarının, danışma heyetlerinin giderek önem kazandığı koşullar altında karşı devrimciler üzerinde uygulanan terör esas olarak emekçileri siyasetin dışına iten yeni bir bürokratik devlet aygıtının yolunu döşer.

Sözcüklerin de bir tarihi var. Onların zaman içinde kazandıkları anlamları ve yaygınlaşma şekillerini incelemek çoğunlukla dilbilimle ilgili bir uğraş olmanın ötesine geçer, siyasal ve sosyal iklime dair ipuçları sunar. “İfşa”’nın serüveni de böyle olsa gerek. Budanmış, kökleri kurutulmuş bir dille konuşup yazan bir toplumda az kişinin anlamını bildiği sözcüklerden biriydi ifşa. Bugünse onsuz tek bir gün bile geçmiyor. Karl Marx’ın Komünistler Birliği’nin tarihçesini anlattığı kitap Türkçeye “Köln’de Komünistlerin Yargılanması Hakkında İfşaat” adıyla çevrilmişti ama bu eser sol çevrelerde dahi Marx’ın pek bilinen eserleri arasında yer almaz. Bu çeviriden on yıllar sonra ifşa sözcüğü birden bire, sosyal medyayı yoğun olarak kullanan lümpenleşmiş kesimler arasında yepyeni pornografik bir anlama kavuştu. Ardından dilin dinamik evrimi sonucunda anlamı genişledi, “ifşalamak”, “ifşalanmak”, “ifşası çıkmak” türünden yeni kelimelerle birlikte, birisini toplum içinde rezil edecek görüntülerin, hikayelerin, dedikoduların sosyal medyada yayılmasını anlatmak için kullanıldı. Bir sonraki aşamada, Türkiye’deki yeni toplumsal muhalefetin beslendiği kültürel ve sosyal damarlara işaret edercesine, kendini kadın hareketinin bir parçası olarak gören kesimler tarafından cinsiyetçi yaklaşımların duyurulması, faillerininse toplumun dışına atma maksadıyla rezil edilmesi anlamında kullanılmaya başlandı.

Sosyal medyada hakkında çıkan tacizci ifşalarının ardından Hasan Ali Toptaş yine sosyal medyadan bu açıklamayı yapmıştı.

2020 Aralık’ında yayın tekellerinin gözdelerinden Hasan Ali Toptaş’ın “ifşa edilmesi”nin peşi sıra yeni bir “ifşa dalgası” patlak verdi. Bu dalga doğal olarak sol akımların limanlarına da ulaştı. Anonim olan ve olmayan sosyal medya hesaplarından ESP’den SODAP’a, Kaldıraç’tan Devrimci Anarşist Federasyon’a bir dizi hareketin bünyesinde tacizci erkeklerin korunduğu, bu hareketlerin kendilerine yapılan şikayetleri gündemlerine almadığı ileri sürüldü.

Dalga ilk etapta DAF’ın kendisini tümüyle tasfiye etmesine yol açtı. Diğer akımlarsa sol kamuoyuna konuyla ilgili kapsamlı bir soruşturma yürüttüklerini, soruşturma sonucu suçlu bulunan ilişkilerine yaptırım uyguladıklarını/ uygulayacaklarını, eksik kaldıkları konularda gerekli dersleri çıkardıklarını bildiren, kadın ve LGBT hareketiyle dostluk/yoldaşlık ilişkilerini koruduklarına dair teminat veren açıklamalar yayınladılar. Aradan geçen bir buçuk yılın ardından ifşa dalgası hızını kesmedi, kapsamını farklı akımlara yayılacak şekilde genişletti. Geçtiğimiz aylarda ESP’nin ve SODAP’ın transfobik oldukları iddiasıyla “hormonlu domatese” aday gösterilmeleriyle birlikte, “ifşacılık” yeni bir boyuta, açıktan örgüt düşmanlığına sıçradı. Nihayetinde SYKP ve TÖP’ün kamuoyuna yaptıkları açıklamalarla görüldüğü üzere ifşa sol içi sendikal çekişmenin de bir enstrümanı hâline gelmeye başladı.

Solla ilişkili tüm kesimlerin maneviyatını bozan bir tabloyla karşı karşıyayız. 12 Eylül sonrasında sermayenin paralı uşakları tarafından sistematik olarak yürütülen “militanlarına yaşam hakkı tanımayan”, “özgürlüğe düşman”, “hayatı ve insani değerleri” tanımamış solcu propagandası bu sefer kendini solda tanımlayan kesimler tarafından “kadın düşmanı/tacizciyi koruyan/transfobik örgütler” ithamlarıyla yeniden ve daha şiddetli bir biçimde yükseltiliyor. Bu propagandanın kendisi sadece doğrudan bu saldırıların muhatapları olan örgütlere değil devrimci bir iddiayı taşıyan tüm kesimlere zarar vermektedir. Komünistler elbette her zaman tereddütsüz bir biçimde örgütlerini liberal taarruza karşı savunanların yanında saf tutacaktır.

Gelgelelim 12 Eylül sonrasında çizilen “halktan kopuk”, “sloganlarla konuşan”, “kasıntı”, “kadının cinselliğini tanımayan”, “bacı muhabetti yapan”, “aşkın ne olduğunu bilmeyen” solcu karikatürü, devrimci harekete asıl zararı yürüttüğü kara propagandayla emekçileri etkisi altına alarak vermedi. Asıl zararı “bu duruma düşmek istemeyen”, “kendisine çeki düzen vermeyi” arzulayan, “kadın hareketinin tornasından geçmeyi” marifet kabul eden kesimlerin (bunlar aynı zamanda “küçük burjuva hareketleri işçi hareketinin tornasından geçirmeye” de can atıyordu) tasfiyeci adımlarına zemin hazırlayarak verdi. Bu nedenle bugünkü gerici örgüt düşmanı kampanyalara genel bir devrimci örgüt savunusuyla yanıt vermek yeterli değildir. Daha önemlisi bugünkü saldırının reformizmle ve legalist tasfiyecilikle olan bağlantılarını, “ifşa siyasetini” bir kalkış noktası olarak kabul ederek sergilemek gereklidir. İfşa dalgası vesilesiyle devrimci örgütün bağımsızlığı ve işleyişi konusundaki temel görüşlerini konuyla ilgili olarak bir kez daha açıklamaya ihtiyaç var.

İfşa/Teşhir Komünist Siyasetin Ayrılmaz Bir Parçasıdır

İfşa sözcüğünün kökünde Arapça, gizlenmiş bir şeyin açığa çıkması anlamına gelen, faş sözcüğü var. İfşa solun lügatine görece yeni girmiş olsa da bugün ifşa sözcüğünün kapsamına giren eylem ve tutumlar eskiden bir başka Arapça kökenli sözcükle, teşhir ile anlatılıyordu. Teşhirin kökeninde de halk önüne çıkarma, belli kılma anlamı var, teşhir şöhret ve meşhur kelimeleriyle de akraba.

İfşanın ya da teşhirin anlamı bu sözlük anlamı çerçevesinde kavrandığı sürece elbette her iki sözcüğün işaret ettiği eylemlerin devrimci bir hareketin siyasi enstrümanlarından biri olması gerektiğini görmek zor değil. Devrimci siyaset bir anlamda görünmezi halk gözünde belli kılma siyaseti olarak da tanımlanabilir. Devrimci siyaset ifşa ve teşhirin yarattığı skandallardan, bu skandalların yarattığı tiksintiden ve harekete geçme arzusundan elbette beslenir. Aynı zamanda ifşaların ve teşhirlerin sonucu olan terör, yani endişe ve korku devrimci siyasetin olmazsa olmazları arasında kabul edilebilir.

Her çağın hâkim fikirleri aynı zamanda o çağın hâkim sınıfının fikirleridir. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini inşa ederken aynı zamanda kendi suretinde bir dünya yaratır. Gerçekliğin burjuvazinin kavramlarıyla algılanması, açıklanması, onun değerleriyle yorumlanması burjuva ideolojisini üretir. Burjuva ideolojisi, diğer sınıflı toplum ideolojileri gibi, gündelik hayattaki sömürüyü ve zulmü perdeler, kabullenilebilir bir hâle sokar. Ancak emekçiler sadece burjuvazinin kavramlarıyla düşündüğü, kapitalist üretim tarzında kaçınılmaz olarak burjuva ilişkilere girdikleri için değil aynı zamanda burjuva düzenin tüm kritik karar alma mekanizmalarından uzak kaldıkları/ tutuldukları için burjuva düzene ve ideolojisine saplanırlar. Devlet, hele hele silahlı kuvvetler, emekçilere tümüyle kapalıdır; emekçiler sermayenin bilanço hesaplarının, yatırım kararlarının, üretim örgütlenmesinin tümüyle dışındadırlar. “Görüntüyle gerçek aynı olsaydı bilime gerek olmazdı” sözü burjuva düzenin olağan akışında dünyanın gerçeklerin başaşağı çevrildiği, pürüzleri giderilmiş bir dünya olarak göründüğünü anlatır. İfşa yahut teşhir, yani işin aslını gösterme girişimleri, bu anlamda görüntüden gerçeğe giden yolda atılan bir ilk adım olarak görülebilir. Bir ilk adım, çünkü sınıflı toplumun işleyişini bir dizi “sarsıcı bilgiyle” kavramak mümkün değildir, bu bilgilerin bir teorik çerçevede bağlantılandırılması gereklidir. Asıl ifşa, yani meselenin aslının belli kılınması, ancak bu bağlantılar kurulduktan sonra mümkün olur.

Marx’ın Kapital’i de bu anlamda bir ifşa metnidir. “İşi olmayanların giremediği” bir süreci, üretim sürecini araştırmanın merkezine oturtan, özgür emekle sermaye arasında kurulan ücretli ilişkin nasıl bir bağımlılığa dayandığını ve ne türden bir kölelik ürettiğini anlatır:

Bay Parababasını ve emek-gücü sahibini birlikte yanımıza alarak bir süre için, her şeyin ortada ve herkesin gözüönünde geçtiği bu gürültülü alanı bırakıyoruz ve hep birlikte kapısında, “işi olmayan giremez!” levhası ile bizi karşılayan, gizli kapaklı üretim alanına geçiyoruz. Burada biz, sermayenin, yalnız nasıl ürettiğini değil, ama nasıl üretildiğini de göreceğiz. Ve ensonu, kâr sağlamanın sırlarını da zorlayacağız.

Kapitalist düzen içindeki çatlakları örtmenin imkânsız hâle geldiği ekonomik yahut siyasi krizler de bu anlamda kendiliğinden bir ifşa faaliyetini başlatırlar. Krizlerin ürünü olan bu nesnel ifşa süreçleri devrimciler için fırsatlar yaratır. Lenin’in Dreyfus skandalı hakkındaki yazılarında da ifade ettiği gibi her zaman çok boyutlu bir ifşa sürecini içeren ve belirli bir süre boyunca sermaye düzeninin varsayımlarını, dayanaklarını ve sonuçlarını gözler önüne sermeyi mümkün kılan bu kriz ve skandallardan faydalanmak komünistlerin temel görevleri arasında yer alır. Değerlendirilemediği zaman da burjuva siyasetinin rakip aktörleri tarafından kendi projelerini tahkim etmek için kullanılır.

Dreyfus yargılamasının ardından Emile Zola’nın “Suçluyorum” başlıklı Fransa Cumhurbaşkanına açık mektubu gazetede basılmıştı. Bu mektup Emile Zola’nın yargılanmasının da önünü açmış, mahkemesi ise Dreyfus skandalını göz önünde tutmak için kullanmıştı.

Aslına bakılırsa işçi hareketinin kendinde sınıf olarak hareketinin ilk aşamalarında, sınıf mücadelelerinin ilkel evrelerinde ifşalar hep karşımıza çıkar. İşçilerin, onlar adına hareket edenlerin, şu ya da bu fabrikadaki isyan ettirici çalışma koşullarını diğer işçilerle yazılı ya da sözlü olarak paylaşması muhtelif coğrafyalardaki işçi hareketlerinin ortak yönlerinden biridir. Nitekim Lenin de Ne Yapmalı’da yerel teşhir bültenlerin merkezileştirilmesi, teşhirlerin tüm Rusya çapında yayınlanan bir gazete aracılığıyla gerçekleştirilmesi ve elbette bir siyasi hedefe, otokrasinin bir devrimle yıkılmasına, bağlanması gerektiğini savunur. Teşhirler, ifşalar bu bakımdan sadece sınıf mücadelesinin ilk aşamasının değil sonraki aşamalarının da vazgeçilmez parçası olarak görülür. Komünistlerin teşhir faaliyeti sadece kapitalistlerin değil aynı zamanda işçi hareketinde burjuvazinin uzantısı olan reformistlerin teşhirini de içerir. Lenin’in Sol Komünizm broşürünün, Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’ndeki “Birleşik Cephe” tezlerinin konusu sosyal-demokrasi ile ittifak yapılması değil, reformist akımların teşhiridir.

Ekim Devrimi’nin hemen ardından Sovyet Hükümeti’nin yayınladığı gizli diplomatik belgeler, emperyalist devletler arası ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü açıklığa kavuşturan bir ifşa faaliyeti olarak kabul edilmelidir. Devrimden sonra halk düşmanlarının icraatlarının teşhir edilmesi ve sonrasında cezalandırılması ifşa ile devrimci terör arasında kopmaz bir bağ olduğunu da ortaya koyuyor.

İfşanın ve teşhirin komünist siyasi faaliyetin böylesine ayrılmaz bir parçası olması komünistlerin ifşaya/teşhire kategorik olarak karşı olmadığını anlatır, ifşanın komünist ve burjuva şekilde yürütülüşleri arasında kalın ayrımlar çekmeyi şart koşar.

Komünist Siyasette İfşanın Yeri ve Prensipleri

Komünistlerin siyasetin bir parçası olan ifşa faaliyetinin temel prensipleri onların devrimci siyaseti kavrayış prensiplerine göre şekillenmiştir.

Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.” Teori yığınları kendi kendine değil ancak komünistlerin örgütlü siyasi faaliyeti sonucunda sarabilir. Bu siyasi faaliyetin temel öğelerinden biri siyasi gerçeklerin açıklanmasıdır. İfşa da ancak siyasi gerçeklerin açıklanmasına hizmet ettiğinde, yani gerçekliğin başaşağı çevrilmesine, yüzeysel görünümlerin esasa dair bağlantıların yerini almasına karşı bir mücadele olduğunda anlamlıdır.

Komünistlerin ifşa faaliyeti; toplumda yoksulluğun, sefaletin ana sebebi olarak görülen işçilerin aslında bütün toplumsal servetin üreticisi olduğunu, servetin ve değerin yaratıcısı olarak görünen sermayenin sadece yoksulluğun değil tüm toplumsal alçalmanın ana kaynağı olduğunu, devletin tarafsız değil hâkim sınıfın baskı aygıtı olduğunu, asıl düşmanın başka ülkelerin emekçileri değil aynı ülkedeki burjuvazi ve devlet olduğunu, işçilerin çıkarlarını savunur görünen reformistlerin burjuva ideolojisini taşıyan karşı devrimci bir katman olduğunu anlatmalıdır. Komünistlerin ifşa faaliyeti toplumdaki işçi sınıfının toplumdaki ezilen tüm katmanların sorunlarını kendi sorunu olarak kabul etmesi gerektiğini, tüm ezilenlerin de kendi kurtuluşları için işçi sınıfının devrimci çözümünü benimsemesini gerektiğini göstermeyi gerektirir. Böyle bir ifşa aynı zamanda herhangi bir skandal patlak verdiğinde sorunun şu ya da bu aç gözlü kapitalistle değil bütün kapitalistlerle ve esas olarak kapitalist sınıfıyla ilişkili olduğunu, şu ya da bu sorumsuz kamu personeliyle değil bir bütün olarak devletin kendisiyle ilişkili olduğunu anlatmayı, özel olandan genel olana, bireysel suç olarak görülen kusurların sınıfsal suçlarla ilişkili olduğunu anlatmayı gerektirir.

Komünistlerin yürüttüğü ifşa faaliyeti sadece bir aydınlatma, siyasi gerçekleri açıklama faaliyeti değildir. Emekçilerin örgütlenmesi, örgütlendirilmesi faaliyeti komünist siyasetin ayrılmaz bir parçasıdır, ifşanın da bu amaca hizmet etmesi gerekir. Fabrikalara yönelik teşhir yayınının hedefi, başarısı söz konusu fabrikanın sahibinin geri adım adıp atmadığından çok o fabrikadaki işçilerin en azından bölgesel bir sendika kurup kurmadığına bakarak ölçülmelidir. Bir mahalledeki tacizcinin teşhiri tacizciyi ahlaksızlıkla suçlayıp cezalandırmanın, mahalledeki emekçilerin kendilerini iyi hissetmelerinin ötesine geçmiyorsa lüzumsuz, bir mahalle meclisinin kurulmasına hizmet ediyorsa devrimci siyasetin bir parçasıdır. Devrimci siyasette reformistlerin teşhiri “söyledim ve günahlarımdan kurtuldum”un, “tarihe not düştük”ün ötesine geçmiyorsa anlamsızdır, hele hele kitleleri siyasetten uzaklaştıracak şekilde yürütülüyorsa büsbütün zararlıdır. Emekçilerin, devrimcilerin devrimci bir partinin yaratılması/yaşatılması için sorumluluk almasını, harekete geçmesini mümkün kılıyorsa komünist bir nitelik taşır.

İfşa/teşhir faaliyetlerinin ürkütücü gücü/terörü emekçileri siyasetten uzaklaştırmamalı onları kendi iktidar organlarının bir parçası ve bu iktidar organları aracılığıyla yürüttüğü şiddet politikalarının daha etkin bir yürütücüsü kılmalıdır. Ancak bu yoldan ilerlenirse “işçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri” olabilir. Halk mahkemeleri ve milis şeklinde örgütlenmiş silahlı kuvvetler etkin kılınmadığı takdirde, hukuk ve mevzuatın, soruşturma kurullarının, danışma heyetlerinin giderek önem kazandığı koşullar altında karşı devrimciler üzerinde uygulanan terör esas olarak emekçileri siyasetin dışına iten yeni bir bürokratik devlet aygıtının yolunu döşer.

Burjuvazinin İfşaatı

Komünist ifşa/teşhir faaliyetinin bu tanımlayıcı özelliklerine işaret etmek aynı zamanda burjuvazi tarafından yürütülen ifşa/skandal siyasetinin devrimci mücadeleye taban tabana zıt özelliklerinin de altını çizer. Susurluk’tan 17-25 Aralık’a, Sedat Peker’e uzanan kaset skandalları, ifşalar hep burjuvazinin sınıf karakterini taşır.

Komünist ifşa faaliyeti suçu, skandalı bireysel olandan çıkarıp toplumsal, sınıfsal, siyasi olana bağlarken burjuvazi ifşaya tam tersi bir şekilde yaklaşır. Sınıfsal olanı bireylerle, gruplarla yahut zümrelerle ilgili bir sorun olarak sunar. Susurluk’ta kamyonun çarptığı Mercedes’in içinde Kürtlerin yüzkarası, işbirlikçi, aşiret reisi, bir milletvekili, sosyal-demokrat bir emniyet müdürü, devletin tahsis ettiği sahte kimlikle fink atan bir faşist katil vardı. Arabanın bagajında susturucu silahlar bulunuyordu. Susurluk’tan çıkarak devletin Kuzey Kürdistan’daki savaşı nasıl yürüttüğünü, bunun Türkiye’de burjuvazinin eroin parasından beslenerek nasıl palazlandığını, sermayenin karşı devrimci bir devlete neden ihtiyaç duyduğunu anlatma imkânı vardı. Ama burjuvazinin dönemin gazete ve televizyonları aracılığıyla yürüttüğü ifşası tam aksi istikamette ilerledi. Çetelerden söz edildi, “temiz toplum” kampanyası başlatıldı. Böylelikle burjuvazinin karşı devrimci ihtiyaçlarının ürünü olan ilişkiler “toplumu kirleten”, siyasetin temel kurallarına uymayan çetelerin marifeti olarak sunuldu. Sedat Peker’in hedef tahtasına Süleyman Soylu, Mehmet Ağar ve şürekasını oturttuğu ifşalar da sınıfsal olanı Erdoğan’ı sarmalamış yoz ilişkiler ağı olarak sunmaktadır.

Susurluk kazası ardından başlayan “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri kapsamında Okmeydanı’nda yakaşık üç bin kişi çetelerin yargılanması ve devletten temizlenmesi talebiyle yürümüştü.

İkincisi, burjuvazinin ifşaları öncelikle ve asıl olarak burjuva devletini yahut sermayenin denetimindeki kurumları göreve çağırır. Balyoz, Ergenekon iddianameleri aslında Genelkurmay’ı tasfiye ederken Gülenci süper savcılara itibar kazandırıp, ağırlıklarını arttırma hamlesiydi. Başarılı olabilseydi 17-25 Aralık operasyonu da bu amaçla kullanılacaktı. Man Adaları’ndan Amerikan Vakıflarına yolsuzluk belgelerini açıklayan CHP, yolsuzlukların hesabını sormak için altılı masanın seçim zaferini beklemek gerektiğini açıkça ilan ediyor. İfşaatlarına “ben aslan avlamak istiyorum” diye başlayan Peker de sürekli “Aman sokağa çıkmayın. Oylarınızla herşeyi değiştirebilirsiniz.” diye burjuva seçim sistemine güveni tazelemeye çalışıyor.

Göreve çağrılan devlet ve sermaye olunca, burjuva ifşanın ürünü olan şiddet de elbette varolan kurumlara olan güveni tazeliyor. Nitekim ifşalardan, skandallardan sonra burjuva toplumundaki temel beklenti skandalların günah keçilerinin istifasıdır. İstifa sorumluluğun sistemde, kurumlarda değil bireyde olduğunu varsayar, skandal sorası istifalar kurumların suçlarını temize çeker. Burjuva mahkemelerin verdiği cezalar da suçu toplumsal karakterinden ayırarak, suçlu/ahlaksız bireyi mahkûm ederek toplumdaki yasaların yüceliğini dokunulmazlığını tesciller. İstifalar, işten atmalar, sözleşme iptalleri, hapis ve para cezalarıyla sonuçlanan ifşalar bir bütün olarak emekçileri burjuva düzene bağlar.

Sırası Mı Şimdi?” Nasihati Egemen Güçlere Hizmet Eder

Destekçilerine göre bugünkü ifşa dal­gası kadın hareketi içinde bir uya­nışın ürünü. İfşalar kadınlar arasın­daki dayanışmayı arttırdı, “Korkun bizden/Uykularınız kaçsın” sloganla­rıyla erkekler üzerinde bir basınç ya­rattı. Farklı ama ilişkili bir hattan iler­leyenler ise “eril yargı”nın tacizcileri, kadın düşmanlarını yargılayıp, ceza­landıramayacağını bu nedenle de al­ternatif bir cezalandırma pratiğinin şart olduğunu savunuyor, ifşaları bu prati­ğin bir parçası olarak görüyor. İfşaları tacize uğrayan kadınların iyileşme, re­habilitasyon sürecinin bir parçası ola­rak görenler de var.

Şu ya da bu ifşa dalgasını değerlen­dirmeden önce, peşinen bir noktayı açıklığa kavuşturmalı. Ezilenlerin ken­dilerini ezenlere karşı her türlü tepkisi meşrudur. Kendisini işten atan pat­ronun makinelerini kırıp parçalayan, yahut patronunu mahkemeye veren işçi sonuç alıcı, sınıf mücadelesnin önünü açan bir mücadele yöntemi be­nimsememiş olabilir ama bu durum işçinin tepkisinin meşruiyetini ortadan kaldırmaz. Yapılması gereken işçileri ayıplamak, kınamak, onlara bu türden tepkiler göstermenin sırası olmadığını söylemek değildir. Ezilenlere “sırası mı şimdi?” sorusuyla başlayan/biten nasihatler vermek her zaman ege­men güçlere hizmet eder. Yapılması gereken işçileri haklı tepkilerini daha etkili mücadele yöntemleri ve örgüt­lenme biçimleriyle göstermeye çağır­mak, kışkırtmaktır. Aynı tutum sadece işçiler karşısında değil kadınlardan dini azınlıklara baskı altındaki tüm kesimler karşısında takınılmalıdır.

Bu nedenle herhangi bir kadının da kendisini ezenlere, taciz edenlere yönelik tepkisi her zaman meşrudur. Kadınların kendilerini taciz edenleri re­zil etme, insan içine çıkamaz hâle ge­tirme hakkı, bu tür tepkiler herhangi bir siyasi akıldan yoksun olduğunda dahi, sorgu­lanmamalıdır. Komünistlerin görevi se­sini yükselten kadınları sesini kısmaya davet etmek değil, seslerini daha güçlü ve sınıf mücadelesinin önünü açan şe­kilde yürütmeye davet etmektir.

Asıl sınıf mücadelesinin proleter dev­rimle başlayacağını söylemek, eko­nomizmin burjuvaziye hizmet ettiğini söylemek devrim öncesinde gerçek­leşen grevlere karşı olmak anlamına gelmez. Benzer şekilde kadınların kurtuluşunun komünizmde olduğunu, kadınların kurtuluş mücadelesinin asıl sosyalizmde başlayacağını söylemek, kadınlar kendilerini boyunduruk altın­da tutan cinsiyetçi kurum ve ilişkilere, ön ve bön yargılara karşı mücadele ettiğinde, onlara devrime kadar bu tür eylemlerden kaçınmaları gerektiğini söylemek anlamına gelmez.

Komünistlerin Eleştirisinin Muhatapları Kadın Hareketleri Değil Siyasi Akımlardır

Komünistlerin sendikalizm eleştirisinin muhatabı sendikalar ya da sendika­cılar değil, sendikal mücadeleyi işçi sınıfının kurtuluşu yolunda zorunlu bir ön aşama yahut yegâne/asli araç olarak göstermeye çalışan reformist sosyalist akımlardır. Komünistlerin sendikalizm eleştirisi yapmaları onları sendika karşıtı propagandaya değil, sendikaların arkasına gizlenen uzlaş­macı reformist akımları teşhir etmeye, sendikaların düzen içi karakterini ser­gileyen bir mücadele hattı tarif eden, sendikal mücadeleyi çok daha militan bir şekilde yürütmeyi önüne koyan kızıl sendikalar kurmaya iter.

Bu nedenle komünistler şu ya da bu ifşanın haklı mı haksız mı olduğu tar­tışmasını kendi cephelerinden peşinen kapatırlar. Komünistlerin eleştirisinin muhatapları kendini kadın hareketi ola­rak tanımlayan oluşumlar değil, “kadın hareketini savunmak”, “kadın mücade­lesini ileri taşımak” bahaneleriyle sınıf işbirlikçiliği, liberalizm propagandası yapan tasfiyeci akımlardır. Bugün ka­dın hareketi ismiyle faaliyet gösteren unsurların uzlaşmacı çizgisini sergile­mek ancak kadınları her zeminde dev­letin karşısına çıkmayı göze alıp kış­kırtan bir mücadele çizgisini savunan komünist bir kadın hareketinin pratik mücadelesiyle mümkün olabilir.

Komünistlerin ifşa konusunu ele alma­sı esas olarak, kadınların haklı tepkisi­ni içerse de ifşaların bugünkü yürütü­lüş biçimiyle hangi sınıfın siyasi aklına ve hesaplarına uygun yürütüldüğünü gösterme, bu sürecin siyasi sonuçla­rını tarif etme, kadın örgütleriyle değil kadın hareketini kılıf olarak kullanan tasfiyeci siyasi akımlarla hesaplaşma amacını taşır. Maksadı ifşada bulu­nanları kınamak değil, zamana ayak uyduran kırk yıllık revizyonistlerden gökkuşağının bir parçası olan troçkist akımlara uzanan geniş bir yelpazede yer alan, burjuva ifşayı toplumsal kur­tuluş mücadelesinin bir parçası olarak gösteren tasfiyeci liberallerin ipliğini pazara çıkarmaktır.

Kişiler için Faydalı Her Yöntem Ezilen ve Sömürülen Yığınlara Fayda Getirmez

Kuşkusuz sıralanan gerekçeler için­de en az üzerinde durulması gereke­ni bireysel iyileşme ile ilgili olanı olsa gerek. Zira kadının kurtuluşu için mü­cadele edenler tek tek kadınların duru­munun iyiye gidip gitmediğiyle değil bir bütün olarak kadınların mücadelesinin önünün açılıp açılmadığıyla ilgilenir­ler. Bir işçi için iyi olan bir mücadele yöntemi bir bütün olarak işçi sınıfı için zararlı da olabilir, hatta çoğu zaman öyledir. Örneğin bir iş mahkemesine başvurarak bir işçinin patronunun üze­rine yattığı ücretlerin bir kısmını geri alması onun bireysel ekonomik duru­munu düzeltebilir. Fakat bu yöntemin işçilerle patronlar arasındaki ilişkide geçer akçe hâline gelmesi eylemli sı­nıf mücadelesini sekteye uğratacak­tır. Benzer şekilde tek tek kadınların kendilerini tehdit eden erkeklere karşı devletin korumasına başvurması onla­rın kişisel can güvenliklerini arttırabilir. Ama bu şekilde güçlenen ve denetimi­ni arttıran bir devletin bir kadın başkal­dırısının karşısına daha etkin ve silahlı çıkacağına şüphe yoktur. Kamuoyunu infiale sürükleyen tecavüz ve cinayet­lerden sonra hükümetin idam propa­gandası yapması bu bakımdan şaşır­tıcı değildir.

Dahası Türkiye’deki ifşalar çaresiz, hak arama bilinci olmayan kesimlerin haykırışı olarak başlamadı, o şekilde de sürmüyor. İfşaya başvuranlar esas olarak siyasi ve sosyal mücadeleye kı­yısından, köşesinden de olsa örgütlü olarak dahil olan kesimlerdir. Herhangi bir toplumsal örgütlenmenin dışında olan ve daha proleter katmanlardan gelen kadınların şiddete, tacize ve te­cavüze yanıtı geleneksel olarak erkek­leri öldürmek olmaktadır.

Bununla birlikte ifşanın ancak kadınla­rın daha ayrıcalıklı kesimlerinin başvu­rabileceği fakat proleter kadınlar açı­sından herhangi bir rahatlamaya yol açmayacak bir yöntem olduğunu gör­mek de zor olmasa gerek. Zira bugün­kü yürütülüş şekliyle ifşa, kadınların sadece yaşamlarını sürdürürken kendi bireysel olanaklarına daha fazla yas­lanmasına yol açmıyor. Sosyal med­ya üzerinden yapılan bireysel ifşalar, aynı zamanda mantığı gereği kadınla­rın gerici ilişkilerin hüküm sürdüğü bir toplumda kendi kimliklerini belli etme­sini, üstelik kendilerini mağdur olarak sunmasını zorunlu kılıyor, kadınları her türlü saldırıya daha açık hâle ge­tiriyor. Bu koşullar altında ifşa ancak bu risklerle başa çıkacak güvenceleri daha fazla olan kesimlerin tercih etti­ği bir yöntem olabilir. Nitekim ifşayı bir mücadele yöntemi olarak bayraklaştı­ran kesimlerin ayrıcalıksız kadınların kitlesel hareketini örmek gibi bir hedef taşımadıklarını, bir mücadele planına, bir örgütlenme stratejisine sahip olma­dıklarını gözlemlemek zor değildir.

Bugünkü İfşalar Suçu Bireyselleştirip Aileyi Temize Çıkarıyor

Komünist bir ifşa faaliyetinin sömürü ve baskı ilişkisini bireysel olmaktan çıkarıp sınıfsal, siyasi, ezenlerle ezi­lenlerin toplumsal ilişkisi olarak tarif ettiğini söylemiştik. Twitter aracılığıyla yürütülen ifşalarsa esas olarak kişileri odağa oturtmakta, aktardığı süreçler­de “fail” kavramı gibi, burjuva ideolo­jisinin bireyleri temsil eden, toplumsal örgütsel kimliklerden soyutlayan, nötr­leştiren hukuk terminolojisinin ayrıl­maz bir kavramına başvurmaktadır. Aynı burjuva/liberal yaklaşımdan ötürü toplumdaki sınıfsal, siyasi, cinsiyetçi yapının gündem edilen tacizle ilişkili olduğuna değinilmemektedir bile. Tam da bu nedenle ifşalardaki esas maksat “failin” cezalandırılması, dışlanması ol­maktadır.

Kuşkusuz söz konusu ifşa metinlerin­de mizojini/kadın düşmanlığı, transfo­bi, patriyarka kavramları havada uçuş­maktadır. Ama nasıl işçilerin herhangi bir sorununu ele alırken devlet aygıtın­dan, siyasi iktidardan söz etmeyip “so­run kapitalizmde” demek lafazanlığın ötesine geçmiyorsa, içeriği muhtelif bi­çimlerde doldurulan “erkek egemenli­ğin” asıl dayanağı olan aile kurumunu, bu kurumun ürettiği ilişki ve değerleri hedef tahtasına oturtmayan herhangi bir analiz de sorunu aydınlatmaktan çok karartmaya, toplumsallaştırmak­tan çok laf kalabalığı içinde şahsileş­tirmeye yarar. Popüler ifşalar da bu sonuca yol açmaktadır.

Dolayısıyla bugünkü adalet sistemi ve ürettiği ceza hukuku nasıl üretim araçlarının özel mülkiyetinin yarattığı toplumsal yozlaşmayı hasır altı edip, liberal ideolojinin temeli olan evren­sel insan haklarını aklıyorsa, bugün­kü ifşa kampanyaları da aynı şekilde kadının esaretini farklı kisveler altında yeniden yeniden üreten aile kurumuna dayanan toplumsal ilişkileri ve değer yargılarını hasır altı ederek, bugünkü toplumsal düzeni temize çekmektedir.

Türkiye’deki Kadın Hareketi Kadın Hakları Doğrultusunda Yürütülen Bir Mücadeleden Doğmadı

İfşa ve kadın hareketinin uyanışı ve yükselişi arasında olduğu iddia edilen ilişkiyi incelemeden önce Türkiye’de kadın hareketi denilen toplumsal ke­simin hangi sürecin sonunda ortaya çıktığını açıklığa kavuşturmak gerekir.

Türkiye’deki kadın hareketi kadınların mücadelesinin içinden çıkmadı. Kadın hareketi/feminizm kimliğiyle sahaya çıkanlar aslında siyasi mücadeleye sosyalist örgütlerde başlamış, ancak bu yapıların siyasi örgütsel disiplinini reddeden tasfiyecilerdi. Bu tür tas­fiyeci oluşumlar doksanlar boyunca varlık göstermiş olsalar da etkili olma­ları daha büyük bir tasfiye hamlesinin sonucuydu. PKK’nin Türkiyelileşme tezini hayata geçirmesiyle birlikte “ka­dın hareketi” yeni bir ivme kazandı. Nihayetinde bugün karşımıza “kadın hareketi” olarak çıkanlar aslında fark­lı siyasi kimlikleri ve gündemleri kadın hareketi kimliğinin arkasına saklayarak dolaşıma sokmaya çalışan tasfiyeci, sol liberallerdir.

Düzen cephesinden kemalistler ve AKP’lilerin de kadın hareketini benzer bir işlevle kullanması, durumu daha da karmaşıklaştırmaktadır. O nedenle bu­gün Türkiye’de bir kadın hareketinden ziyade kadınları hareket ettiren farklı siyasi akım ve dalgaların bulunduğunu söylemek daha doğru kaçar. Zaten bu­gün Türkiye’de farklı kadın hareketle­rinin motor rolünü üstlenen, ideolojik ve politik çerçevesini çizen, kadınların önder kabul ettiği kişilerin hepsi erkek­tir: Mustafa Kemal, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan. Sırf bu durum bile Türkiye’de özel olarak cinsiyetçi top­lumsal yapılara karşı mücadeleden doğmuş, bu mücadele üzerine yüksel­miş bir kadın hareketinin bulunmadığı­nın kanıtıdır.

Kemalistler en başından beri kadın sorununu siyasi rakiplerini sıkıştırmak, Kürtleri ezmek için bir koçbaşı olarak kullandılar. Kız çocuklarının okutulma­sı kampanyası da, kadınların dincilere, tarikatlara karşı korunması da aslında kemalistlerin Kürt ulusuna karşı sa­vaşının ideolojik kılıflarından biri ola­geldi. 28 Şubat’tan bugüne süregelen “Kadına düşman siyasal islamcılar” ajitasyonu da esas olarak aynı amaca hizmet ediyordu. Erdoğan’ın “okuya­mayan baş örtülü kadınlar” ajitasyonu da yine kadın gündemini siyasi müca­delenin merkezine oturtan bir başka hamle olmuştu.

Hâkim sınıfın ezilenlere yönelik saldı­rılarını yahut kendi içindeki hesaplaş­malarını kadınlar üzerinden yürütmesi tesadüfi bir durum değildir, hatta ka­dınların burjuva siyasetindeki yeriy­le yakından ilişkilidir. Hak dağıtmaya pek meraklı olan burjuvazi, Türkiye’de kendi egemenliğini tahsis etmeye baş­ladığı dönemin başından beri kadın­ları mağdur, hakkı yenen, korunmaya muhtaç varlıklar olarak sunmuştur. Bu bakış açısıyla ele alındığında kadınları koruyacak özne de elbette devletten başkası olmasa gerekir. Böylelikle “ka­dın sorunu” kadınların kendilerini sa­ran cinsiyetçi kurumsal, sosyal engel­leri parçalamalarıyla çözülecek siyasal bir sorun olmaktan çıkıp siyaset üstü bir insan hakları sorununa, çağdaş (asri) ya da muhafazakar değerlerle ilgili bir soruna dönüştüğü gibi kadın sorununu çözmek için devlet aygıtını tahkim etmek gerektiği de kabul edildi. Devlet içindeki iktidarlarını, yahut bir bütün olarak devlet iktidarını sağlam­laştırmak isteyen ama aynı zamanda açıktan siyasi bir mücadele yürütmek­ten çekinen burjuvalar bu kavgalarını hep siyaset üstü görünen kadın sorunu üzerinden yürüttüler.

Aslına bakılırsa bugün de benzer bir du­rum yaşanıyor. Erdoğan’a karşı müca­delelerini siyasi olmayan bir çerçevede yürütmek isteyen kesimler Erdoğan’ın gericiliğini, islamcılığını, aileyi yüceltir­ken kadınları aşağılayışını -sanki ken­dileri çok farklıymış gibi- topa tutan bir siyasi çalışma yürütmektedir. “Kadını kurtaran Atatürk”ün karşısında üretilen kadını tekrardan şeyhlerin, tarikatların kölesi yapmak isteyen Erdoğan imgesi burjuva muhalefetinin repertuarlarının asli öğelerinden biridir.

Bugün önceki dönemlere kıyasla ka­dın sorununda bir uyanışın yaşandığı, İstanbul Sözleşmesi’nden “kadın cina­yetleri”ne uzanan sorunlar kümesinin daha geniş bir kadın kitlesini harekete geçirdiği doğrudur. Şüphesiz bu uyanı­şın kadınların proleterleşmesiyle top­lumsal yaşama daha etkin bir biçimde katılmasıyla olduğu kadar, hâkim sını­fın politikalarını yürüten kurumların per­sonelindeki kadın sayısının artmasıyla da, sermayenin kadınları hem bir meta hem de tüketici olarak daha karlı bir şekilde değerlendirme arzusuyla da ilişkisi vardır. Ancak bu türden toplum­sal etmenlerin, kadınlarla ilişkili so­runların Türkiye siyasetinde bugünkü kadar merkezi yer tutmasını açıkla­mada belirleyici bir rolü yoktur. Bugün Türkiye’deki kadın hareketindeki uya­nış esas olarak Amerikancı muhale­fetin Erdoğan’ı “siyasetler üstü” kadın hakları sorunu üzerinden sıkıştırmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır.

Kadın sorunu bir yandan siyasetler üstü bir çerçevede, burjuvazinin ka­muoyu oluşturma araçları tarafından sürekli gündemde tutulmamaktadır ama diğer yandan burjuva partileri ve burjuva sosyalist akımlar içinde bu­lunduğumuz konjonktürde doğrudan devleti yahut hükümeti hedef göste­ren bir siyasi mücadele yürütmekten kaçınmaktadır. Sürecin bu çelişkili gelişimi bir yandan “kadın sorunu”na hükümete karşı öfkenin kendisi aracı­lığıyla ifade edildiği ve geniş kesimleri, özellikle de kadınları, harekete geçiri­ci bir nitelik kazandırdı. Diğer yandan da boş kalan siyaset meydanında bu gündemlerin içeriğinin belirlenmesinde kendini muhtelif feminist kimliklerle ta­nımlayan, siyasi iktidara karşı açıktan bir mücadele stratejisi ve çağrısı olma­yan bir dizi akım örgütsel kapasitesiyle orantısız bir görünürlüğe sahip oldu. Bugün kadın hareketindeki uyanış denilen dalga esas olarak, bu çelişkili siyasi tablonun ürünüdür. İfşaların “ka­dın hareketinin önünü açıp açmadığı” sorusu soyut olarak değil bu siyasi tab­lo, dinamikler ve hesaplar akılda tutu­larak yanıtlanmalıdır.

Bugünkü İfşalar Düzen Güçlerinden Bağımsız Bir Kadın Hareketinin Önünde Engeldir

İlk söylenmesi gereken ifşaların sonu­cunda kitleselleşen, eyleme dökülen bir kadın mücadelesinin bulunmadığı­dır. Kadınların sokağa dökülmesi ül­kede derinleşen siyasi krizle ilişkilidir, sokağa çıkan “kadın hareketi” olarak görünmesi hükümetle cepheden karşı karşıya gelmekten kaçan Amerikancı muhalefetin tercihlerinden ötürüdür. İfşalarsa kadınların hükümete karşı öfkelerini daha kitlesel ve eylemli bir şekilde dışavurdukları bir dönemde gündeme oturtmaktadır.

Twitter’a bel bağlayan ifşaların, bu tür ifşaların bireyci, bireye odaklandıran, mağdur edebiyatı yapan mantığından ötürü, toplumsal mücadelenin önünü açamayacağını görmek zor değildir. Bireysel bir paylaşımın, üstelik bireyi bir mücadelenin öznesi değil bir saldı­rının nesnesi olarak sunan bir kamu­oyu duyurusunun örgütlenmenin ve eylemlerin önünü açmayacağını ön­görmek için toplumsal mücadele pra­tiğinde azcık yer almak kafidir. Nitekim bu ifşa dalgası boyunca ne yeni bir kadın örgütü ortaya çıkmış, ne yeni bir eylem platformu kurulmuş, ne de bir eylem dalgası boy vermiştir. Bu ba­kımdan komünistlerin bireysel ifşaları kadının kurtuluşu mücadelesinin bir aracı ve kaldıracı olarak tanımlaması, desteklemesi mümkün değildir.

Ancak içinden geçtiğimiz süreçte, za­ten ifşalardan bağımsız olarak kadınla­rın eylem ve etkinliklerinin arttığı koşul­lar altında, bireysel ifşaların yol açtığı farklı bir sorun daha vardır. Kadınlar hükümete karşı harekete geçerken ka­dınların ezilmişliği sorununu bireysel bir temelde ele alan bireysel ifşaların gündemdeki ağırlığının arttırması ka­dınların politik-toplumsal mücadelesi­nin önünü açmayacağı gibi kadınların hareketini hükümete karşı aktif bir ey­lem çizgisinden uzak tutmaya çalışan, kadınları İstanbul Sözleşmesi destek­çiliğine mahkûm eden Amerikancı mu­halefete yaramaktadır.

Amerikancı muhalefet bu kitlesel öfke­yi hükümete karşı açıktan mücadeleyi önüne koymuş bir şekilde harekete geçirmekten kaçınmaktadır. Kendini siyaset üstü gören, siyaset dışı hatta bir anlamda devrimci/sosyalist akım­lara düşman bir çizgide ilerleyen ifşa­larsa Amerikancı hükümetin planlarıy­la uyumludur. Bu bakımdan içinden geçtiğimiz siyasi konjonktürde bu tür­de ifşaları destekleyip, yaygınlaştıran, ifşalara dayalı bir siyasi hesaplaşma gerçekleştirmek isteyen tüm hareketle­rin Amerikancı muhalefetin dümen su­yunda olduğu söylenebilir. Ama tersini söylemek daha doğru olur. Amerikancı muhalefetin dümen suyunda giden­ler, burjuvazi tarafından siyasetsizliğe mahkûm edildikleri için kadınların baş­kaldırısını twitter ifşaları gibi siyaset dışı bir zemine hapsetmeye mecbur kalıyorlar.

Eril Devlet” Tanımının Arkasına Gizlenen Toplumsal Barış Çağrısı

Sınıf karakteri olmayan devletten bahsetmek nasıl mümkün değilse erkek olmayan bir devletten/adaletten bahsetmek de mümkün değildir.

Yargının yahut devletin eril bir karakter taşıması nedeniyle kadınların ifşa te­melli bir mücadeleye ve ceza arayışı­na mecbur kaldığı ifşa kampanyalarını destekleyenlerin bir başka gerekçesi­dir. Bu gerekçe kadın sorunun temel­leri konusunda programatik bir kavra­yışsızlığın ifadesi olduğu kadar, politik zeminde liberteryan, sivil-toplumcu, Avro-komünistlerin ve her boydan re­formistlerin politik cephanesini oluştur­duğu için ayrıca incelenmelidir.

Engels’in meşhur kitabının “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri” adını taşıması tesadüf yahut rasge­le bir seçimin ürünü değildir. Engels eserinde kadının esaretinin tarihsel ve sosyal bakımdan tüm ezme-ezilme iliş­kilerinin temelinde yer aldığını gösterir. Kadının bir cins olarak ezilmesi, özel mülkiyet ilişkisinden önce gelmiş ve sı­nıflı toplumların kurulmasının zeminini döşemiştir. Benzer şekilde sınıflar dev­letten önce ortaya çıkmış, devlet sınıf mücadelesini bastırma, kontrol altın­da tutarak toplumun yeniden üretimini sağlama ihtiyacından doğmuştur.

Ailenin olmadığı koşullar altında mi­ras aracılığıyla mülkiyetin sürekliliği sağlanamayacağı için, ailesiz bir özel mülkiyet düzeninden, şu ya da bu şe­kilde örgütlenmiş sınıflı toplumdan söz etmek mümkün olmaz. Kadının bo­yunduruk altına alınmasıyla kurulmuş aile olmadan sınıflı toplumlar kendini yeniden üretemez. Benzer şekilde üre­tim araçlarının bir toplumsal kesimin mülkiyetinde olmadığı koşullarda dev­let sadece gereksiz hâle gelmez, aynı zamanda bağımsız silahlı varlığını sür­dürebilecek maddi dayanaklardan da yoksun düşer.

Tam da bu nedenle kadının ezilmesi­ne dayanmayan, kadının ezilmesinin temel araçlarından biri olan şiddeti kurumsallaştırıp içselleştirmeyen, “eril olmayan” bir aileden, “üretim araçla­rının eril olmayan özel mülkiyetinden” yahut sınıflı bir topluma dayanmayan “sınıfsız toplum devletinden” söz et­mek mümkün değildir. Unutmayalım ki proletarya diktatörlüğü dahi sınıfsız toplum devleti değil, sınıfsız topluma varma hedefini taşıyan bir devlettir. İşçi sınıfının ve yoksul köylülülüğün burju­vazi üzerindeki diktatörlüğünün adıdır.

Cinsiyetçi işbölümünün ortaya çıkma­sını mümkün kılan temel aracın şiddet olduğu akılda tutulursa bir şiddet ve te­rör aygıtı olan devletin “eril olmaması” mümkün değildir. Köz’ün ka­dının kurtuluşu yolunda asıl toplumsal mücadelenin sosyalizmde verileceği saptaması da hoşluk ya da orjinallik olsun diye değil, bu temel gerçeği he­saba katarak yapılmıştır.

Bu bakımdan “eril aile”, “eril mülkiyet”, “eril devlet” en iyi ihtimalle içi boş bir totolojiyi dile getirmekte, ama esas ola­rak kadını ezmeyen bir ailenin, sınıflı toplum ilişkisinin yahut devlet düzeni­nin bulunduğu hayalini yayarak devlet­li, sınıflı, aileli bir sosyal barışın propa­gandasını yapmaktadır.

Burjuva Diktatörlüğünün Silahlı Bürokrasisini Yıkmadan Ezilenlerin Mahkemesini Kurma Hayalleri

Bununla birlikte aile, özel mülkiyet ve devlet arasında tek taraflı, tek yönlü bir ilişki yoktur. Aile sadece özel mülkiyet düzenini mümkün kılmaz, üretim araç­larının özel mülkiyeti de bir kez hâkim bir ilişki hâline geldikten sonra aile­nin sürekliliğini korumasının zorunlu bir koşulu ve aile ilişkisinin yeniden üretiminin en önemli kaldıracı hâline gelir. Benzer bir durum özel mülkiyet ve devlet arasında da geçerlidir. Özel mülkiyet temelli sınıflı toplumlar dev­letin dayandığı temeldir. Ama devletin kendisi sınıflı toplumun, sınıf çatışma­larıyla yok olup gitmesini engelleyen temel güvencedir. Devlet olmadan is­tikrarlı bir sınıflı toplumdan söz etmek mümkün olmadığı gibi şekilde devlet olmaksızın kendini istikrarlı bir şekilde yeniden üreten bir aile yapısından da söz etmek mümkün olmaz.

O hâlde hem sınıflı toplumdan hem de ailenin vurduğu prangalardan kur­tulmak için atılması gereken ilk adım verili devlet aygıtını parçalamak ve kendi kendine sönümlenecek bir dev­let aygıtıyla üretim araçlarının özel mülkiyetine savaş açmak olmalıdır. Bu nedenle tüm ezilen toplumsal katman­ların olduğu gibi kadınların kurtuluşu için de devrim şarttır. Kadının esare­tini tümüyle ortadan kaldırmasa bile kadınların gücünü arttıran adımların atılması, cinsiyetçi işbölümünün maddi dayanaklarının yıkılması ancak dev­rimci bir iktidarla mümkündür.

Reformizmle devrimcilik arasındaki ayrım tam da bu noktada ortaya çıkar. Reformistler burjuva toplumu içinde muhtelif düzenlemelerle ezilen ve sö­mürülen yığınların maddi koşullarını kalıcı olarak iyileştirmenin, hatta bir bütün olarak sistemi dönüştürmenin mümkün olduğunu savunurken dev­rimciler reformların geçici ve kısmi ka­rakterine işaret eder, reformların verili ilişkilerin temelini değiştirmeyen, sınırlı düzenlemeler olduğunun altını çizerler.

Sovyetler olmaksızın, burjuva diktatör­lüğünün silahlı kuvvetleri, yasama, yü­rütme ve yargı aygıtları dağıtılmaksızın şu ya da bu işçi hükümetiyle, sendika­sıyla yahut birliği ile işçilerin kurtuluş yolunu açmak mümkün olmadığı gibi, kadın mahkemeleri, kadın özsavunma birimleriyle kadınların kurtuluş yolunu açmak da mümkün değildir.

Burjuva diktatörlüğünün hüküm sür­düğü koşullarda işçi hükümetlerinin, yozlaşıp işbirlikçi bir çizgiye evrilme­dikleri takdirde, uzun ömürlü olma şansları yoktur. Belediyeler yerel yöne­timler aracılığıyla toplumu düzenleme hayallerini kuranları bekleyen akıbet bugün kayyum pençesine alınmış HDP’den farklı olamaz. Bu koşullar altında bir iktidar odağı dahi olamamış yerel halk meclislerinin, halk mahke­meleri, ancak bir devrim sırasında ya da arefesinde bir sıçrama tahtası, bir mevzi olarak kullanılabiliyorsa bir an­lamı vardır. Bu koşulların olmadığı takdirde proletarya diktatörlüğünün yerini tutamayacağı açık seçik belirtil­diği takdirde ancak sembolik ve esas olarak propaganda değeri olan bir an­lamı olabilir. Gelgelelim, bugün olduğu gibi bir devrimci durumun içinde, bu tür girişimler proleterya diktatörlüğü fikrini karikatürleştirip, yozlaştırarak sosya­lizme tedrici geçişin mümkün olduğu­nu savunan reformist propagandaya hizmet ederler.

Geçmişte maoist yahut her boydan gerillacı akım ayaklanma stratejisini benimseyenleri devrimci mücadeleyi ötelemekle, pasifizmle eleştiriyordu. Ulusal çapta bir ayaklanma olmadan da kızıl siyasi iktidarların kurulabileceği maoist akımların alameti farikası idi. Sovyetler Birliği’nin yenilgisinin ardın­dan kızıl siyasi iktidarları savunanlar adım adım halk iktidarının bir ön adımı olarak sosyalist belediyecilik çizgisine kaydılar.

Bugün “eril yargı”, “eril devlet” baha­nelerinin arkasına sığınarak ifşa siya­setini benimseyenler de bu bataklığın içindedir. Maoculardan farkları zaten hiçbir zaman devrimci, pratik, şiddet içeren adımlar atamamış olmalarıdır. “Eril devlet”in yargısını beğenmeyip “halkın adaletini” gerçekleştirenlerin tıpkı önceki dönemin devrimci maocu akımları gibi kurtarılmış bölgeler ya­ratmaları, kızıl siyasi iktidarlar benzeri iktidar organları yaratmaları gerekirdi. Bu yaklaşım tacizcileri kendi mahke­melerinde yargılayıp, cezasını bu mah­kemelerde kesmeyi ve başka her türlü güvenlik ve adalet organının varlığını kabul etmemeyi şart koşardı. Hâlbuki söz konusu akımların ufku da, örgütsel imkânları da, siyasi cesareti de böyle bir mücadele çizgisine uyumlu değildir. Bugün benimsenen ifşa siyaseti sosyal medya üzerinden utandırma ve sosyal tecrit kampanyaları örgütlemekle sınır­lıdır. “Eril devlet” ise yerli yerinde dur­maktadır. Bu tür kampanyalarla geçe­lim alternatif bir yargı oluşturmayı, onu by-pass etmek bile mümkün değildir.

İfşa Kampanyaları Kimden Duyulan Korkuyu Büyütüyor?

Korkun bizden”, “uykularınız kaçsın” sloganlarıyla yürütülen ifşa kampan­yasının bir dehşet uyandırdığı kesindir. Hatta bu dehşetin kadına yönelik taciz ve şiddet girişimleri üzerinde caydırıcı, zaman zaman frenleyici bir etkisi dahi olabilir. Ama sorulması gereken asıl soru korkanların, cayanların kimden korktuğudur.

Şiddeti kim uyguluyorsa, şiddetin nasıl uygulanacağına dair kararları kim alı­yorsa ondan korkulur. Bu tür ifşa kam­panyalarının temel hedefi ifşalık olan­ların hukuki süreç içinde ceza almasını sağlamak, toplumsal yaşamda söz sa­hibi olan örgütlenmelerin bu kesimlerle olan ilişkilerini bitirmesini sağlamaktır. Bu anlamıyla bireysel ifşalara dayanan bir hareket esas olarak başta devlet ve sermaye olmak üzere toplumdaki güç odaklarına basınç uygulamayı esas olur. Başarılı olduğu oranda da devle­tin ve sermayenin gücünden duyulan korkuyu arttırır.

Weinstein’in hapis cezası almasının ardından kararın Amerikan hukuk sisteminde emsal teşkil ettiği, tacizcilere hukuki mücadelenin gerekliliği fikri perçinlendi.

Amerikan savcıları Harvey Weinstein’ı hapse attırdığında güç kazanan ka­dınlar değil Amerikan adalet sistemine duyulan inanç oldu. Everest yayınları Hasan Ali Toptaş’la sözleşmesini feshedince sadece kendi reklamını yap­madı, aynı zamanda yayın ve dağıtım tekelleri çağında bir yazarın, bir küçük üretici dahi olamadığını, sermaye biri­kiminden aforoz edilen bir yazarın bir hiç olduğunu da gösterdi. Bu gelişme­leri kadın hareketinin yükselişi olarak selamlayanlar aslında sermaye düze­ninin hâkimiyetini alkışlamaktadırlar.

Üstelik bir bütün olarak kana ve irine bulanmış sermayeden ve onun çıkar­larının bekçisi devletten medet uman tüm girişimler en iyi ihtimalle tutarsız ama genelde ahlaki bakımdan iki yüzlü bir konumda kalacaklardır. Atalarının kadınlarla olan ilişkisini sorgulayan kaç kemalist vardır? Devletin PKK’li kadın gerillalara yaptıklarına kendine kadın hareketi diyenlerden hangileri açıktan karşı çıkmaktadır? Twitter’dan ifşa kampanyaları örgütleyenler, taciz­ci Elon Musk Twitter hisselerini alınca Twitter’ı boykot etmişler midir? Tacizci Zuckenberg’in Facebook’unu boykot etmeye yönelik bir girişim var mıdır? Amerikan burjuvalarına genç kadınları pazarlayan Jeffrey Epstein’in can dos­tu Bill Gates’i yıpratmak için Windows kullanmaktan vazgeçme çağrısında bulunan bir hareket çıkmış mıdır, çık­tıysa ciddiye alınmış mıdır acaba?

Özel Olan Politiktir” Tespitinden Ne Anlamalı?

Özel olan politiktir.” Üç kelimelik bu cümle, Avrupa ve Kuzey Amerika 68’in­den filizlenen hareketlerin, kendi sağcı örgüt düşmanı yönelimlerine dayanak uydurmak için dolaşıma soktukları tespitlerden biriydi. Aynı cümle bugün de Türkiye solu içerisinde ne anlama geldiği hakkında hiç kafa yorulmadan, ezbere tekrarlanır.

Özel olan elbette politiktir. Başta sı­nıfsal olmak üzere, toplumsal köke­ninden, özellikle günümüzde serma­ye birikiminin yarattığı, dayattığı ve güdülediği ihtiyaçlardan, değerlerden bağımsız bireyler, bireysel ilişkiler yoktur. Bireyin kendisi bizatihi burju­va toplumunun bir ürünüdür. Bugün için bireysel olarak görünen ilişkilerin süregidebilmesi için elbette sınıfsal ilişkilerin sürmesi, ve bu ilişkilerin koru­yucusu olan devletin aktif müdahalesi şarttır. Sermaye bireysel marifetlerin ürünü/ödülü olan bir değer değildir. Sermayenin özel mülk olarak birikmesi toplumsal bir süreç olan artı-değer sö­mürüsüne bağlıdır. Bu bakımdan işçi ve kapitalist arasındaki ilişki de özel bir ilişki değil her boyutuyla toplumsal bir ilişkidir.

Benzer şekilde kadınlarla erkekler ara­sındaki ilişkiler de kişilerin kendi irade­leriyle kurgulayıp yürüttükleri özel ve kişisel ilişkiler değildir. Kullanılan dil­den, cinselliğin yürütülüş ve algılanış biçimine, şiddetin örgütlenmesinden kişiler arasındaki işbölümüne tümüy­le toplumsal yapı ve devlet tarafından belirlenen ilişkilerdir. Tam da bu anla­mıyla kadınlarla erkekler arasındaki en kişisel görünen, en mahrem kabul edi­len ilişkiler dahi cinsler ve sınıflar ara­sındaki toplumsal ilişkiyi yansıtırlar. Bu anlamıyla özel, kişisel olarak görünen ilişkiler toplumsaldır, toplumsal olduğu için de politiktir.

Ancak “özel olan politiktir” şiarını 1968’den beri bayraklaştıranların mak­sadı bu temel gerçekleri tekrarlamak değil. Onlar “özel olanın politik” olduğu saptamasından “özel alanda”, kişiler arasındaki ilişkiler zemininde yürütü­len direnişin, verilen tepkilerin politik bir karakter taşıdığını, politik müca­delenin bu türden özel, yerel, kısmi mücadeleleri büyüterek, bu tür müca­delelerle dayanışarak, bu mücadele­leri koordine ederek yürütülebileceğini savunuyorlar. Başka bir deyişle “özel mücadeleler politik bir karakter taşır” demek istiyorlar. Hâlbuki “özel olan politiktir” saptamasından çıkarılması gereken sonuç tam tersidir. Eğer özel olan politikse, özel alanda emekçilerin ve ezilenlerin karşısına çıkan sömürü­ye, baskıya son vermek ancak siyasi iktidarı hedefleyen bir politik mücade­leyle mümkün olabilir.

Daha da önemlisi özel alanda karşı­laşılan ezme ezilme ilişkisine siyasi iktidar hedefi taşımayan mücadeleyle yanıt verildiği zaman, bu mücadeleyi yürütenler yaygın ve yanlış kanının aksine politikayla ilgilenmeyen ya­hut apolitik bir konuma düşmezler, siyaset boşluk tanımadığı için yürüt­tükleri “kendiliğinden mücadeleyle”, hâkim sınıf siyasetinin enstrümanla­rından biri hâline gelirler. Lenin’in Ne Yapmalı’daki ekonomizm eleştirisi tam da bu noktaya parmak basar, işçilerin mücadelesini ekonomik mücadeleyle sınırlı tutmak isteyenleri işçileri hâkim sınıfın yedeğine sokmakla eleştirir.

Amerikan Hâkim Sınıfı İçinde Bir Hesaplaşmanın Enstrümanı Olarak “Me Too” Dalgası

Özel alanla sınırlı görünen mücadele­lerin hâkim sınıf içindeki hesaplaşma­lara nasıl hizmet ettiğinin en iyi örnek­lerinden biri Amerika’daki Me Too (Ben de) hareketinin gelişim öyküsü olsa gerek. Bugünkü ifşa hareketinin des­tekçilerinin Me Too’yu bir zafer men­kıbesi gibi anlattığını düşünürsek, Me Too’nun ne türden bir burjuva hesap­laşmanın ürünü olduğunu öğrenmenin önemi artar.

Bundan yaklaşık 15 yıl önce Tarana Burke isimli Amerikalı bir siyah kadın “Ben de” hareketini başlattı. Burke uzun yıllar boyunca cinsel taciz mağ­durlarına yardım etmeyi amaçlayan kurumlarda çalışmıştı, kendisi de çocukluk ve gençlik çağında teca­vüze, bir dizi başka cinsel saldırıya uğramıştı. Burke’nin başlattığı hare­ketin maksadı cinsel tacize uğrayan kesimlerin deneyimlerini paylaşarak onların yalnız olmadıklarını görmele­rini sağlamak, bu deneyim paylaşımı yoluyla güçlenmelerini sağlamaktı. Her gün onlarca toplumsal hareketin başlatıldığı Amerika’da “Ben de” kayda değer bir ilgi görmedi. Zaten Burke’nin kendisi de bu konu üzerinde yoğunlaş­mayı bıraktı başka yardım derneklerin­de çalışmayı sürdürdü.

On bir yıl sonra, ABD’deki iki etkili yayın organı New York Times sonra da New Yorker Hollywood’un en bü­yük yapımcılarından biri olan Harvey Weinstein’ın taciz ettiği kadınları sus­turmak için milyonlarca dolar harcadı­ğıyla ilgili haberler yayımladı. Bu ha­berlerin ardından aktris, Alyssa Milano Twitter’da, tacize ve cinsel saldırıya uğrayanlar “Ben de” yazarak bu tivite yanıt versin, çağrısında bulundu. Bu çağrıyla birlikte “Me Too/Ben de” hare­keti bir patlama yaptı. Yirmi dört saat içinde konuyla ilgili sekiz yüz bin tweet atıldı. Weinstein’ın önce görevlerinden istifa etmesi sonra da taciz davaların­da mahkûm olması, bir dizi aktrisin başlarına gelen tacizi paylaşmaları konuyu diri tuttu ve bir senelik süre zarfında konuyla ilgili dünyanın dört bir yanından konuyla ilgili yaklaşık on do­kuz milyon tweet atıldı.

Ben de” hareketi elbette bir sokak ha­reketine dönüşmedi. Kevin Spacey’dan James Levine’a burjuva toplumun gön­lünü hoş eden bir dizi meşhur kişi iş­lerinden atıldı. Amerikan tekelci med­yasının sol kanadı tarafından “artık kadınlar konuşmaya başladı, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” soslarıyla yürütülen kampanya kimi sansasyonel taciz iddialarıyla zaman zaman canlansa da süreç içinde yine aynı kurumlar tarafından gündemden düştü. Sermayenin araçlarına yaslana­rak yürütülen bu kampanyanın serma­yenin desteği ortadan kalkınca sönüm­lenmesi elbette şaşırtıcı değildi. Ancak tüm bu süreç içerisinde dikkat çekici bir nokta vardı. Kampanyayı başlatan New York Times 2020 yazında kam­panyaya vesile olan gazete haberinin aslında gazetecilik kurallarına uygun yapılmadığını ele alan bir yazı yayım­ladı. Ne haberi yapan gazeteciden ne de kadın örgütlerinden bu konuyla ilgili bir yanıt gelmedi. New York Times’ın itibarsızlaştırma kampanyası şaşırtıcı değildi. Zira 2020 seçimleri yaklaşı­yordu ve Biden’ın senato ekibinde yer alan Tara Reade’nin yükselttiği taciz iddiaları vardı. Biden’ın seçimi kazan­ması için dönem dönem pompalanan “kadının beyanı esastır” “ilkesinin” rafa kaldırılması gerekiyordu. Öyle de oldu. Mee Too kampanyasına destek veren tüm oyuncu, çalgıcı, yazar çizer takımı bir kadın tarafından tacizle suçlanan Biden’a destek açıklamasında bulun­du. Böylelikle kampanya bir başka sermaye içi operasyonda kullanılmak üzere internetin derinliklerine gömül­dü.

Mee Too hareketi sosyal ve siyasal mücadeleden koparılmış ifşa girişimle­rinin kime hizmet edeceğinin tek örne­ği değildir. Siyasi olmayan bir taciz kar­şıtlığı Wiki Leaks kurucusu Assange örneğinde olduğu gibi, Amerikan em­peryalizminin istediği gibi at koştura­bilmesine hizmet ederken, herşeyin gülünçleşerek yaşandığı CHP’de Aykut Erdoğdu, Özge Pomen örneğinde oldu­ğu gibi bayağı siyasi hesaplaşmaların bir aleti olarak da kullanılmaktadır.

Twitter İfşalarına Destek Vermemek Tacizcilerin Cezalandırılmasından Uzak Durmak Anlamına Gelmez

Sosyal medyaya bel bağlayan, birey­sel ifşaların kadınların kurtuluş mü­cadelesine engel olduğunu söylemek kadınların ve emekçilerin kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılıkla uğraş­mak yerine hükümetin devrilmesi için mücadele etmelerini tavsiye etmek anlamına gelmediği gibi, “eril devlet”in etkisizliğinden dem vurup, kadın özsa­vunmaları kurmaya çalışanların re­formist lafazanlığına işaret etmek ta­cizcilerin cezalandırılmasından uzak durmak anlamına da gelmez. Asıl ta­cizcilerin emperyalistler, devlet ve bü­yük sermaye olduğunu söylemek sınır­lı yerel ölçekte gerçekleşen sömürüye ve baskıya gözünü kapamak anlamına da gelmez.

Gelgelelim komünistlerin mücadelesi siyasi bir mücadeledir. Tepkisel ya­hut hak dağıtmaya soyunan bir mü­cadele olmadığı için siyasi bir akılla yürütülmesi gerekir. Komünistler ka­dınları devrimci mücadelenin en ön saflarına çekmeye çalışırken siyasi hedefler gözetirler, taktikler, öncelikli hedefler, mücadele araçları belirlerler. Bunlara dair peşin bir reçete tasar­lamaksa doktrinerlik olur. Önemli ve değişmeyecek olan bu mücadelenin hangi esaslar çerçevesinde yürütüle­ceğidir. Aslına bakılırsa komünistlerin kadınların uğradıkları ayrımcılık ve baskılar karşısındaki yaklaşımları on­ların diğer sosyal mücadeleler konu­sundaki yaklaşımlarından farklı değil­dir. Komünistlerin kadın hareketi içinde kışkırtmaya ve önderlik etmeye kararlı olduğu mücadele devlete ve sermaye­ye bel bağlamayan, asli amacı kadın­ların örgütlenmesini kitleselleştirmek, eylem çizgisini militanlaştırmak olan, temel hedefin siyasi iktidar olduğunu bir an bile akıldan çıkarmayan, siyasi gerçekleri bütün bağlantılarıyla açıkla­yan bir mücadeledir.

Sol Akımların İfşalar Karşısında İçine Düştüğü Durum Bir Neden Değil Sonuçtur

Çoğunlukla sosyal medyaya yaslanan bireysel ifşaların kadınların kurtuluş mücadelesine engel olan burjuva bir yöntem olduğunu söylemek esas ola­rak bir durum tespitidir. Kadın hare­ketinde komünist mücadele çizgisiyle burjuva mücadele çizgisi arasındaki farkları tarif eder. Ama ifşa siyasetini davulla zurnayla selamlayan sol akım­ların burjuva sosyalizmin etkisi altında olduğunu söylemek bugün sol akımla­rın içine düştüğü bataklığı açıklamak için yeterli değildir. Zira sol akımların ifşalar karşısında içine düştüğü durum bir neden değil sonuçtur. Asıl neden solu etkisi altına almış tasfiyeci refor­mist dalga ve bağımsız bir politik pusu­ladan yoksun sol akımların örgütsel ve politik tercihleridir.

Örgütsel bağımsızlık komünist si­yasetin olmazsa olmazlarındandır. Komünistlerin bağımsız örgüt vurgusu elbette bir yönüyle kendi örgütlerinde sadece komünistlerin söz ve yetki sa­hibi olması anlamına gelir. Ama daha önemlisi komünistlerin kendilerini diğer işçi ve ezilen yığınlarından ve onların örgütlenmelerinden siyasi ve örgütsel olarak ayıran bir örgütlenmeye sahip olmaları anlamına gelir.

Komünistlerin kendilerini işçi ve ezilen yığınlarından bağımsız, yani bu kesim­lere müdahale etmeyi amaçlayan ama bu kesimlerin müdahalesine kapalı bir şekilde örgütlenmesinin gerekçesi ilk olarak Alman İdeolojisi’nde ifadesini bulmuş, sonrasında da Ne Yapmalı’da Lenin tarafından üstüne basa basa tekrarlanmıştır: “Her çağın hâkim fi­kirleri hâkim sınıfın fikirleridir.” Burjuva toplumu içinde işçi hareketleri dahil olmak üzere tüm toplumsal muhalefet hareketleri burjuva ideolojisinin, burju­va siyasetinin etkisini taşır. Bu kesim­lerin bir parçası olduğu bir parti aynı zamanda burjuva siyasetinin etkisine açık, onun tarafından yönlendirilen bir parti olacaktır.

Komünist hareketin ezilen, sömürülen yığınlarla ilişkisi de bu örgüt anlayışı çerçevesinde şekillenir. Komünist ha­reket ezilen sömürülen yığınlara, onları bünyesine katarak değil, onlara kendi bağımsız örgütüyle siyasi müdahaleler yaparak, onları kendi çizdiği çerçeve­de örgütlendirip hareket ettirerek ön­derlik etmeyi amaçlar. Bu bakış açı­sıyla bir işçi çalışması yürüttüklerinde komünistlerin maksadı hâlihazırdaki işçi hareketini komünist olan ve olma­yan diye bölmek, burjuva sosyalizmi­nin işçi hareketi içindeki taşıyıcılarını etkisizleştirip, dağıtmak, işçi hareketi­ni komünist temellerde birleştirmektir. Benzer bir yaklaşımı gençlik yahut ka­dın çalışmaları söz konusu olduğunda da gösterirler.

Türkiye’de tasfiyecilik kendi yolunu sınıftan, kitlelerden kopuk devrimcilik eleştirisiyle açtı. Devrimcilerin, dev­rimci siyasetin kitlelerden kopuk ol­duğu yalanı, devrimcilerin sözümona dar örgüt kalıplarını aşması hedefiyle, devrimci örgütleri kitle partilerine dö­nüştürme projeleriyle birlikte piyasa­ya sürüldü. Önce maceracılık, küçük burjuva devrimciliği, zamansız hareket etme özeleştirileri verildi. 12 Eylül son­rasında devrimci örgütlerin sendikalar­la, kadın örgütlenmeleriyle arasındaki sınırları iyice belirsizleşti. Devrimci ha­reketlerin gençlik ve kadın kolları, işçi çalışmaları, bu örgütlerin kendi dışla­rındaki hareketlere müdahale aracı olmaktan çıktı. Gençlik, kadın, işçi hareketlerinin taleplerini ve mücadele yöntemlerini örgüt içine taşıyıp, örgüt içinde temsil eden politik birimlere dö­nüştü. Zaman içinde bu katmanlar öğ­renciler, aleviler, çevreciler, LGBTİ+lar, veganlar diye daha da çeşitlendi, sos­yalistlerin örgütleri adım adım farklı toplumsal hareketlerin dayanışmacı koalisyonuna dönüştü. Devrimci örgüt­ler bu kitlelere devrimci temelde mü­dahale etmek yerine, kendi örgütsel yapılarını bu hareketler kendini evin­de hissedeceği şekilde dönüştürme­ye, yani kendi örgütsel işleyişini inkâr eden bir hatta sürüklenmeye başladı.

Kitlelerden öğrenmek” “üstenci ta­vırlardan” kurtulmak tasfiyeciliğin bir başka düsturu oldu. Devrimcilerin ancak devrim mücadelelerinden, an­cak bu süreçlere devrimci bir partiyle müdahale edebildikleri takdirde dersler çıkarabileceği gerçeği ters yüz edildi. Kitlelerden öğrenmek bahanesiyle devrimci örgütler iyiden iyiye hâkim sınıf etkisindeki kitlelerin etkilerine ve tepkilerine açık hâle getirildi. Solun ifşalar karşısındaki perişan durumu esas olarak bu yönelimin ürünüdür.

Kitleselleşme adına işçi hareketinin, öğrencilerin en geri reflekslerini ve mücadele yöntemlerini alkışlayanlar elbette ifşa dalgası patlak verdiğinde bunu da sevinçle karşıladı, söz konusu dalgayı kadın hareketinin uyanışının bir evresi olarak selamladı. Böylece konu karşısında kendisini iyiden iyiye silahsız bıraktı.

Kendi örgütlerini bir kitle örgütüne dö­nüştürenler, devrimci örgütleri sınıf mü­cadelesinden süzülmüş prensiplerin değil, şu ya da bu muhalefet hareketi­nin kısmi taleplerinin yönlendirmesine göz yumanlar elbette kısa zaman son­ra ifşa dalgasının öncelikle kendisini vurduğunu bizzat yaşayarak gördüler. Kendini kadın yahut LGBTİ+ hareket­lerinin bileşeni olarak tanımlayan, eko­lojik duyarlılıkları olan, türcülük karşıtı bu kesimler elbette içinde bulundukları sosyalist örgütlerin sözüm ona say­dam, demokratik bir kitle örgütü dav­ranmasını bekleyecek, kendi talep ve şikayetlerine derhal ve istedikleri gibi yanıt vermesini talep edecek, kendi talepleri yerine getirilmiyorsa elbette isyan ve itiraz edecek, taleplerini yeri­ne getirmeyenleri kitleler önünde teşhir edecektir.

Kendini bir halk örgütü, işçi partisi, ka­dın partisi olarak sunanların, kitle hare­ketlerinin geri eğilimlerine dalkavukluk yapanların kimseye kızmaya hakkı yoktur. Partinizi, örgütünüzü, platfor­munuzu “kitleselleşmek” adına, komü­nist yahut devrimci olmayan kesimlerin içinde yer alabileceği bir forma sokar­sanız, programa, mücadele yöntemine ve örgütsel işleyişe dair bir ortaklığınız bulunmayan kitleleri bünyenize katar­sanız onlar da kendilerini etkileyen her sorunda kitle gibi davranırlar. Burjuva ideolojisini, alışkanlıkarı, refleksleri ve beklentileri partinizde yayarlar. Zira ideolojisi, örgütsel tercihleri olmayan soyut, bakir bir kitle yoktur. Komünist anlayışta kitle kavramı kendi kendine yahut esas olarak sınıfsal içgüdüleriyle hareket eden bir kesimi değil komünist bir siyasal bilinç ve örgütten yoksun kesimleri anlatır. Lenin’in “Ya komünist ideoloji ya da burjuva ideolojisi. Orta yol yoktur” tespiti tam da bu kesimlerin burjuva ideolojisinin etkisi altında oldu­ğunu anlatır.

Bununla birlikte Türkiye’deki sözümo­na kitle, sınıf, kadın partilerinin, örgüt­lerinin kitlelerin ele geçirdiği örgütler olduğunu söylemek gerçek durumu yansıtmadığı gibi kitlelere dahi hak­sızlık etmek anlamına gelir. Bugün Türkiye’de söz konusu kimliklerle mü­cadele eden yapılar esas olarak tasfi­yecilerin hâkimiyetinde, çoğu zaman onlar ve dar ilişki ağlarıyla sınırlı bü­rokratik yapılardır. Bu yapıların bağrın­da filizlenen burjuva ideolojisi burjuva ideolojisinin etkisi altındaki kitlelerin bu örgütleri ele geçirmesi sonucunda değil, bu örgütler içindeki tasfiyecile­rin “kitleleri kazanmak” umuduyla söz konusu örgütleri burjuva ideolojisine uygun bir şekilde yeniden yapılandır­ması, devrimci birikime ve kültüre dair ne varsa kapı dışarı etmesiydi.

Muhtelif sosyalist örgütleri hedef tah­tasına oturtan ifşa kampanyaları da ancak bu gelişme akılda tutulduğun­da anlam kazanır. Söz konusu ifşalar kadın, yahut ezilen hareketin müca­delesinin bir ürünü olarak yükselen bir dalganın ifadesi değildir. Bulundukları örgütleri tümüyle burjuva, liberal ör­gütlere çevirmeye çalışan ve birbiriyle rekabet hâlinde bulunan tasfiyecilerin kendi aralarındaki mücadeleyi yürütür­ken başvurdukları bir silahtır. Tam da bu nedenle, bugünkü tartışmayı ifşaya, tacize, kadın düşmanlığına karşı nasıl mücadele edileceğine dair bir tartış­maymış gibi ele almak safça, yüzeysel ve yanıltıcı değerlendirmeler yapmaya yol açar.

Devrimci olma iddiasındaki örgütlerin ise bu durumdan şikayet etmek yerine önce kendilerine çeki düzen vermesi, bir kitle örgütü/kitle partisi olma yöne­limini terk etmesi, kitle hareketleriyle arasındaki mesafeyi “Kadın hareke­tinden, işçi hareketinden, LGBTİ+ ha­reketinden öğreniyoruz” ambalajıyla reformizmi ve liberalizmi pazarlamaya çalışanlarınsa alkışlayıp, örnek göster­diği mücadele yöntemleri gelip kendi­lerini vurunca şikayet etmeye, sıkışın­ca “örgüt hukuku”, “devrimci tutum” kavramlarının arkasına sığınmaya hakkı yoktur.

Örgüt Sorununa Yaklaşımda İki Kutup: Kitle Dalkavuğu Legalizm Ve Komünizm

Legalizmin, kitle dalkavukluğunun re­vaçta olduğu bugünlerde devrimci ör­gütlenmenin esaslarına dair kimi temel noktaları üstüne basa basa hatırlat­mak gerekli.

Herşeyden önce devrimci örgütler geçelim kimin hangi organda hangi sorumluluğu üstlendiğine dair yahut kimin üyeleri olup olmadığına dair bil­gileri kendi dışlarına yaymayı, kendi içlerinde dahi bu bilgileri paylaşmazlar. Bugünün, devrimcilik konusunda man­galda kül bırakmayan, legalist-refor­mist örgütlerinin üye, yönetici, sorumlu bilgileri havada uçuşmaktadır. Örgütler devrimcilikten uzaklaştığı oranda bu örgütlerde kümelenmiş militanlarda ör­gütlü olduğunu vurgulama ihtiyacı arttı, bir anlamda altı boş içi kof reklamcılık eğiliminin artması bu sorunu katmer­lendirmektedir.

Devrimci siyasi mücadele içinde dev­rimci partiler örgütler elbette siyasi ha­talar yapar, bu hataların politik özeleş­tirisini kitlelerle paylaşmasından doğal bir şey yoktur. Zira bu özeleştiriler sa­dece hangi siyasi çizginin yanlış oldu­ğunu değil aynı zamanda hangi siyasi çizginin doğru olduğunu da içerdiğin­den kitleler içinde siyasi mücadele ve­ren bir akımın kesinlikle bu özeleştirisi­ni kitlelerle paylaşması gerekir.

Buna karşılık devrimci hareketin örgüt­sel işleyişini olduğu kadar, aldığı ör­gütsel kararların da gizliliğini koruma­sı kesinlikle gereklidir. Kitlelere kendi örgütsel işleyişi, üyeleri, bu üyelere dair aldığı kararlar hakkında bilgiler veren bir örgüt örgütsel bağımsızlık iddiasından çoktan vazgeçmiş demek­tir. Hâlbuki devrimci örgütün işleyişi sadece o örgütü ilgilendirir. Kimse bu örgütten bir açıklama, bilgilendirme talep edemez. Örgütsel işleyişe dair açıklamalar yapmak, raporlar sunmak kitle partisine giden yolda atılan adım­lardan biri olarak kabul edilmelidir.

Devrimciler Örgütü İyi ve Ahlaklı İnsanlar Topluluğu Değildir

Devrimci örgütlerin ifşalar karşısında kendi içlerinde apar topar soruşturma­lar düzenleyip, soruşturma sonuçlarını bir marifetmiş gibi kamuoyuna açıkla­ması bir başka nedenden ötürü de yanlış­tır.

Devrimci bir parti ya da örgütte bulu­nan militanları bir arada tutan şey ortak bir politik dava ve ortak politik prensip­ler olmalıdır. Devrimciler örgütü bir iyi ve ahlaklı insanlar topluluğu değildir. Sömürü ve ezme ezilme ilişkileriyle hiçbir ilişkisi olmayan kişiler topluluğu değildir, olamaz da.

İçinden geçtiğimiz, burjuva sosyalizmi­nin damgasını vurduğu siyasi iklimde toplumda şu ya da bu ezen konumda, emekçilere dair suç işlemiş kişilerin bulunamayacağına dair genel bir kabul vardır. Bu yaklaşımın sahipleri toplum­da ezme ezilme ilişkilerinin kapsamını fark edemeyecek kadar yüzeysel bir bakış açısına sahip oldukları gibi ve devrimci örgütlerin komünist toplumun mikrokozmosu olduğu/olması gerektiği yanılsamasından muzdariplerdir.

Tacizcilere yaşam hakkı tanımayan, kendi içinde tacize geçit vermeyen bir parti! İçinde bulunduğumuz liberal si­yasi iklimde bu tür parti tarifleri kulağa hoş gelmektedir. Peki ama bu doğru bir yaklaşım mıdır? Daha da önemlisi hayata geçirmek mümkün müdür?

Tacizin, kadına yönelik şiddetin, her türden cinsiyetçi pratiğin toplumsal ze­minde lanetlenmesi ve lanetlemenin de ötesinde mücadeleyle yok edilme­si gereken eylem ve tutumlar oldu­ğu açıktır. Peki ama diyelim ki emek sömürüsü tacizden daha hafif bir suç mudur? Daha mı kabul edilebilir bir problemdir? Tüzüğünde sigortasız işçi çalıştıranların parti üyesi olamayaca­ğını söyleyen işçi dalkavuğu partiler vardır ama ücret karşılığı işçi çalıştır­mayı ihraç nedeni olarak gören hiçbir sosyalist parti niye yoktur? Tacizcileri parti dışına atma konusunda herkes hemfikirken neden kimse ücretli işçi çalıştıranların; kafe, kitapçı işletenle­rin; tekstil atölyesi sahiplerinin partiden derhal uzaklaştırılması gerektiğini sa­vunmaz? Evine temizlikçi çağıranlar, çocuk bakıcısı tutanlar neden partiden atılmaz? Aslında soruların yanıtı açık­tır. Burjuva toplumu tarafından kabul edilemez davranışlar sosyalistler tara­fından da kabul edilemez görülmekte, burjuva toplumu tarafından doğal ka­bul edilen davranışlar sosyalistler açı­sından da kabul edilebilir olmaktadır. Ücretli emek sömürüsü burjuva top­lumunun temel kuralı olduğu için ser­maye sahiplerinin partide yer almasına itiraz eden sosyalist hareket sayısı yok gibidir.

Sosyalist örgütlerin işleyiş kurallarıy­la burjuva toplumunun değer yargıları arasındaki ilişkiyi daha iyi görmek için soruları emek sömürüsü alanından çıkarıp çeşitlendirebiliriz. Tacizciler bir partide barınamıyorsa çocukları­nı dövenler, erkek çocuklarını sün­net ettirenler bu partide nasıl yer alabilmektedir? Peki ya her biri birer emperyalist suç örgütü olan Avrupa Birliği’nden, Dünya Bankası’dan, Birleşmiş Milletler’den fon alanlar? Polisler, imamlar, subaylar, parti üye­si olduklarında görevlerinden istifa mı edeceklerdir? Zorunlu askerlik yapan­lar, bu “vatandaşlık görevinden” para verip sıyrılanlar ne olacak? Onlar da halka karşı suç işledikleri için mahkûm mu edilecekler? Peki ya küfür edenler, cinsiyetçi söz kalıpları kullananlar, ev işlerine yardım etmeyenler? Bu ke­simler de partiden ihraç edilecek midir yoksa işledikleri cürüm tecavüz kadar ağır olmadığı için, kınama ya da uzak­laştırma cezasıyla durumu kurtarabile­cekler midir?

Ülkenin dört bir tarafında toplu sünnet törenleri düzenlenirken ve bu törenlere en çok proleter kesimler rağbet gösterirken bu tutumlardan devrimciler örgütü kendini nasıl ayırabilir?

Tacize, sömürüye, baskıya sıfır tole­rans fikriyle hareket edenlerin tutarlı hareket ettikleri takdirde varacakları nokta hiçbir mensubu olmayan, daha doğrusu kapitalist toplumda kendini “te­miz tutma ayrıcalıklarına sahip” kesim­lerle sınırlı sosyalist örgütler olur.

Komünist bir partinin kapitalizme karşı mücadele edip etmediği, bu partinin içinde şu ya da bu kapitalist bireyi barındırıp barındırmadığını ölçerek anlaşılmaz. Komünistlerin burjuvazinin siyasi etkisine cepheden karşı durup durmadığı, bu partinin kadrolarının burjuva toplumunda yaygın olan alışkanlıklara sahip olup olmadığını araştırarak sınanamaz. Partinin kapitalizme karşı yürüttüğü mücadelenin kanıtı onun sınıf işbirlikçiliğine karşı uzlaşmaz bir siyasi çizgi benimsemesi ve tüm parti örgütlerini, ve elbetteki bu örgütlerdeki ajitasyondan, propagandadan, teknik vs. hizmetlerden. sorumlu tüm militanlarını, proleter devrimci bir çizgi doğrultusunda harekete geçirmesidir. Lenin’in de teyit ettiği gibi, bunun Rusya koşullarında olasılığı ne kadar düşük olursa olsun, parti üyesi bir papazın varlığı Bolşeviklerin dinci gericiliğe karşı kararlı bir mücadele veremeyeceğini göstermez. Parti çizgisini ve örgütsel işleyişini değiştirmediği sürece, papazın parti üyesi olması partinin değil papazın sorunudur. Aynı mantıkla, cinsiyetçi bir toplumun değer ve davranışlarını kendi gündelik pratiği içinde yansıtan kişilerin varlığı da komünist bir partinin cinsiyetçiliğe karşı uzlaşmaz mücadelesini sekteye uğratmaz.

Devrimci örgütlere giriş koşulları ve çıkış koşulları arasında bir fark olmamalıdır. Devrimci bir örgütün amaç ve ilkelerini benimseyip, bu örgütün hiyerarşik işleyişi içinde mekanizmalara uygun şekilde çalışabilen herkes devrimci bir örgütün üyesi olabildiğine göre sadece bu örgütün amaç ve ilkelerini benimsemeyenler, örgütün talimat ve kararları doğrultusunda faaliyet yürütmeyi reddedenler devrimci örgütten çıkarılmalıdır.

Tam da bu nedenle, bir komünist örgütün içindeki, herhangi bir militanın gündelik ve özel yaşamı kendi örgütünün öncelikli ve asıl gündemi olmadığı gibi, komünist bir örgüte mensup kimsenin yaşamının mutlak anlamda dokunulmaz hiçbir alanı yoktur. Militanların “özel yaşamı”, kişisel ilişkileri, alışkanlıkları bir komünist örgütün gündemine bu örgütün yürüttüğü siyasi faaliyetle ilgili olarak gelir. Komünist örgüt militanlarının özel yaşamının, bu örgütün siyasi faaliyetine ve örgütsel işleyişine engel olan kısımlarına müdahale edebilir, etmelidir.

Dahası kendi militanlarının üzerinde onların yürüttüğü siyasi faaliyetin dışında kalan alanlar üzerinde bir denetim kurmaya çalışan örgütlerin kaçınılmaz olarak tüm partili militanlar için ayrı ayrı sicil defterleri tutması, bu defterleri üretip, denetleyen ama kendisi denetim dışı olan devasa bir parti bürokrasisi yaratması gerekir. SBKP’nin yozlaşma sürecinde görüldüğü üzere bu bürokrasinin varlığı bireysel, grupsal zorbalıkları, sömürü ilişkilerini engellemediği gibi bürokrasinin kendisi karşı devrimin en önemli aygıtına dönüşmektedir.

Son olarak, konu taciz yahut kadına yönelik şiddet olduğunda örgüt için­deki sorunları mevzuatla, idari meka­nizmalarla çözmeye çalışmak aslında bir acz ifadesidir. Zira devrimci bir ör­güt kendi militanlarına faşistlerden de devletin kolluk güçlerinden de işkence timlerinden korkmamayı, tek başına kalsa dahi bu güçlerin karşısında cep­heden mücadele etmeyi öğretmiş, bu kesimlerin karşısında şiddet uygulama becerisini kazandırmış olmalıdır. Taciz karşısında sızlanan, ifşa dışında bir yol bulamayan, tek başına yahut yoldaşla­rıyla tacizciyi susturmayan, etkisizleş­tiremeyen, cinsiyetçi pratiklerin karşı­sında durmayı beceremeyen hımbıl, şikayetçi militanlarla bir devrimciler örgütü kurulamaz, yaşatılamaz.

Çıkış Yolu Devrimci Partiyi Yaratmak İçin Sorumluluk Almaktan Geçer

Sol akımların bugün içinde debelendiği açmaz, esas olarak tasfiyeciliğin ürü­nüdür. Kurulu düzeni zor yoluyla yıkıp devrimci bir iktidar kurma hedefinden vazgeçip devlete ve burjuvaziye baskı yaparak reformlarla düzeni ıslah et­meye çalışanlar, kitlelerden öğrenme adına devrimciler örgütünün siyasal bağımsızlığından, kitleselleşme adına devrimci örgütün örgütsel bağımsız­lığından vazgeçenler bugünkü utanç verici duruma yol açan tasfiyeciliğin mimarları ve yürütücüleridirler.

İfşalarla ortaya çıkan durum ne kadar çarpıcı olsa da tasfiyeci tablonun sa­dece bir veçhesidir, üstelik en önem­li olmayanıdır. Düzen partileriyle işçi partileri arasında çöpçatanlık rolüne soyunanlar, örgütsel bilgileri ve tar­tışmaları anı kitapları, belgeler, ya da dedikodular aracılığıyla etrafa saçan­lar, örgütlerinden herhangi bir siyasi açıklama yapmadan ayrılıp bunu ma­rifetmiş gibi sağda solda anlatanlar, kendi yoldaşlarıyla yaşadığı sorun­ları çözmek için devlete başvuranlar, birbirleriyle sendikal rekabete girişip bunu kadına şiddet sorunu olarak su­nanlar… Bunların hepsi aynı tasfiyeci sürecin ve onun reformist ürünlerinin farklı görünümleridir.

Bu sürece müdahale etmek isteyen­lerin sorumluluğu bu tabloyu bütün görünümleriyle karşısına almak ve bir çıkış yolu göstermektir. Bu çıkış yolunu tarif etmeden yapılan tüm eleştiriler sol içerisindeki devrimci güçlerin manevi­yat bozukluğunu arttırmaktan başka sonuç üretmeyecektir. Çıkış yolunu göstermek için takip edilmesi gereken devrimci çizginin ne olduğunu söyle­mek yetmez aynı zamanda bu çizgiyi hayata geçirecek devrimci partiyi ya­ratmak için bir platform ve strateji tarif etmek, devrimcilik iddiasında olan tüm güçleri bu partiyi yaratmak için sorumluluk almaya çağırmak da gerekir. Komünistlerin birliğini savunanların varlık nedeni bu platform zeminini sağlamlaştırmak ve bu çağrıyı yükseltmekten başka bir şey değildir.