Sözcüklerin de bir tarihi var. Onların zaman içinde kazandıkları anlamları ve yaygınlaşma şekillerini incelemek çoğunlukla dilbilimle ilgili bir uğraş olmanın ötesine geçer, siyasal ve sosyal iklime dair ipuçları sunar. “İfşa”’nın serüveni de böyle olsa gerek. Budanmış, kökleri kurutulmuş bir dille konuşup yazan bir toplumda az kişinin anlamını bildiği sözcüklerden biriydi ifşa. Bugünse onsuz tek bir gün bile geçmiyor. Karl Marx’ın Komünistler Birliği’nin tarihçesini anlattığı kitap Türkçeye “Köln’de Komünistlerin Yargılanması Hakkında İfşaat” adıyla çevrilmişti ama bu eser sol çevrelerde dahi Marx’ın pek bilinen eserleri arasında yer almaz. Bu çeviriden on yıllar sonra ifşa sözcüğü birden bire, sosyal medyayı yoğun olarak kullanan lümpenleşmiş kesimler arasında yepyeni pornografik bir anlama kavuştu. Ardından dilin dinamik evrimi sonucunda anlamı genişledi, “ifşalamak”, “ifşalanmak”, “ifşası çıkmak” türünden yeni kelimelerle birlikte, birisini toplum içinde rezil edecek görüntülerin, hikayelerin, dedikoduların sosyal medyada yayılmasını anlatmak için kullanıldı. Bir sonraki aşamada, Türkiye’deki yeni toplumsal muhalefetin beslendiği kültürel ve sosyal damarlara işaret edercesine, kendini kadın hareketinin bir parçası olarak gören kesimler tarafından cinsiyetçi yaklaşımların duyurulması, faillerininse toplumun dışına atma maksadıyla rezil edilmesi anlamında kullanılmaya başlandı.
2020 Aralık’ında yayın tekellerinin gözdelerinden Hasan Ali Toptaş’ın “ifşa edilmesi”nin peşi sıra yeni bir “ifşa dalgası” patlak verdi. Bu dalga doğal olarak sol akımların limanlarına da ulaştı. Anonim olan ve olmayan sosyal medya hesaplarından ESP’den SODAP’a, Kaldıraç’tan Devrimci Anarşist Federasyon’a bir dizi hareketin bünyesinde tacizci erkeklerin korunduğu, bu hareketlerin kendilerine yapılan şikayetleri gündemlerine almadığı ileri sürüldü.
Dalga ilk etapta DAF’ın kendisini tümüyle tasfiye etmesine yol açtı. Diğer akımlarsa sol kamuoyuna konuyla ilgili kapsamlı bir soruşturma yürüttüklerini, soruşturma sonucu suçlu bulunan ilişkilerine yaptırım uyguladıklarını/ uygulayacaklarını, eksik kaldıkları konularda gerekli dersleri çıkardıklarını bildiren, kadın ve LGBT hareketiyle dostluk/yoldaşlık ilişkilerini koruduklarına dair teminat veren açıklamalar yayınladılar. Aradan geçen bir buçuk yılın ardından ifşa dalgası hızını kesmedi, kapsamını farklı akımlara yayılacak şekilde genişletti. Geçtiğimiz aylarda ESP’nin ve SODAP’ın transfobik oldukları iddiasıyla “hormonlu domatese” aday gösterilmeleriyle birlikte, “ifşacılık” yeni bir boyuta, açıktan örgüt düşmanlığına sıçradı. Nihayetinde SYKP ve TÖP’ün kamuoyuna yaptıkları açıklamalarla görüldüğü üzere ifşa sol içi sendikal çekişmenin de bir enstrümanı hâline gelmeye başladı.
Solla ilişkili tüm kesimlerin maneviyatını bozan bir tabloyla karşı karşıyayız. 12 Eylül sonrasında sermayenin paralı uşakları tarafından sistematik olarak yürütülen “militanlarına yaşam hakkı tanımayan”, “özgürlüğe düşman”, “hayatı ve insani değerleri” tanımamış solcu propagandası bu sefer kendini solda tanımlayan kesimler tarafından “kadın düşmanı/tacizciyi koruyan/transfobik örgütler” ithamlarıyla yeniden ve daha şiddetli bir biçimde yükseltiliyor. Bu propagandanın kendisi sadece doğrudan bu saldırıların muhatapları olan örgütlere değil devrimci bir iddiayı taşıyan tüm kesimlere zarar vermektedir. Komünistler elbette her zaman tereddütsüz bir biçimde örgütlerini liberal taarruza karşı savunanların yanında saf tutacaktır.
Gelgelelim 12 Eylül sonrasında çizilen “halktan kopuk”, “sloganlarla konuşan”, “kasıntı”, “kadının cinselliğini tanımayan”, “bacı muhabetti yapan”, “aşkın ne olduğunu bilmeyen” solcu karikatürü, devrimci harekete asıl zararı yürüttüğü kara propagandayla emekçileri etkisi altına alarak vermedi. Asıl zararı “bu duruma düşmek istemeyen”, “kendisine çeki düzen vermeyi” arzulayan, “kadın hareketinin tornasından geçmeyi” marifet kabul eden kesimlerin (bunlar aynı zamanda “küçük burjuva hareketleri işçi hareketinin tornasından geçirmeye” de can atıyordu) tasfiyeci adımlarına zemin hazırlayarak verdi. Bu nedenle bugünkü gerici örgüt düşmanı kampanyalara genel bir devrimci örgüt savunusuyla yanıt vermek yeterli değildir. Daha önemlisi bugünkü saldırının reformizmle ve legalist tasfiyecilikle olan bağlantılarını, “ifşa siyasetini” bir kalkış noktası olarak kabul ederek sergilemek gereklidir. İfşa dalgası vesilesiyle devrimci örgütün bağımsızlığı ve işleyişi konusundaki temel görüşlerini konuyla ilgili olarak bir kez daha açıklamaya ihtiyaç var.
İfşa/Teşhir Komünist Siyasetin Ayrılmaz Bir Parçasıdır
İfşa sözcüğünün kökünde Arapça, gizlenmiş bir şeyin açığa çıkması anlamına gelen, faş sözcüğü var. İfşa solun lügatine görece yeni girmiş olsa da bugün ifşa sözcüğünün kapsamına giren eylem ve tutumlar eskiden bir başka Arapça kökenli sözcükle, teşhir ile anlatılıyordu. Teşhirin kökeninde de halk önüne çıkarma, belli kılma anlamı var, teşhir şöhret ve meşhur kelimeleriyle de akraba.
İfşanın ya da teşhirin anlamı bu sözlük anlamı çerçevesinde kavrandığı sürece elbette her iki sözcüğün işaret ettiği eylemlerin devrimci bir hareketin siyasi enstrümanlarından biri olması gerektiğini görmek zor değil. Devrimci siyaset bir anlamda görünmezi halk gözünde belli kılma siyaseti olarak da tanımlanabilir. Devrimci siyaset ifşa ve teşhirin yarattığı skandallardan, bu skandalların yarattığı tiksintiden ve harekete geçme arzusundan elbette beslenir. Aynı zamanda ifşaların ve teşhirlerin sonucu olan terör, yani endişe ve korku devrimci siyasetin olmazsa olmazları arasında kabul edilebilir.
Her çağın hâkim fikirleri aynı zamanda o çağın hâkim sınıfının fikirleridir. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini inşa ederken aynı zamanda kendi suretinde bir dünya yaratır. Gerçekliğin burjuvazinin kavramlarıyla algılanması, açıklanması, onun değerleriyle yorumlanması burjuva ideolojisini üretir. Burjuva ideolojisi, diğer sınıflı toplum ideolojileri gibi, gündelik hayattaki sömürüyü ve zulmü perdeler, kabullenilebilir bir hâle sokar. Ancak emekçiler sadece burjuvazinin kavramlarıyla düşündüğü, kapitalist üretim tarzında kaçınılmaz olarak burjuva ilişkilere girdikleri için değil aynı zamanda burjuva düzenin tüm kritik karar alma mekanizmalarından uzak kaldıkları/ tutuldukları için burjuva düzene ve ideolojisine saplanırlar. Devlet, hele hele silahlı kuvvetler, emekçilere tümüyle kapalıdır; emekçiler sermayenin bilanço hesaplarının, yatırım kararlarının, üretim örgütlenmesinin tümüyle dışındadırlar. “Görüntüyle gerçek aynı olsaydı bilime gerek olmazdı” sözü burjuva düzenin olağan akışında dünyanın gerçeklerin başaşağı çevrildiği, pürüzleri giderilmiş bir dünya olarak göründüğünü anlatır. İfşa yahut teşhir, yani işin aslını gösterme girişimleri, bu anlamda görüntüden gerçeğe giden yolda atılan bir ilk adım olarak görülebilir. Bir ilk adım, çünkü sınıflı toplumun işleyişini bir dizi “sarsıcı bilgiyle” kavramak mümkün değildir, bu bilgilerin bir teorik çerçevede bağlantılandırılması gereklidir. Asıl ifşa, yani meselenin aslının belli kılınması, ancak bu bağlantılar kurulduktan sonra mümkün olur.
Marx’ın Kapital’i de bu anlamda bir ifşa metnidir. “İşi olmayanların giremediği” bir süreci, üretim sürecini araştırmanın merkezine oturtan, özgür emekle sermaye arasında kurulan ücretli ilişkin nasıl bir bağımlılığa dayandığını ve ne türden bir kölelik ürettiğini anlatır:
Bay Parababasını ve emek-gücü sahibini birlikte yanımıza alarak bir süre için, her şeyin ortada ve herkesin gözüönünde geçtiği bu gürültülü alanı bırakıyoruz ve hep birlikte kapısında, “işi olmayan giremez!” levhası ile bizi karşılayan, gizli kapaklı üretim alanına geçiyoruz. Burada biz, sermayenin, yalnız nasıl ürettiğini değil, ama nasıl üretildiğini de göreceğiz. Ve ensonu, kâr sağlamanın sırlarını da zorlayacağız.
Kapitalist düzen içindeki çatlakları örtmenin imkânsız hâle geldiği ekonomik yahut siyasi krizler de bu anlamda kendiliğinden bir ifşa faaliyetini başlatırlar. Krizlerin ürünü olan bu nesnel ifşa süreçleri devrimciler için fırsatlar yaratır. Lenin’in Dreyfus skandalı hakkındaki yazılarında da ifade ettiği gibi her zaman çok boyutlu bir ifşa sürecini içeren ve belirli bir süre boyunca sermaye düzeninin varsayımlarını, dayanaklarını ve sonuçlarını gözler önüne sermeyi mümkün kılan bu kriz ve skandallardan faydalanmak komünistlerin temel görevleri arasında yer alır. Değerlendirilemediği zaman da burjuva siyasetinin rakip aktörleri tarafından kendi projelerini tahkim etmek için kullanılır.
Aslına bakılırsa işçi hareketinin kendinde sınıf olarak hareketinin ilk aşamalarında, sınıf mücadelelerinin ilkel evrelerinde ifşalar hep karşımıza çıkar. İşçilerin, onlar adına hareket edenlerin, şu ya da bu fabrikadaki isyan ettirici çalışma koşullarını diğer işçilerle yazılı ya da sözlü olarak paylaşması muhtelif coğrafyalardaki işçi hareketlerinin ortak yönlerinden biridir. Nitekim Lenin de Ne Yapmalı’da yerel teşhir bültenlerin merkezileştirilmesi, teşhirlerin tüm Rusya çapında yayınlanan bir gazete aracılığıyla gerçekleştirilmesi ve elbette bir siyasi hedefe, otokrasinin bir devrimle yıkılmasına, bağlanması gerektiğini savunur. Teşhirler, ifşalar bu bakımdan sadece sınıf mücadelesinin ilk aşamasının değil sonraki aşamalarının da vazgeçilmez parçası olarak görülür. Komünistlerin teşhir faaliyeti sadece kapitalistlerin değil aynı zamanda işçi hareketinde burjuvazinin uzantısı olan reformistlerin teşhirini de içerir. Lenin’in Sol Komünizm broşürünün, Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’ndeki “Birleşik Cephe” tezlerinin konusu sosyal-demokrasi ile ittifak yapılması değil, reformist akımların teşhiridir.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından Sovyet Hükümeti’nin yayınladığı gizli diplomatik belgeler, emperyalist devletler arası ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü açıklığa kavuşturan bir ifşa faaliyeti olarak kabul edilmelidir. Devrimden sonra halk düşmanlarının icraatlarının teşhir edilmesi ve sonrasında cezalandırılması ifşa ile devrimci terör arasında kopmaz bir bağ olduğunu da ortaya koyuyor.
İfşanın ve teşhirin komünist siyasi faaliyetin böylesine ayrılmaz bir parçası olması komünistlerin ifşaya/teşhire kategorik olarak karşı olmadığını anlatır, ifşanın komünist ve burjuva şekilde yürütülüşleri arasında kalın ayrımlar çekmeyi şart koşar.
Komünist Siyasette İfşanın Yeri ve Prensipleri
Komünistlerin siyasetin bir parçası olan ifşa faaliyetinin temel prensipleri onların devrimci siyaseti kavrayış prensiplerine göre şekillenmiştir.
“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.” Teori yığınları kendi kendine değil ancak komünistlerin örgütlü siyasi faaliyeti sonucunda sarabilir. Bu siyasi faaliyetin temel öğelerinden biri siyasi gerçeklerin açıklanmasıdır. İfşa da ancak siyasi gerçeklerin açıklanmasına hizmet ettiğinde, yani gerçekliğin başaşağı çevrilmesine, yüzeysel görünümlerin esasa dair bağlantıların yerini almasına karşı bir mücadele olduğunda anlamlıdır.
Komünistlerin ifşa faaliyeti; toplumda yoksulluğun, sefaletin ana sebebi olarak görülen işçilerin aslında bütün toplumsal servetin üreticisi olduğunu, servetin ve değerin yaratıcısı olarak görünen sermayenin sadece yoksulluğun değil tüm toplumsal alçalmanın ana kaynağı olduğunu, devletin tarafsız değil hâkim sınıfın baskı aygıtı olduğunu, asıl düşmanın başka ülkelerin emekçileri değil aynı ülkedeki burjuvazi ve devlet olduğunu, işçilerin çıkarlarını savunur görünen reformistlerin burjuva ideolojisini taşıyan karşı devrimci bir katman olduğunu anlatmalıdır. Komünistlerin ifşa faaliyeti toplumdaki işçi sınıfının toplumdaki ezilen tüm katmanların sorunlarını kendi sorunu olarak kabul etmesi gerektiğini, tüm ezilenlerin de kendi kurtuluşları için işçi sınıfının devrimci çözümünü benimsemesini gerektiğini göstermeyi gerektirir. Böyle bir ifşa aynı zamanda herhangi bir skandal patlak verdiğinde sorunun şu ya da bu aç gözlü kapitalistle değil bütün kapitalistlerle ve esas olarak kapitalist sınıfıyla ilişkili olduğunu, şu ya da bu sorumsuz kamu personeliyle değil bir bütün olarak devletin kendisiyle ilişkili olduğunu anlatmayı, özel olandan genel olana, bireysel suç olarak görülen kusurların sınıfsal suçlarla ilişkili olduğunu anlatmayı gerektirir.
Komünistlerin yürüttüğü ifşa faaliyeti sadece bir aydınlatma, siyasi gerçekleri açıklama faaliyeti değildir. Emekçilerin örgütlenmesi, örgütlendirilmesi faaliyeti komünist siyasetin ayrılmaz bir parçasıdır, ifşanın da bu amaca hizmet etmesi gerekir. Fabrikalara yönelik teşhir yayınının hedefi, başarısı söz konusu fabrikanın sahibinin geri adım adıp atmadığından çok o fabrikadaki işçilerin en azından bölgesel bir sendika kurup kurmadığına bakarak ölçülmelidir. Bir mahalledeki tacizcinin teşhiri tacizciyi ahlaksızlıkla suçlayıp cezalandırmanın, mahalledeki emekçilerin kendilerini iyi hissetmelerinin ötesine geçmiyorsa lüzumsuz, bir mahalle meclisinin kurulmasına hizmet ediyorsa devrimci siyasetin bir parçasıdır. Devrimci siyasette reformistlerin teşhiri “söyledim ve günahlarımdan kurtuldum”un, “tarihe not düştük”ün ötesine geçmiyorsa anlamsızdır, hele hele kitleleri siyasetten uzaklaştıracak şekilde yürütülüyorsa büsbütün zararlıdır. Emekçilerin, devrimcilerin devrimci bir partinin yaratılması/yaşatılması için sorumluluk almasını, harekete geçmesini mümkün kılıyorsa komünist bir nitelik taşır.
İfşa/teşhir faaliyetlerinin ürkütücü gücü/terörü emekçileri siyasetten uzaklaştırmamalı onları kendi iktidar organlarının bir parçası ve bu iktidar organları aracılığıyla yürüttüğü şiddet politikalarının daha etkin bir yürütücüsü kılmalıdır. Ancak bu yoldan ilerlenirse “işçi sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri” olabilir. Halk mahkemeleri ve milis şeklinde örgütlenmiş silahlı kuvvetler etkin kılınmadığı takdirde, hukuk ve mevzuatın, soruşturma kurullarının, danışma heyetlerinin giderek önem kazandığı koşullar altında karşı devrimciler üzerinde uygulanan terör esas olarak emekçileri siyasetin dışına iten yeni bir bürokratik devlet aygıtının yolunu döşer.
Burjuvazinin İfşaatı
Komünist ifşa/teşhir faaliyetinin bu tanımlayıcı özelliklerine işaret etmek aynı zamanda burjuvazi tarafından yürütülen ifşa/skandal siyasetinin devrimci mücadeleye taban tabana zıt özelliklerinin de altını çizer. Susurluk’tan 17-25 Aralık’a, Sedat Peker’e uzanan kaset skandalları, ifşalar hep burjuvazinin sınıf karakterini taşır.
Komünist ifşa faaliyeti suçu, skandalı bireysel olandan çıkarıp toplumsal, sınıfsal, siyasi olana bağlarken burjuvazi ifşaya tam tersi bir şekilde yaklaşır. Sınıfsal olanı bireylerle, gruplarla yahut zümrelerle ilgili bir sorun olarak sunar. Susurluk’ta kamyonun çarptığı Mercedes’in içinde Kürtlerin yüzkarası, işbirlikçi, aşiret reisi, bir milletvekili, sosyal-demokrat bir emniyet müdürü, devletin tahsis ettiği sahte kimlikle fink atan bir faşist katil vardı. Arabanın bagajında susturucu silahlar bulunuyordu. Susurluk’tan çıkarak devletin Kuzey Kürdistan’daki savaşı nasıl yürüttüğünü, bunun Türkiye’de burjuvazinin eroin parasından beslenerek nasıl palazlandığını, sermayenin karşı devrimci bir devlete neden ihtiyaç duyduğunu anlatma imkânı vardı. Ama burjuvazinin dönemin gazete ve televizyonları aracılığıyla yürüttüğü ifşası tam aksi istikamette ilerledi. Çetelerden söz edildi, “temiz toplum” kampanyası başlatıldı. Böylelikle burjuvazinin karşı devrimci ihtiyaçlarının ürünü olan ilişkiler “toplumu kirleten”, siyasetin temel kurallarına uymayan çetelerin marifeti olarak sunuldu. Sedat Peker’in hedef tahtasına Süleyman Soylu, Mehmet Ağar ve şürekasını oturttuğu ifşalar da sınıfsal olanı Erdoğan’ı sarmalamış yoz ilişkiler ağı olarak sunmaktadır.
İkincisi, burjuvazinin ifşaları öncelikle ve asıl olarak burjuva devletini yahut sermayenin denetimindeki kurumları göreve çağırır. Balyoz, Ergenekon iddianameleri aslında Genelkurmay’ı tasfiye ederken Gülenci süper savcılara itibar kazandırıp, ağırlıklarını arttırma hamlesiydi. Başarılı olabilseydi 17-25 Aralık operasyonu da bu amaçla kullanılacaktı. Man Adaları’ndan Amerikan Vakıflarına yolsuzluk belgelerini açıklayan CHP, yolsuzlukların hesabını sormak için altılı masanın seçim zaferini beklemek gerektiğini açıkça ilan ediyor. İfşaatlarına “ben aslan avlamak istiyorum” diye başlayan Peker de sürekli “Aman sokağa çıkmayın. Oylarınızla herşeyi değiştirebilirsiniz.” diye burjuva seçim sistemine güveni tazelemeye çalışıyor.
Göreve çağrılan devlet ve sermaye olunca, burjuva ifşanın ürünü olan şiddet de elbette varolan kurumlara olan güveni tazeliyor. Nitekim ifşalardan, skandallardan sonra burjuva toplumundaki temel beklenti skandalların günah keçilerinin istifasıdır. İstifa sorumluluğun sistemde, kurumlarda değil bireyde olduğunu varsayar, skandal sorası istifalar kurumların suçlarını temize çeker. Burjuva mahkemelerin verdiği cezalar da suçu toplumsal karakterinden ayırarak, suçlu/ahlaksız bireyi mahkûm ederek toplumdaki yasaların yüceliğini dokunulmazlığını tesciller. İstifalar, işten atmalar, sözleşme iptalleri, hapis ve para cezalarıyla sonuçlanan ifşalar bir bütün olarak emekçileri burjuva düzene bağlar.
“Sırası Mı Şimdi?” Nasihati Egemen Güçlere Hizmet Eder
Destekçilerine göre bugünkü ifşa dalgası kadın hareketi içinde bir uyanışın ürünü. İfşalar kadınlar arasındaki dayanışmayı arttırdı, “Korkun bizden/Uykularınız kaçsın” sloganlarıyla erkekler üzerinde bir basınç yarattı. Farklı ama ilişkili bir hattan ilerleyenler ise “eril yargı”nın tacizcileri, kadın düşmanlarını yargılayıp, cezalandıramayacağını bu nedenle de alternatif bir cezalandırma pratiğinin şart olduğunu savunuyor, ifşaları bu pratiğin bir parçası olarak görüyor. İfşaları tacize uğrayan kadınların iyileşme, rehabilitasyon sürecinin bir parçası olarak görenler de var.
Şu ya da bu ifşa dalgasını değerlendirmeden önce, peşinen bir noktayı açıklığa kavuşturmalı. Ezilenlerin kendilerini ezenlere karşı her türlü tepkisi meşrudur. Kendisini işten atan patronun makinelerini kırıp parçalayan, yahut patronunu mahkemeye veren işçi sonuç alıcı, sınıf mücadelesnin önünü açan bir mücadele yöntemi benimsememiş olabilir ama bu durum işçinin tepkisinin meşruiyetini ortadan kaldırmaz. Yapılması gereken işçileri ayıplamak, kınamak, onlara bu türden tepkiler göstermenin sırası olmadığını söylemek değildir. Ezilenlere “sırası mı şimdi?” sorusuyla başlayan/biten nasihatler vermek her zaman egemen güçlere hizmet eder. Yapılması gereken işçileri haklı tepkilerini daha etkili mücadele yöntemleri ve örgütlenme biçimleriyle göstermeye çağırmak, kışkırtmaktır. Aynı tutum sadece işçiler karşısında değil kadınlardan dini azınlıklara baskı altındaki tüm kesimler karşısında takınılmalıdır.
Bu nedenle herhangi bir kadının da kendisini ezenlere, taciz edenlere yönelik tepkisi her zaman meşrudur. Kadınların kendilerini taciz edenleri rezil etme, insan içine çıkamaz hâle getirme hakkı, bu tür tepkiler herhangi bir siyasi akıldan yoksun olduğunda dahi, sorgulanmamalıdır. Komünistlerin görevi sesini yükselten kadınları sesini kısmaya davet etmek değil, seslerini daha güçlü ve sınıf mücadelesinin önünü açan şekilde yürütmeye davet etmektir.
Asıl sınıf mücadelesinin proleter devrimle başlayacağını söylemek, ekonomizmin burjuvaziye hizmet ettiğini söylemek devrim öncesinde gerçekleşen grevlere karşı olmak anlamına gelmez. Benzer şekilde kadınların kurtuluşunun komünizmde olduğunu, kadınların kurtuluş mücadelesinin asıl sosyalizmde başlayacağını söylemek, kadınlar kendilerini boyunduruk altında tutan cinsiyetçi kurum ve ilişkilere, ön ve bön yargılara karşı mücadele ettiğinde, onlara devrime kadar bu tür eylemlerden kaçınmaları gerektiğini söylemek anlamına gelmez.
Komünistlerin Eleştirisinin Muhatapları Kadın Hareketleri Değil Siyasi Akımlardır
Komünistlerin sendikalizm eleştirisinin muhatabı sendikalar ya da sendikacılar değil, sendikal mücadeleyi işçi sınıfının kurtuluşu yolunda zorunlu bir ön aşama yahut yegâne/asli araç olarak göstermeye çalışan reformist sosyalist akımlardır. Komünistlerin sendikalizm eleştirisi yapmaları onları sendika karşıtı propagandaya değil, sendikaların arkasına gizlenen uzlaşmacı reformist akımları teşhir etmeye, sendikaların düzen içi karakterini sergileyen bir mücadele hattı tarif eden, sendikal mücadeleyi çok daha militan bir şekilde yürütmeyi önüne koyan kızıl sendikalar kurmaya iter.
Bu nedenle komünistler şu ya da bu ifşanın haklı mı haksız mı olduğu tartışmasını kendi cephelerinden peşinen kapatırlar. Komünistlerin eleştirisinin muhatapları kendini kadın hareketi olarak tanımlayan oluşumlar değil, “kadın hareketini savunmak”, “kadın mücadelesini ileri taşımak” bahaneleriyle sınıf işbirlikçiliği, liberalizm propagandası yapan tasfiyeci akımlardır. Bugün kadın hareketi ismiyle faaliyet gösteren unsurların uzlaşmacı çizgisini sergilemek ancak kadınları her zeminde devletin karşısına çıkmayı göze alıp kışkırtan bir mücadele çizgisini savunan komünist bir kadın hareketinin pratik mücadelesiyle mümkün olabilir.
Komünistlerin ifşa konusunu ele alması esas olarak, kadınların haklı tepkisini içerse de ifşaların bugünkü yürütülüş biçimiyle hangi sınıfın siyasi aklına ve hesaplarına uygun yürütüldüğünü gösterme, bu sürecin siyasi sonuçlarını tarif etme, kadın örgütleriyle değil kadın hareketini kılıf olarak kullanan tasfiyeci siyasi akımlarla hesaplaşma amacını taşır. Maksadı ifşada bulunanları kınamak değil, zamana ayak uyduran kırk yıllık revizyonistlerden gökkuşağının bir parçası olan troçkist akımlara uzanan geniş bir yelpazede yer alan, burjuva ifşayı toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak gösteren tasfiyeci liberallerin ipliğini pazara çıkarmaktır.
Kişiler için Faydalı Her Yöntem Ezilen ve Sömürülen Yığınlara Fayda Getirmez
Kuşkusuz sıralanan gerekçeler içinde en az üzerinde durulması gerekeni bireysel iyileşme ile ilgili olanı olsa gerek. Zira kadının kurtuluşu için mücadele edenler tek tek kadınların durumunun iyiye gidip gitmediğiyle değil bir bütün olarak kadınların mücadelesinin önünün açılıp açılmadığıyla ilgilenirler. Bir işçi için iyi olan bir mücadele yöntemi bir bütün olarak işçi sınıfı için zararlı da olabilir, hatta çoğu zaman öyledir. Örneğin bir iş mahkemesine başvurarak bir işçinin patronunun üzerine yattığı ücretlerin bir kısmını geri alması onun bireysel ekonomik durumunu düzeltebilir. Fakat bu yöntemin işçilerle patronlar arasındaki ilişkide geçer akçe hâline gelmesi eylemli sınıf mücadelesini sekteye uğratacaktır. Benzer şekilde tek tek kadınların kendilerini tehdit eden erkeklere karşı devletin korumasına başvurması onların kişisel can güvenliklerini arttırabilir. Ama bu şekilde güçlenen ve denetimini arttıran bir devletin bir kadın başkaldırısının karşısına daha etkin ve silahlı çıkacağına şüphe yoktur. Kamuoyunu infiale sürükleyen tecavüz ve cinayetlerden sonra hükümetin idam propagandası yapması bu bakımdan şaşırtıcı değildir.
Dahası Türkiye’deki ifşalar çaresiz, hak arama bilinci olmayan kesimlerin haykırışı olarak başlamadı, o şekilde de sürmüyor. İfşaya başvuranlar esas olarak siyasi ve sosyal mücadeleye kıyısından, köşesinden de olsa örgütlü olarak dahil olan kesimlerdir. Herhangi bir toplumsal örgütlenmenin dışında olan ve daha proleter katmanlardan gelen kadınların şiddete, tacize ve tecavüze yanıtı geleneksel olarak erkekleri öldürmek olmaktadır.
Bununla birlikte ifşanın ancak kadınların daha ayrıcalıklı kesimlerinin başvurabileceği fakat proleter kadınlar açısından herhangi bir rahatlamaya yol açmayacak bir yöntem olduğunu görmek de zor olmasa gerek. Zira bugünkü yürütülüş şekliyle ifşa, kadınların sadece yaşamlarını sürdürürken kendi bireysel olanaklarına daha fazla yaslanmasına yol açmıyor. Sosyal medya üzerinden yapılan bireysel ifşalar, aynı zamanda mantığı gereği kadınların gerici ilişkilerin hüküm sürdüğü bir toplumda kendi kimliklerini belli etmesini, üstelik kendilerini mağdur olarak sunmasını zorunlu kılıyor, kadınları her türlü saldırıya daha açık hâle getiriyor. Bu koşullar altında ifşa ancak bu risklerle başa çıkacak güvenceleri daha fazla olan kesimlerin tercih ettiği bir yöntem olabilir. Nitekim ifşayı bir mücadele yöntemi olarak bayraklaştıran kesimlerin ayrıcalıksız kadınların kitlesel hareketini örmek gibi bir hedef taşımadıklarını, bir mücadele planına, bir örgütlenme stratejisine sahip olmadıklarını gözlemlemek zor değildir.
Bugünkü İfşalar Suçu Bireyselleştirip Aileyi Temize Çıkarıyor
Komünist bir ifşa faaliyetinin sömürü ve baskı ilişkisini bireysel olmaktan çıkarıp sınıfsal, siyasi, ezenlerle ezilenlerin toplumsal ilişkisi olarak tarif ettiğini söylemiştik. Twitter aracılığıyla yürütülen ifşalarsa esas olarak kişileri odağa oturtmakta, aktardığı süreçlerde “fail” kavramı gibi, burjuva ideolojisinin bireyleri temsil eden, toplumsal örgütsel kimliklerden soyutlayan, nötrleştiren hukuk terminolojisinin ayrılmaz bir kavramına başvurmaktadır. Aynı burjuva/liberal yaklaşımdan ötürü toplumdaki sınıfsal, siyasi, cinsiyetçi yapının gündem edilen tacizle ilişkili olduğuna değinilmemektedir bile. Tam da bu nedenle ifşalardaki esas maksat “failin” cezalandırılması, dışlanması olmaktadır.
Kuşkusuz söz konusu ifşa metinlerinde mizojini/kadın düşmanlığı, transfobi, patriyarka kavramları havada uçuşmaktadır. Ama nasıl işçilerin herhangi bir sorununu ele alırken devlet aygıtından, siyasi iktidardan söz etmeyip “sorun kapitalizmde” demek lafazanlığın ötesine geçmiyorsa, içeriği muhtelif biçimlerde doldurulan “erkek egemenliğin” asıl dayanağı olan aile kurumunu, bu kurumun ürettiği ilişki ve değerleri hedef tahtasına oturtmayan herhangi bir analiz de sorunu aydınlatmaktan çok karartmaya, toplumsallaştırmaktan çok laf kalabalığı içinde şahsileştirmeye yarar. Popüler ifşalar da bu sonuca yol açmaktadır.
Dolayısıyla bugünkü adalet sistemi ve ürettiği ceza hukuku nasıl üretim araçlarının özel mülkiyetinin yarattığı toplumsal yozlaşmayı hasır altı edip, liberal ideolojinin temeli olan evrensel insan haklarını aklıyorsa, bugünkü ifşa kampanyaları da aynı şekilde kadının esaretini farklı kisveler altında yeniden yeniden üreten aile kurumuna dayanan toplumsal ilişkileri ve değer yargılarını hasır altı ederek, bugünkü toplumsal düzeni temize çekmektedir.
Türkiye’deki Kadın Hareketi Kadın Hakları Doğrultusunda Yürütülen Bir Mücadeleden Doğmadı
İfşa ve kadın hareketinin uyanışı ve yükselişi arasında olduğu iddia edilen ilişkiyi incelemeden önce Türkiye’de kadın hareketi denilen toplumsal kesimin hangi sürecin sonunda ortaya çıktığını açıklığa kavuşturmak gerekir.
Türkiye’deki kadın hareketi kadınların mücadelesinin içinden çıkmadı. Kadın hareketi/feminizm kimliğiyle sahaya çıkanlar aslında siyasi mücadeleye sosyalist örgütlerde başlamış, ancak bu yapıların siyasi örgütsel disiplinini reddeden tasfiyecilerdi. Bu tür tasfiyeci oluşumlar doksanlar boyunca varlık göstermiş olsalar da etkili olmaları daha büyük bir tasfiye hamlesinin sonucuydu. PKK’nin Türkiyelileşme tezini hayata geçirmesiyle birlikte “kadın hareketi” yeni bir ivme kazandı. Nihayetinde bugün karşımıza “kadın hareketi” olarak çıkanlar aslında farklı siyasi kimlikleri ve gündemleri kadın hareketi kimliğinin arkasına saklayarak dolaşıma sokmaya çalışan tasfiyeci, sol liberallerdir.
Düzen cephesinden kemalistler ve AKP’lilerin de kadın hareketini benzer bir işlevle kullanması, durumu daha da karmaşıklaştırmaktadır. O nedenle bugün Türkiye’de bir kadın hareketinden ziyade kadınları hareket ettiren farklı siyasi akım ve dalgaların bulunduğunu söylemek daha doğru kaçar. Zaten bugün Türkiye’de farklı kadın hareketlerinin motor rolünü üstlenen, ideolojik ve politik çerçevesini çizen, kadınların önder kabul ettiği kişilerin hepsi erkektir: Mustafa Kemal, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan. Sırf bu durum bile Türkiye’de özel olarak cinsiyetçi toplumsal yapılara karşı mücadeleden doğmuş, bu mücadele üzerine yükselmiş bir kadın hareketinin bulunmadığının kanıtıdır.
Kemalistler en başından beri kadın sorununu siyasi rakiplerini sıkıştırmak, Kürtleri ezmek için bir koçbaşı olarak kullandılar. Kız çocuklarının okutulması kampanyası da, kadınların dincilere, tarikatlara karşı korunması da aslında kemalistlerin Kürt ulusuna karşı savaşının ideolojik kılıflarından biri olageldi. 28 Şubat’tan bugüne süregelen “Kadına düşman siyasal islamcılar” ajitasyonu da esas olarak aynı amaca hizmet ediyordu. Erdoğan’ın “okuyamayan baş örtülü kadınlar” ajitasyonu da yine kadın gündemini siyasi mücadelenin merkezine oturtan bir başka hamle olmuştu.
Hâkim sınıfın ezilenlere yönelik saldırılarını yahut kendi içindeki hesaplaşmalarını kadınlar üzerinden yürütmesi tesadüfi bir durum değildir, hatta kadınların burjuva siyasetindeki yeriyle yakından ilişkilidir. Hak dağıtmaya pek meraklı olan burjuvazi, Türkiye’de kendi egemenliğini tahsis etmeye başladığı dönemin başından beri kadınları mağdur, hakkı yenen, korunmaya muhtaç varlıklar olarak sunmuştur. Bu bakış açısıyla ele alındığında kadınları koruyacak özne de elbette devletten başkası olmasa gerekir. Böylelikle “kadın sorunu” kadınların kendilerini saran cinsiyetçi kurumsal, sosyal engelleri parçalamalarıyla çözülecek siyasal bir sorun olmaktan çıkıp siyaset üstü bir insan hakları sorununa, çağdaş (asri) ya da muhafazakar değerlerle ilgili bir soruna dönüştüğü gibi kadın sorununu çözmek için devlet aygıtını tahkim etmek gerektiği de kabul edildi. Devlet içindeki iktidarlarını, yahut bir bütün olarak devlet iktidarını sağlamlaştırmak isteyen ama aynı zamanda açıktan siyasi bir mücadele yürütmekten çekinen burjuvalar bu kavgalarını hep siyaset üstü görünen kadın sorunu üzerinden yürüttüler.
Aslına bakılırsa bugün de benzer bir durum yaşanıyor. Erdoğan’a karşı mücadelelerini siyasi olmayan bir çerçevede yürütmek isteyen kesimler Erdoğan’ın gericiliğini, islamcılığını, aileyi yüceltirken kadınları aşağılayışını -sanki kendileri çok farklıymış gibi- topa tutan bir siyasi çalışma yürütmektedir. “Kadını kurtaran Atatürk”ün karşısında üretilen kadını tekrardan şeyhlerin, tarikatların kölesi yapmak isteyen Erdoğan imgesi burjuva muhalefetinin repertuarlarının asli öğelerinden biridir.
Bugün önceki dönemlere kıyasla kadın sorununda bir uyanışın yaşandığı, İstanbul Sözleşmesi’nden “kadın cinayetleri”ne uzanan sorunlar kümesinin daha geniş bir kadın kitlesini harekete geçirdiği doğrudur. Şüphesiz bu uyanışın kadınların proleterleşmesiyle toplumsal yaşama daha etkin bir biçimde katılmasıyla olduğu kadar, hâkim sınıfın politikalarını yürüten kurumların personelindeki kadın sayısının artmasıyla da, sermayenin kadınları hem bir meta hem de tüketici olarak daha karlı bir şekilde değerlendirme arzusuyla da ilişkisi vardır. Ancak bu türden toplumsal etmenlerin, kadınlarla ilişkili sorunların Türkiye siyasetinde bugünkü kadar merkezi yer tutmasını açıklamada belirleyici bir rolü yoktur. Bugün Türkiye’deki kadın hareketindeki uyanış esas olarak Amerikancı muhalefetin Erdoğan’ı “siyasetler üstü” kadın hakları sorunu üzerinden sıkıştırmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır.
Kadın sorunu bir yandan siyasetler üstü bir çerçevede, burjuvazinin kamuoyu oluşturma araçları tarafından sürekli gündemde tutulmamaktadır ama diğer yandan burjuva partileri ve burjuva sosyalist akımlar içinde bulunduğumuz konjonktürde doğrudan devleti yahut hükümeti hedef gösteren bir siyasi mücadele yürütmekten kaçınmaktadır. Sürecin bu çelişkili gelişimi bir yandan “kadın sorunu”na hükümete karşı öfkenin kendisi aracılığıyla ifade edildiği ve geniş kesimleri, özellikle de kadınları, harekete geçirici bir nitelik kazandırdı. Diğer yandan da boş kalan siyaset meydanında bu gündemlerin içeriğinin belirlenmesinde kendini muhtelif feminist kimliklerle tanımlayan, siyasi iktidara karşı açıktan bir mücadele stratejisi ve çağrısı olmayan bir dizi akım örgütsel kapasitesiyle orantısız bir görünürlüğe sahip oldu. Bugün kadın hareketindeki uyanış denilen dalga esas olarak, bu çelişkili siyasi tablonun ürünüdür. İfşaların “kadın hareketinin önünü açıp açmadığı” sorusu soyut olarak değil bu siyasi tablo, dinamikler ve hesaplar akılda tutularak yanıtlanmalıdır.
Bugünkü İfşalar Düzen Güçlerinden Bağımsız Bir Kadın Hareketinin Önünde Engeldir
İlk söylenmesi gereken ifşaların sonucunda kitleselleşen, eyleme dökülen bir kadın mücadelesinin bulunmadığıdır. Kadınların sokağa dökülmesi ülkede derinleşen siyasi krizle ilişkilidir, sokağa çıkan “kadın hareketi” olarak görünmesi hükümetle cepheden karşı karşıya gelmekten kaçan Amerikancı muhalefetin tercihlerinden ötürüdür. İfşalarsa kadınların hükümete karşı öfkelerini daha kitlesel ve eylemli bir şekilde dışavurdukları bir dönemde gündeme oturtmaktadır.
Twitter’a bel bağlayan ifşaların, bu tür ifşaların bireyci, bireye odaklandıran, mağdur edebiyatı yapan mantığından ötürü, toplumsal mücadelenin önünü açamayacağını görmek zor değildir. Bireysel bir paylaşımın, üstelik bireyi bir mücadelenin öznesi değil bir saldırının nesnesi olarak sunan bir kamuoyu duyurusunun örgütlenmenin ve eylemlerin önünü açmayacağını öngörmek için toplumsal mücadele pratiğinde azcık yer almak kafidir. Nitekim bu ifşa dalgası boyunca ne yeni bir kadın örgütü ortaya çıkmış, ne yeni bir eylem platformu kurulmuş, ne de bir eylem dalgası boy vermiştir. Bu bakımdan komünistlerin bireysel ifşaları kadının kurtuluşu mücadelesinin bir aracı ve kaldıracı olarak tanımlaması, desteklemesi mümkün değildir.
Ancak içinden geçtiğimiz süreçte, zaten ifşalardan bağımsız olarak kadınların eylem ve etkinliklerinin arttığı koşullar altında, bireysel ifşaların yol açtığı farklı bir sorun daha vardır. Kadınlar hükümete karşı harekete geçerken kadınların ezilmişliği sorununu bireysel bir temelde ele alan bireysel ifşaların gündemdeki ağırlığının arttırması kadınların politik-toplumsal mücadelesinin önünü açmayacağı gibi kadınların hareketini hükümete karşı aktif bir eylem çizgisinden uzak tutmaya çalışan, kadınları İstanbul Sözleşmesi destekçiliğine mahkûm eden Amerikancı muhalefete yaramaktadır.
Amerikancı muhalefet bu kitlesel öfkeyi hükümete karşı açıktan mücadeleyi önüne koymuş bir şekilde harekete geçirmekten kaçınmaktadır. Kendini siyaset üstü gören, siyaset dışı hatta bir anlamda devrimci/sosyalist akımlara düşman bir çizgide ilerleyen ifşalarsa Amerikancı hükümetin planlarıyla uyumludur. Bu bakımdan içinden geçtiğimiz siyasi konjonktürde bu türde ifşaları destekleyip, yaygınlaştıran, ifşalara dayalı bir siyasi hesaplaşma gerçekleştirmek isteyen tüm hareketlerin Amerikancı muhalefetin dümen suyunda olduğu söylenebilir. Ama tersini söylemek daha doğru olur. Amerikancı muhalefetin dümen suyunda gidenler, burjuvazi tarafından siyasetsizliğe mahkûm edildikleri için kadınların başkaldırısını twitter ifşaları gibi siyaset dışı bir zemine hapsetmeye mecbur kalıyorlar.
“Eril Devlet” Tanımının Arkasına Gizlenen Toplumsal Barış Çağrısı
Yargının yahut devletin eril bir karakter taşıması nedeniyle kadınların ifşa temelli bir mücadeleye ve ceza arayışına mecbur kaldığı ifşa kampanyalarını destekleyenlerin bir başka gerekçesidir. Bu gerekçe kadın sorunun temelleri konusunda programatik bir kavrayışsızlığın ifadesi olduğu kadar, politik zeminde liberteryan, sivil-toplumcu, Avro-komünistlerin ve her boydan reformistlerin politik cephanesini oluşturduğu için ayrıca incelenmelidir.
Engels’in meşhur kitabının “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökenleri” adını taşıması tesadüf yahut rasgele bir seçimin ürünü değildir. Engels eserinde kadının esaretinin tarihsel ve sosyal bakımdan tüm ezme-ezilme ilişkilerinin temelinde yer aldığını gösterir. Kadının bir cins olarak ezilmesi, özel mülkiyet ilişkisinden önce gelmiş ve sınıflı toplumların kurulmasının zeminini döşemiştir. Benzer şekilde sınıflar devletten önce ortaya çıkmış, devlet sınıf mücadelesini bastırma, kontrol altında tutarak toplumun yeniden üretimini sağlama ihtiyacından doğmuştur.
Ailenin olmadığı koşullar altında miras aracılığıyla mülkiyetin sürekliliği sağlanamayacağı için, ailesiz bir özel mülkiyet düzeninden, şu ya da bu şekilde örgütlenmiş sınıflı toplumdan söz etmek mümkün olmaz. Kadının boyunduruk altına alınmasıyla kurulmuş aile olmadan sınıflı toplumlar kendini yeniden üretemez. Benzer şekilde üretim araçlarının bir toplumsal kesimin mülkiyetinde olmadığı koşullarda devlet sadece gereksiz hâle gelmez, aynı zamanda bağımsız silahlı varlığını sürdürebilecek maddi dayanaklardan da yoksun düşer.
Tam da bu nedenle kadının ezilmesine dayanmayan, kadının ezilmesinin temel araçlarından biri olan şiddeti kurumsallaştırıp içselleştirmeyen, “eril olmayan” bir aileden, “üretim araçlarının eril olmayan özel mülkiyetinden” yahut sınıflı bir topluma dayanmayan “sınıfsız toplum devletinden” söz etmek mümkün değildir. Unutmayalım ki proletarya diktatörlüğü dahi sınıfsız toplum devleti değil, sınıfsız topluma varma hedefini taşıyan bir devlettir. İşçi sınıfının ve yoksul köylülülüğün burjuvazi üzerindeki diktatörlüğünün adıdır.
Cinsiyetçi işbölümünün ortaya çıkmasını mümkün kılan temel aracın şiddet olduğu akılda tutulursa bir şiddet ve terör aygıtı olan devletin “eril olmaması” mümkün değildir. Köz’ün kadının kurtuluşu yolunda asıl toplumsal mücadelenin sosyalizmde verileceği saptaması da hoşluk ya da orjinallik olsun diye değil, bu temel gerçeği hesaba katarak yapılmıştır.
Bu bakımdan “eril aile”, “eril mülkiyet”, “eril devlet” en iyi ihtimalle içi boş bir totolojiyi dile getirmekte, ama esas olarak kadını ezmeyen bir ailenin, sınıflı toplum ilişkisinin yahut devlet düzeninin bulunduğu hayalini yayarak devletli, sınıflı, aileli bir sosyal barışın propagandasını yapmaktadır.
Burjuva Diktatörlüğünün Silahlı Bürokrasisini Yıkmadan Ezilenlerin Mahkemesini Kurma Hayalleri
Bununla birlikte aile, özel mülkiyet ve devlet arasında tek taraflı, tek yönlü bir ilişki yoktur. Aile sadece özel mülkiyet düzenini mümkün kılmaz, üretim araçlarının özel mülkiyeti de bir kez hâkim bir ilişki hâline geldikten sonra ailenin sürekliliğini korumasının zorunlu bir koşulu ve aile ilişkisinin yeniden üretiminin en önemli kaldıracı hâline gelir. Benzer bir durum özel mülkiyet ve devlet arasında da geçerlidir. Özel mülkiyet temelli sınıflı toplumlar devletin dayandığı temeldir. Ama devletin kendisi sınıflı toplumun, sınıf çatışmalarıyla yok olup gitmesini engelleyen temel güvencedir. Devlet olmadan istikrarlı bir sınıflı toplumdan söz etmek mümkün olmadığı gibi şekilde devlet olmaksızın kendini istikrarlı bir şekilde yeniden üreten bir aile yapısından da söz etmek mümkün olmaz.
O hâlde hem sınıflı toplumdan hem de ailenin vurduğu prangalardan kurtulmak için atılması gereken ilk adım verili devlet aygıtını parçalamak ve kendi kendine sönümlenecek bir devlet aygıtıyla üretim araçlarının özel mülkiyetine savaş açmak olmalıdır. Bu nedenle tüm ezilen toplumsal katmanların olduğu gibi kadınların kurtuluşu için de devrim şarttır. Kadının esaretini tümüyle ortadan kaldırmasa bile kadınların gücünü arttıran adımların atılması, cinsiyetçi işbölümünün maddi dayanaklarının yıkılması ancak devrimci bir iktidarla mümkündür.
Reformizmle devrimcilik arasındaki ayrım tam da bu noktada ortaya çıkar. Reformistler burjuva toplumu içinde muhtelif düzenlemelerle ezilen ve sömürülen yığınların maddi koşullarını kalıcı olarak iyileştirmenin, hatta bir bütün olarak sistemi dönüştürmenin mümkün olduğunu savunurken devrimciler reformların geçici ve kısmi karakterine işaret eder, reformların verili ilişkilerin temelini değiştirmeyen, sınırlı düzenlemeler olduğunun altını çizerler.
Sovyetler olmaksızın, burjuva diktatörlüğünün silahlı kuvvetleri, yasama, yürütme ve yargı aygıtları dağıtılmaksızın şu ya da bu işçi hükümetiyle, sendikasıyla yahut birliği ile işçilerin kurtuluş yolunu açmak mümkün olmadığı gibi, kadın mahkemeleri, kadın özsavunma birimleriyle kadınların kurtuluş yolunu açmak da mümkün değildir.
Burjuva diktatörlüğünün hüküm sürdüğü koşullarda işçi hükümetlerinin, yozlaşıp işbirlikçi bir çizgiye evrilmedikleri takdirde, uzun ömürlü olma şansları yoktur. Belediyeler yerel yönetimler aracılığıyla toplumu düzenleme hayallerini kuranları bekleyen akıbet bugün kayyum pençesine alınmış HDP’den farklı olamaz. Bu koşullar altında bir iktidar odağı dahi olamamış yerel halk meclislerinin, halk mahkemeleri, ancak bir devrim sırasında ya da arefesinde bir sıçrama tahtası, bir mevzi olarak kullanılabiliyorsa bir anlamı vardır. Bu koşulların olmadığı takdirde proletarya diktatörlüğünün yerini tutamayacağı açık seçik belirtildiği takdirde ancak sembolik ve esas olarak propaganda değeri olan bir anlamı olabilir. Gelgelelim, bugün olduğu gibi bir devrimci durumun içinde, bu tür girişimler proleterya diktatörlüğü fikrini karikatürleştirip, yozlaştırarak sosyalizme tedrici geçişin mümkün olduğunu savunan reformist propagandaya hizmet ederler.
Geçmişte maoist yahut her boydan gerillacı akım ayaklanma stratejisini benimseyenleri devrimci mücadeleyi ötelemekle, pasifizmle eleştiriyordu. Ulusal çapta bir ayaklanma olmadan da kızıl siyasi iktidarların kurulabileceği maoist akımların alameti farikası idi. Sovyetler Birliği’nin yenilgisinin ardından kızıl siyasi iktidarları savunanlar adım adım halk iktidarının bir ön adımı olarak sosyalist belediyecilik çizgisine kaydılar.
Bugün “eril yargı”, “eril devlet” bahanelerinin arkasına sığınarak ifşa siyasetini benimseyenler de bu bataklığın içindedir. Maoculardan farkları zaten hiçbir zaman devrimci, pratik, şiddet içeren adımlar atamamış olmalarıdır. “Eril devlet”in yargısını beğenmeyip “halkın adaletini” gerçekleştirenlerin tıpkı önceki dönemin devrimci maocu akımları gibi kurtarılmış bölgeler yaratmaları, kızıl siyasi iktidarlar benzeri iktidar organları yaratmaları gerekirdi. Bu yaklaşım tacizcileri kendi mahkemelerinde yargılayıp, cezasını bu mahkemelerde kesmeyi ve başka her türlü güvenlik ve adalet organının varlığını kabul etmemeyi şart koşardı. Hâlbuki söz konusu akımların ufku da, örgütsel imkânları da, siyasi cesareti de böyle bir mücadele çizgisine uyumlu değildir. Bugün benimsenen ifşa siyaseti sosyal medya üzerinden utandırma ve sosyal tecrit kampanyaları örgütlemekle sınırlıdır. “Eril devlet” ise yerli yerinde durmaktadır. Bu tür kampanyalarla geçelim alternatif bir yargı oluşturmayı, onu by-pass etmek bile mümkün değildir.
İfşa Kampanyaları Kimden Duyulan Korkuyu Büyütüyor?
“Korkun bizden”, “uykularınız kaçsın” sloganlarıyla yürütülen ifşa kampanyasının bir dehşet uyandırdığı kesindir. Hatta bu dehşetin kadına yönelik taciz ve şiddet girişimleri üzerinde caydırıcı, zaman zaman frenleyici bir etkisi dahi olabilir. Ama sorulması gereken asıl soru korkanların, cayanların kimden korktuğudur.
Şiddeti kim uyguluyorsa, şiddetin nasıl uygulanacağına dair kararları kim alıyorsa ondan korkulur. Bu tür ifşa kampanyalarının temel hedefi ifşalık olanların hukuki süreç içinde ceza almasını sağlamak, toplumsal yaşamda söz sahibi olan örgütlenmelerin bu kesimlerle olan ilişkilerini bitirmesini sağlamaktır. Bu anlamıyla bireysel ifşalara dayanan bir hareket esas olarak başta devlet ve sermaye olmak üzere toplumdaki güç odaklarına basınç uygulamayı esas olur. Başarılı olduğu oranda da devletin ve sermayenin gücünden duyulan korkuyu arttırır.
Amerikan savcıları Harvey Weinstein’ı hapse attırdığında güç kazanan kadınlar değil Amerikan adalet sistemine duyulan inanç oldu. Everest yayınları Hasan Ali Toptaş’la sözleşmesini feshedince sadece kendi reklamını yapmadı, aynı zamanda yayın ve dağıtım tekelleri çağında bir yazarın, bir küçük üretici dahi olamadığını, sermaye birikiminden aforoz edilen bir yazarın bir hiç olduğunu da gösterdi. Bu gelişmeleri kadın hareketinin yükselişi olarak selamlayanlar aslında sermaye düzeninin hâkimiyetini alkışlamaktadırlar.
Üstelik bir bütün olarak kana ve irine bulanmış sermayeden ve onun çıkarlarının bekçisi devletten medet uman tüm girişimler en iyi ihtimalle tutarsız ama genelde ahlaki bakımdan iki yüzlü bir konumda kalacaklardır. Atalarının kadınlarla olan ilişkisini sorgulayan kaç kemalist vardır? Devletin PKK’li kadın gerillalara yaptıklarına kendine kadın hareketi diyenlerden hangileri açıktan karşı çıkmaktadır? Twitter’dan ifşa kampanyaları örgütleyenler, tacizci Elon Musk Twitter hisselerini alınca Twitter’ı boykot etmişler midir? Tacizci Zuckenberg’in Facebook’unu boykot etmeye yönelik bir girişim var mıdır? Amerikan burjuvalarına genç kadınları pazarlayan Jeffrey Epstein’in can dostu Bill Gates’i yıpratmak için Windows kullanmaktan vazgeçme çağrısında bulunan bir hareket çıkmış mıdır, çıktıysa ciddiye alınmış mıdır acaba?
“Özel Olan Politiktir” Tespitinden Ne Anlamalı?
“Özel olan politiktir.” Üç kelimelik bu cümle, Avrupa ve Kuzey Amerika 68’inden filizlenen hareketlerin, kendi sağcı örgüt düşmanı yönelimlerine dayanak uydurmak için dolaşıma soktukları tespitlerden biriydi. Aynı cümle bugün de Türkiye solu içerisinde ne anlama geldiği hakkında hiç kafa yorulmadan, ezbere tekrarlanır.
Özel olan elbette politiktir. Başta sınıfsal olmak üzere, toplumsal kökeninden, özellikle günümüzde sermaye birikiminin yarattığı, dayattığı ve güdülediği ihtiyaçlardan, değerlerden bağımsız bireyler, bireysel ilişkiler yoktur. Bireyin kendisi bizatihi burjuva toplumunun bir ürünüdür. Bugün için bireysel olarak görünen ilişkilerin süregidebilmesi için elbette sınıfsal ilişkilerin sürmesi, ve bu ilişkilerin koruyucusu olan devletin aktif müdahalesi şarttır. Sermaye bireysel marifetlerin ürünü/ödülü olan bir değer değildir. Sermayenin özel mülk olarak birikmesi toplumsal bir süreç olan artı-değer sömürüsüne bağlıdır. Bu bakımdan işçi ve kapitalist arasındaki ilişki de özel bir ilişki değil her boyutuyla toplumsal bir ilişkidir.
Benzer şekilde kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler de kişilerin kendi iradeleriyle kurgulayıp yürüttükleri özel ve kişisel ilişkiler değildir. Kullanılan dilden, cinselliğin yürütülüş ve algılanış biçimine, şiddetin örgütlenmesinden kişiler arasındaki işbölümüne tümüyle toplumsal yapı ve devlet tarafından belirlenen ilişkilerdir. Tam da bu anlamıyla kadınlarla erkekler arasındaki en kişisel görünen, en mahrem kabul edilen ilişkiler dahi cinsler ve sınıflar arasındaki toplumsal ilişkiyi yansıtırlar. Bu anlamıyla özel, kişisel olarak görünen ilişkiler toplumsaldır, toplumsal olduğu için de politiktir.
Ancak “özel olan politiktir” şiarını 1968’den beri bayraklaştıranların maksadı bu temel gerçekleri tekrarlamak değil. Onlar “özel olanın politik” olduğu saptamasından “özel alanda”, kişiler arasındaki ilişkiler zemininde yürütülen direnişin, verilen tepkilerin politik bir karakter taşıdığını, politik mücadelenin bu türden özel, yerel, kısmi mücadeleleri büyüterek, bu tür mücadelelerle dayanışarak, bu mücadeleleri koordine ederek yürütülebileceğini savunuyorlar. Başka bir deyişle “özel mücadeleler politik bir karakter taşır” demek istiyorlar. Hâlbuki “özel olan politiktir” saptamasından çıkarılması gereken sonuç tam tersidir. Eğer özel olan politikse, özel alanda emekçilerin ve ezilenlerin karşısına çıkan sömürüye, baskıya son vermek ancak siyasi iktidarı hedefleyen bir politik mücadeleyle mümkün olabilir.
Daha da önemlisi özel alanda karşılaşılan ezme ezilme ilişkisine siyasi iktidar hedefi taşımayan mücadeleyle yanıt verildiği zaman, bu mücadeleyi yürütenler yaygın ve yanlış kanının aksine politikayla ilgilenmeyen yahut apolitik bir konuma düşmezler, siyaset boşluk tanımadığı için yürüttükleri “kendiliğinden mücadeleyle”, hâkim sınıf siyasetinin enstrümanlarından biri hâline gelirler. Lenin’in Ne Yapmalı’daki ekonomizm eleştirisi tam da bu noktaya parmak basar, işçilerin mücadelesini ekonomik mücadeleyle sınırlı tutmak isteyenleri işçileri hâkim sınıfın yedeğine sokmakla eleştirir.
Amerikan Hâkim Sınıfı İçinde Bir Hesaplaşmanın Enstrümanı Olarak “Me Too” Dalgası
Özel alanla sınırlı görünen mücadelelerin hâkim sınıf içindeki hesaplaşmalara nasıl hizmet ettiğinin en iyi örneklerinden biri Amerika’daki Me Too (Ben de) hareketinin gelişim öyküsü olsa gerek. Bugünkü ifşa hareketinin destekçilerinin Me Too’yu bir zafer menkıbesi gibi anlattığını düşünürsek, Me Too’nun ne türden bir burjuva hesaplaşmanın ürünü olduğunu öğrenmenin önemi artar.
Bundan yaklaşık 15 yıl önce Tarana Burke isimli Amerikalı bir siyah kadın “Ben de” hareketini başlattı. Burke uzun yıllar boyunca cinsel taciz mağdurlarına yardım etmeyi amaçlayan kurumlarda çalışmıştı, kendisi de çocukluk ve gençlik çağında tecavüze, bir dizi başka cinsel saldırıya uğramıştı. Burke’nin başlattığı hareketin maksadı cinsel tacize uğrayan kesimlerin deneyimlerini paylaşarak onların yalnız olmadıklarını görmelerini sağlamak, bu deneyim paylaşımı yoluyla güçlenmelerini sağlamaktı. Her gün onlarca toplumsal hareketin başlatıldığı Amerika’da “Ben de” kayda değer bir ilgi görmedi. Zaten Burke’nin kendisi de bu konu üzerinde yoğunlaşmayı bıraktı başka yardım derneklerinde çalışmayı sürdürdü.
On bir yıl sonra, ABD’deki iki etkili yayın organı New York Times sonra da New Yorker Hollywood’un en büyük yapımcılarından biri olan Harvey Weinstein’ın taciz ettiği kadınları susturmak için milyonlarca dolar harcadığıyla ilgili haberler yayımladı. Bu haberlerin ardından aktris, Alyssa Milano Twitter’da, tacize ve cinsel saldırıya uğrayanlar “Ben de” yazarak bu tivite yanıt versin, çağrısında bulundu. Bu çağrıyla birlikte “Me Too/Ben de” hareketi bir patlama yaptı. Yirmi dört saat içinde konuyla ilgili sekiz yüz bin tweet atıldı. Weinstein’ın önce görevlerinden istifa etmesi sonra da taciz davalarında mahkûm olması, bir dizi aktrisin başlarına gelen tacizi paylaşmaları konuyu diri tuttu ve bir senelik süre zarfında konuyla ilgili dünyanın dört bir yanından konuyla ilgili yaklaşık on dokuz milyon tweet atıldı.
“Ben de” hareketi elbette bir sokak hareketine dönüşmedi. Kevin Spacey’dan James Levine’a burjuva toplumun gönlünü hoş eden bir dizi meşhur kişi işlerinden atıldı. Amerikan tekelci medyasının sol kanadı tarafından “artık kadınlar konuşmaya başladı, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” soslarıyla yürütülen kampanya kimi sansasyonel taciz iddialarıyla zaman zaman canlansa da süreç içinde yine aynı kurumlar tarafından gündemden düştü. Sermayenin araçlarına yaslanarak yürütülen bu kampanyanın sermayenin desteği ortadan kalkınca sönümlenmesi elbette şaşırtıcı değildi. Ancak tüm bu süreç içerisinde dikkat çekici bir nokta vardı. Kampanyayı başlatan New York Times 2020 yazında kampanyaya vesile olan gazete haberinin aslında gazetecilik kurallarına uygun yapılmadığını ele alan bir yazı yayımladı. Ne haberi yapan gazeteciden ne de kadın örgütlerinden bu konuyla ilgili bir yanıt gelmedi. New York Times’ın itibarsızlaştırma kampanyası şaşırtıcı değildi. Zira 2020 seçimleri yaklaşıyordu ve Biden’ın senato ekibinde yer alan Tara Reade’nin yükselttiği taciz iddiaları vardı. Biden’ın seçimi kazanması için dönem dönem pompalanan “kadının beyanı esastır” “ilkesinin” rafa kaldırılması gerekiyordu. Öyle de oldu. Mee Too kampanyasına destek veren tüm oyuncu, çalgıcı, yazar çizer takımı bir kadın tarafından tacizle suçlanan Biden’a destek açıklamasında bulundu. Böylelikle kampanya bir başka sermaye içi operasyonda kullanılmak üzere internetin derinliklerine gömüldü.
Mee Too hareketi sosyal ve siyasal mücadeleden koparılmış ifşa girişimlerinin kime hizmet edeceğinin tek örneği değildir. Siyasi olmayan bir taciz karşıtlığı Wiki Leaks kurucusu Assange örneğinde olduğu gibi, Amerikan emperyalizminin istediği gibi at koşturabilmesine hizmet ederken, herşeyin gülünçleşerek yaşandığı CHP’de Aykut Erdoğdu, Özge Pomen örneğinde olduğu gibi bayağı siyasi hesaplaşmaların bir aleti olarak da kullanılmaktadır.
Twitter İfşalarına Destek Vermemek Tacizcilerin Cezalandırılmasından Uzak Durmak Anlamına Gelmez
Sosyal medyaya bel bağlayan, bireysel ifşaların kadınların kurtuluş mücadelesine engel olduğunu söylemek kadınların ve emekçilerin kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılıkla uğraşmak yerine hükümetin devrilmesi için mücadele etmelerini tavsiye etmek anlamına gelmediği gibi, “eril devlet”in etkisizliğinden dem vurup, kadın özsavunmaları kurmaya çalışanların reformist lafazanlığına işaret etmek tacizcilerin cezalandırılmasından uzak durmak anlamına da gelmez. Asıl tacizcilerin emperyalistler, devlet ve büyük sermaye olduğunu söylemek sınırlı yerel ölçekte gerçekleşen sömürüye ve baskıya gözünü kapamak anlamına da gelmez.
Gelgelelim komünistlerin mücadelesi siyasi bir mücadeledir. Tepkisel yahut hak dağıtmaya soyunan bir mücadele olmadığı için siyasi bir akılla yürütülmesi gerekir. Komünistler kadınları devrimci mücadelenin en ön saflarına çekmeye çalışırken siyasi hedefler gözetirler, taktikler, öncelikli hedefler, mücadele araçları belirlerler. Bunlara dair peşin bir reçete tasarlamaksa doktrinerlik olur. Önemli ve değişmeyecek olan bu mücadelenin hangi esaslar çerçevesinde yürütüleceğidir. Aslına bakılırsa komünistlerin kadınların uğradıkları ayrımcılık ve baskılar karşısındaki yaklaşımları onların diğer sosyal mücadeleler konusundaki yaklaşımlarından farklı değildir. Komünistlerin kadın hareketi içinde kışkırtmaya ve önderlik etmeye kararlı olduğu mücadele devlete ve sermayeye bel bağlamayan, asli amacı kadınların örgütlenmesini kitleselleştirmek, eylem çizgisini militanlaştırmak olan, temel hedefin siyasi iktidar olduğunu bir an bile akıldan çıkarmayan, siyasi gerçekleri bütün bağlantılarıyla açıklayan bir mücadeledir.
Sol Akımların İfşalar Karşısında İçine Düştüğü Durum Bir Neden Değil Sonuçtur
Çoğunlukla sosyal medyaya yaslanan bireysel ifşaların kadınların kurtuluş mücadelesine engel olan burjuva bir yöntem olduğunu söylemek esas olarak bir durum tespitidir. Kadın hareketinde komünist mücadele çizgisiyle burjuva mücadele çizgisi arasındaki farkları tarif eder. Ama ifşa siyasetini davulla zurnayla selamlayan sol akımların burjuva sosyalizmin etkisi altında olduğunu söylemek bugün sol akımların içine düştüğü bataklığı açıklamak için yeterli değildir. Zira sol akımların ifşalar karşısında içine düştüğü durum bir neden değil sonuçtur. Asıl neden solu etkisi altına almış tasfiyeci reformist dalga ve bağımsız bir politik pusuladan yoksun sol akımların örgütsel ve politik tercihleridir.
Örgütsel bağımsızlık komünist siyasetin olmazsa olmazlarındandır. Komünistlerin bağımsız örgüt vurgusu elbette bir yönüyle kendi örgütlerinde sadece komünistlerin söz ve yetki sahibi olması anlamına gelir. Ama daha önemlisi komünistlerin kendilerini diğer işçi ve ezilen yığınlarından ve onların örgütlenmelerinden siyasi ve örgütsel olarak ayıran bir örgütlenmeye sahip olmaları anlamına gelir.
Komünistlerin kendilerini işçi ve ezilen yığınlarından bağımsız, yani bu kesimlere müdahale etmeyi amaçlayan ama bu kesimlerin müdahalesine kapalı bir şekilde örgütlenmesinin gerekçesi ilk olarak Alman İdeolojisi’nde ifadesini bulmuş, sonrasında da Ne Yapmalı’da Lenin tarafından üstüne basa basa tekrarlanmıştır: “Her çağın hâkim fikirleri hâkim sınıfın fikirleridir.” Burjuva toplumu içinde işçi hareketleri dahil olmak üzere tüm toplumsal muhalefet hareketleri burjuva ideolojisinin, burjuva siyasetinin etkisini taşır. Bu kesimlerin bir parçası olduğu bir parti aynı zamanda burjuva siyasetinin etkisine açık, onun tarafından yönlendirilen bir parti olacaktır.
Komünist hareketin ezilen, sömürülen yığınlarla ilişkisi de bu örgüt anlayışı çerçevesinde şekillenir. Komünist hareket ezilen sömürülen yığınlara, onları bünyesine katarak değil, onlara kendi bağımsız örgütüyle siyasi müdahaleler yaparak, onları kendi çizdiği çerçevede örgütlendirip hareket ettirerek önderlik etmeyi amaçlar. Bu bakış açısıyla bir işçi çalışması yürüttüklerinde komünistlerin maksadı hâlihazırdaki işçi hareketini komünist olan ve olmayan diye bölmek, burjuva sosyalizminin işçi hareketi içindeki taşıyıcılarını etkisizleştirip, dağıtmak, işçi hareketini komünist temellerde birleştirmektir. Benzer bir yaklaşımı gençlik yahut kadın çalışmaları söz konusu olduğunda da gösterirler.
Türkiye’de tasfiyecilik kendi yolunu sınıftan, kitlelerden kopuk devrimcilik eleştirisiyle açtı. Devrimcilerin, devrimci siyasetin kitlelerden kopuk olduğu yalanı, devrimcilerin sözümona dar örgüt kalıplarını aşması hedefiyle, devrimci örgütleri kitle partilerine dönüştürme projeleriyle birlikte piyasaya sürüldü. Önce maceracılık, küçük burjuva devrimciliği, zamansız hareket etme özeleştirileri verildi. 12 Eylül sonrasında devrimci örgütlerin sendikalarla, kadın örgütlenmeleriyle arasındaki sınırları iyice belirsizleşti. Devrimci hareketlerin gençlik ve kadın kolları, işçi çalışmaları, bu örgütlerin kendi dışlarındaki hareketlere müdahale aracı olmaktan çıktı. Gençlik, kadın, işçi hareketlerinin taleplerini ve mücadele yöntemlerini örgüt içine taşıyıp, örgüt içinde temsil eden politik birimlere dönüştü. Zaman içinde bu katmanlar öğrenciler, aleviler, çevreciler, LGBTİ+lar, veganlar diye daha da çeşitlendi, sosyalistlerin örgütleri adım adım farklı toplumsal hareketlerin dayanışmacı koalisyonuna dönüştü. Devrimci örgütler bu kitlelere devrimci temelde müdahale etmek yerine, kendi örgütsel yapılarını bu hareketler kendini evinde hissedeceği şekilde dönüştürmeye, yani kendi örgütsel işleyişini inkâr eden bir hatta sürüklenmeye başladı.
“Kitlelerden öğrenmek” “üstenci tavırlardan” kurtulmak tasfiyeciliğin bir başka düsturu oldu. Devrimcilerin ancak devrim mücadelelerinden, ancak bu süreçlere devrimci bir partiyle müdahale edebildikleri takdirde dersler çıkarabileceği gerçeği ters yüz edildi. Kitlelerden öğrenmek bahanesiyle devrimci örgütler iyiden iyiye hâkim sınıf etkisindeki kitlelerin etkilerine ve tepkilerine açık hâle getirildi. Solun ifşalar karşısındaki perişan durumu esas olarak bu yönelimin ürünüdür.
Kitleselleşme adına işçi hareketinin, öğrencilerin en geri reflekslerini ve mücadele yöntemlerini alkışlayanlar elbette ifşa dalgası patlak verdiğinde bunu da sevinçle karşıladı, söz konusu dalgayı kadın hareketinin uyanışının bir evresi olarak selamladı. Böylece konu karşısında kendisini iyiden iyiye silahsız bıraktı.
Kendi örgütlerini bir kitle örgütüne dönüştürenler, devrimci örgütleri sınıf mücadelesinden süzülmüş prensiplerin değil, şu ya da bu muhalefet hareketinin kısmi taleplerinin yönlendirmesine göz yumanlar elbette kısa zaman sonra ifşa dalgasının öncelikle kendisini vurduğunu bizzat yaşayarak gördüler. Kendini kadın yahut LGBTİ+ hareketlerinin bileşeni olarak tanımlayan, ekolojik duyarlılıkları olan, türcülük karşıtı bu kesimler elbette içinde bulundukları sosyalist örgütlerin sözüm ona saydam, demokratik bir kitle örgütü davranmasını bekleyecek, kendi talep ve şikayetlerine derhal ve istedikleri gibi yanıt vermesini talep edecek, kendi talepleri yerine getirilmiyorsa elbette isyan ve itiraz edecek, taleplerini yerine getirmeyenleri kitleler önünde teşhir edecektir.
Kendini bir halk örgütü, işçi partisi, kadın partisi olarak sunanların, kitle hareketlerinin geri eğilimlerine dalkavukluk yapanların kimseye kızmaya hakkı yoktur. Partinizi, örgütünüzü, platformunuzu “kitleselleşmek” adına, komünist yahut devrimci olmayan kesimlerin içinde yer alabileceği bir forma sokarsanız, programa, mücadele yöntemine ve örgütsel işleyişe dair bir ortaklığınız bulunmayan kitleleri bünyenize katarsanız onlar da kendilerini etkileyen her sorunda kitle gibi davranırlar. Burjuva ideolojisini, alışkanlıkarı, refleksleri ve beklentileri partinizde yayarlar. Zira ideolojisi, örgütsel tercihleri olmayan soyut, bakir bir kitle yoktur. Komünist anlayışta kitle kavramı kendi kendine yahut esas olarak sınıfsal içgüdüleriyle hareket eden bir kesimi değil komünist bir siyasal bilinç ve örgütten yoksun kesimleri anlatır. Lenin’in “Ya komünist ideoloji ya da burjuva ideolojisi. Orta yol yoktur” tespiti tam da bu kesimlerin burjuva ideolojisinin etkisi altında olduğunu anlatır.
Bununla birlikte Türkiye’deki sözümona kitle, sınıf, kadın partilerinin, örgütlerinin kitlelerin ele geçirdiği örgütler olduğunu söylemek gerçek durumu yansıtmadığı gibi kitlelere dahi haksızlık etmek anlamına gelir. Bugün Türkiye’de söz konusu kimliklerle mücadele eden yapılar esas olarak tasfiyecilerin hâkimiyetinde, çoğu zaman onlar ve dar ilişki ağlarıyla sınırlı bürokratik yapılardır. Bu yapıların bağrında filizlenen burjuva ideolojisi burjuva ideolojisinin etkisi altındaki kitlelerin bu örgütleri ele geçirmesi sonucunda değil, bu örgütler içindeki tasfiyecilerin “kitleleri kazanmak” umuduyla söz konusu örgütleri burjuva ideolojisine uygun bir şekilde yeniden yapılandırması, devrimci birikime ve kültüre dair ne varsa kapı dışarı etmesiydi.
Muhtelif sosyalist örgütleri hedef tahtasına oturtan ifşa kampanyaları da ancak bu gelişme akılda tutulduğunda anlam kazanır. Söz konusu ifşalar kadın, yahut ezilen hareketin mücadelesinin bir ürünü olarak yükselen bir dalganın ifadesi değildir. Bulundukları örgütleri tümüyle burjuva, liberal örgütlere çevirmeye çalışan ve birbiriyle rekabet hâlinde bulunan tasfiyecilerin kendi aralarındaki mücadeleyi yürütürken başvurdukları bir silahtır. Tam da bu nedenle, bugünkü tartışmayı ifşaya, tacize, kadın düşmanlığına karşı nasıl mücadele edileceğine dair bir tartışmaymış gibi ele almak safça, yüzeysel ve yanıltıcı değerlendirmeler yapmaya yol açar.
Devrimci olma iddiasındaki örgütlerin ise bu durumdan şikayet etmek yerine önce kendilerine çeki düzen vermesi, bir kitle örgütü/kitle partisi olma yönelimini terk etmesi, kitle hareketleriyle arasındaki mesafeyi “Kadın hareketinden, işçi hareketinden, LGBTİ+ hareketinden öğreniyoruz” ambalajıyla reformizmi ve liberalizmi pazarlamaya çalışanlarınsa alkışlayıp, örnek gösterdiği mücadele yöntemleri gelip kendilerini vurunca şikayet etmeye, sıkışınca “örgüt hukuku”, “devrimci tutum” kavramlarının arkasına sığınmaya hakkı yoktur.
Örgüt Sorununa Yaklaşımda İki Kutup: Kitle Dalkavuğu Legalizm Ve Komünizm
Legalizmin, kitle dalkavukluğunun revaçta olduğu bugünlerde devrimci örgütlenmenin esaslarına dair kimi temel noktaları üstüne basa basa hatırlatmak gerekli.
Herşeyden önce devrimci örgütler geçelim kimin hangi organda hangi sorumluluğu üstlendiğine dair yahut kimin üyeleri olup olmadığına dair bilgileri kendi dışlarına yaymayı, kendi içlerinde dahi bu bilgileri paylaşmazlar. Bugünün, devrimcilik konusunda mangalda kül bırakmayan, legalist-reformist örgütlerinin üye, yönetici, sorumlu bilgileri havada uçuşmaktadır. Örgütler devrimcilikten uzaklaştığı oranda bu örgütlerde kümelenmiş militanlarda örgütlü olduğunu vurgulama ihtiyacı arttı, bir anlamda altı boş içi kof reklamcılık eğiliminin artması bu sorunu katmerlendirmektedir.
Devrimci siyasi mücadele içinde devrimci partiler örgütler elbette siyasi hatalar yapar, bu hataların politik özeleştirisini kitlelerle paylaşmasından doğal bir şey yoktur. Zira bu özeleştiriler sadece hangi siyasi çizginin yanlış olduğunu değil aynı zamanda hangi siyasi çizginin doğru olduğunu da içerdiğinden kitleler içinde siyasi mücadele veren bir akımın kesinlikle bu özeleştirisini kitlelerle paylaşması gerekir.
Buna karşılık devrimci hareketin örgütsel işleyişini olduğu kadar, aldığı örgütsel kararların da gizliliğini koruması kesinlikle gereklidir. Kitlelere kendi örgütsel işleyişi, üyeleri, bu üyelere dair aldığı kararlar hakkında bilgiler veren bir örgüt örgütsel bağımsızlık iddiasından çoktan vazgeçmiş demektir. Hâlbuki devrimci örgütün işleyişi sadece o örgütü ilgilendirir. Kimse bu örgütten bir açıklama, bilgilendirme talep edemez. Örgütsel işleyişe dair açıklamalar yapmak, raporlar sunmak kitle partisine giden yolda atılan adımlardan biri olarak kabul edilmelidir.
Devrimciler Örgütü İyi ve Ahlaklı İnsanlar Topluluğu Değildir
Devrimci örgütlerin ifşalar karşısında kendi içlerinde apar topar soruşturmalar düzenleyip, soruşturma sonuçlarını bir marifetmiş gibi kamuoyuna açıklaması bir başka nedenden ötürü de yanlıştır.
Devrimci bir parti ya da örgütte bulunan militanları bir arada tutan şey ortak bir politik dava ve ortak politik prensipler olmalıdır. Devrimciler örgütü bir iyi ve ahlaklı insanlar topluluğu değildir. Sömürü ve ezme ezilme ilişkileriyle hiçbir ilişkisi olmayan kişiler topluluğu değildir, olamaz da.
İçinden geçtiğimiz, burjuva sosyalizminin damgasını vurduğu siyasi iklimde toplumda şu ya da bu ezen konumda, emekçilere dair suç işlemiş kişilerin bulunamayacağına dair genel bir kabul vardır. Bu yaklaşımın sahipleri toplumda ezme ezilme ilişkilerinin kapsamını fark edemeyecek kadar yüzeysel bir bakış açısına sahip oldukları gibi ve devrimci örgütlerin komünist toplumun mikrokozmosu olduğu/olması gerektiği yanılsamasından muzdariplerdir.
Tacizcilere yaşam hakkı tanımayan, kendi içinde tacize geçit vermeyen bir parti! İçinde bulunduğumuz liberal siyasi iklimde bu tür parti tarifleri kulağa hoş gelmektedir. Peki ama bu doğru bir yaklaşım mıdır? Daha da önemlisi hayata geçirmek mümkün müdür?
Tacizin, kadına yönelik şiddetin, her türden cinsiyetçi pratiğin toplumsal zeminde lanetlenmesi ve lanetlemenin de ötesinde mücadeleyle yok edilmesi gereken eylem ve tutumlar olduğu açıktır. Peki ama diyelim ki emek sömürüsü tacizden daha hafif bir suç mudur? Daha mı kabul edilebilir bir problemdir? Tüzüğünde sigortasız işçi çalıştıranların parti üyesi olamayacağını söyleyen işçi dalkavuğu partiler vardır ama ücret karşılığı işçi çalıştırmayı ihraç nedeni olarak gören hiçbir sosyalist parti niye yoktur? Tacizcileri parti dışına atma konusunda herkes hemfikirken neden kimse ücretli işçi çalıştıranların; kafe, kitapçı işletenlerin; tekstil atölyesi sahiplerinin partiden derhal uzaklaştırılması gerektiğini savunmaz? Evine temizlikçi çağıranlar, çocuk bakıcısı tutanlar neden partiden atılmaz? Aslında soruların yanıtı açıktır. Burjuva toplumu tarafından kabul edilemez davranışlar sosyalistler tarafından da kabul edilemez görülmekte, burjuva toplumu tarafından doğal kabul edilen davranışlar sosyalistler açısından da kabul edilebilir olmaktadır. Ücretli emek sömürüsü burjuva toplumunun temel kuralı olduğu için sermaye sahiplerinin partide yer almasına itiraz eden sosyalist hareket sayısı yok gibidir.
Sosyalist örgütlerin işleyiş kurallarıyla burjuva toplumunun değer yargıları arasındaki ilişkiyi daha iyi görmek için soruları emek sömürüsü alanından çıkarıp çeşitlendirebiliriz. Tacizciler bir partide barınamıyorsa çocuklarını dövenler, erkek çocuklarını sünnet ettirenler bu partide nasıl yer alabilmektedir? Peki ya her biri birer emperyalist suç örgütü olan Avrupa Birliği’nden, Dünya Bankası’dan, Birleşmiş Milletler’den fon alanlar? Polisler, imamlar, subaylar, parti üyesi olduklarında görevlerinden istifa mı edeceklerdir? Zorunlu askerlik yapanlar, bu “vatandaşlık görevinden” para verip sıyrılanlar ne olacak? Onlar da halka karşı suç işledikleri için mahkûm mu edilecekler? Peki ya küfür edenler, cinsiyetçi söz kalıpları kullananlar, ev işlerine yardım etmeyenler? Bu kesimler de partiden ihraç edilecek midir yoksa işledikleri cürüm tecavüz kadar ağır olmadığı için, kınama ya da uzaklaştırma cezasıyla durumu kurtarabilecekler midir?
Tacize, sömürüye, baskıya sıfır tolerans fikriyle hareket edenlerin tutarlı hareket ettikleri takdirde varacakları nokta hiçbir mensubu olmayan, daha doğrusu kapitalist toplumda kendini “temiz tutma ayrıcalıklarına sahip” kesimlerle sınırlı sosyalist örgütler olur.
Komünist bir partinin kapitalizme karşı mücadele edip etmediği, bu partinin içinde şu ya da bu kapitalist bireyi barındırıp barındırmadığını ölçerek anlaşılmaz. Komünistlerin burjuvazinin siyasi etkisine cepheden karşı durup durmadığı, bu partinin kadrolarının burjuva toplumunda yaygın olan alışkanlıklara sahip olup olmadığını araştırarak sınanamaz. Partinin kapitalizme karşı yürüttüğü mücadelenin kanıtı onun sınıf işbirlikçiliğine karşı uzlaşmaz bir siyasi çizgi benimsemesi ve tüm parti örgütlerini, ve elbetteki bu örgütlerdeki ajitasyondan, propagandadan, teknik vs. hizmetlerden. sorumlu tüm militanlarını, proleter devrimci bir çizgi doğrultusunda harekete geçirmesidir. Lenin’in de teyit ettiği gibi, bunun Rusya koşullarında olasılığı ne kadar düşük olursa olsun, parti üyesi bir papazın varlığı Bolşeviklerin dinci gericiliğe karşı kararlı bir mücadele veremeyeceğini göstermez. Parti çizgisini ve örgütsel işleyişini değiştirmediği sürece, papazın parti üyesi olması partinin değil papazın sorunudur. Aynı mantıkla, cinsiyetçi bir toplumun değer ve davranışlarını kendi gündelik pratiği içinde yansıtan kişilerin varlığı da komünist bir partinin cinsiyetçiliğe karşı uzlaşmaz mücadelesini sekteye uğratmaz.
Devrimci örgütlere giriş koşulları ve çıkış koşulları arasında bir fark olmamalıdır. Devrimci bir örgütün amaç ve ilkelerini benimseyip, bu örgütün hiyerarşik işleyişi içinde mekanizmalara uygun şekilde çalışabilen herkes devrimci bir örgütün üyesi olabildiğine göre sadece bu örgütün amaç ve ilkelerini benimsemeyenler, örgütün talimat ve kararları doğrultusunda faaliyet yürütmeyi reddedenler devrimci örgütten çıkarılmalıdır.
Tam da bu nedenle, bir komünist örgütün içindeki, herhangi bir militanın gündelik ve özel yaşamı kendi örgütünün öncelikli ve asıl gündemi olmadığı gibi, komünist bir örgüte mensup kimsenin yaşamının mutlak anlamda dokunulmaz hiçbir alanı yoktur. Militanların “özel yaşamı”, kişisel ilişkileri, alışkanlıkları bir komünist örgütün gündemine bu örgütün yürüttüğü siyasi faaliyetle ilgili olarak gelir. Komünist örgüt militanlarının özel yaşamının, bu örgütün siyasi faaliyetine ve örgütsel işleyişine engel olan kısımlarına müdahale edebilir, etmelidir.
Dahası kendi militanlarının üzerinde onların yürüttüğü siyasi faaliyetin dışında kalan alanlar üzerinde bir denetim kurmaya çalışan örgütlerin kaçınılmaz olarak tüm partili militanlar için ayrı ayrı sicil defterleri tutması, bu defterleri üretip, denetleyen ama kendisi denetim dışı olan devasa bir parti bürokrasisi yaratması gerekir. SBKP’nin yozlaşma sürecinde görüldüğü üzere bu bürokrasinin varlığı bireysel, grupsal zorbalıkları, sömürü ilişkilerini engellemediği gibi bürokrasinin kendisi karşı devrimin en önemli aygıtına dönüşmektedir.
Son olarak, konu taciz yahut kadına yönelik şiddet olduğunda örgüt içindeki sorunları mevzuatla, idari mekanizmalarla çözmeye çalışmak aslında bir acz ifadesidir. Zira devrimci bir örgüt kendi militanlarına faşistlerden de devletin kolluk güçlerinden de işkence timlerinden korkmamayı, tek başına kalsa dahi bu güçlerin karşısında cepheden mücadele etmeyi öğretmiş, bu kesimlerin karşısında şiddet uygulama becerisini kazandırmış olmalıdır. Taciz karşısında sızlanan, ifşa dışında bir yol bulamayan, tek başına yahut yoldaşlarıyla tacizciyi susturmayan, etkisizleştiremeyen, cinsiyetçi pratiklerin karşısında durmayı beceremeyen hımbıl, şikayetçi militanlarla bir devrimciler örgütü kurulamaz, yaşatılamaz.
Çıkış Yolu Devrimci Partiyi Yaratmak İçin Sorumluluk Almaktan Geçer
Sol akımların bugün içinde debelendiği açmaz, esas olarak tasfiyeciliğin ürünüdür. Kurulu düzeni zor yoluyla yıkıp devrimci bir iktidar kurma hedefinden vazgeçip devlete ve burjuvaziye baskı yaparak reformlarla düzeni ıslah etmeye çalışanlar, kitlelerden öğrenme adına devrimciler örgütünün siyasal bağımsızlığından, kitleselleşme adına devrimci örgütün örgütsel bağımsızlığından vazgeçenler bugünkü utanç verici duruma yol açan tasfiyeciliğin mimarları ve yürütücüleridirler.
İfşalarla ortaya çıkan durum ne kadar çarpıcı olsa da tasfiyeci tablonun sadece bir veçhesidir, üstelik en önemli olmayanıdır. Düzen partileriyle işçi partileri arasında çöpçatanlık rolüne soyunanlar, örgütsel bilgileri ve tartışmaları anı kitapları, belgeler, ya da dedikodular aracılığıyla etrafa saçanlar, örgütlerinden herhangi bir siyasi açıklama yapmadan ayrılıp bunu marifetmiş gibi sağda solda anlatanlar, kendi yoldaşlarıyla yaşadığı sorunları çözmek için devlete başvuranlar, birbirleriyle sendikal rekabete girişip bunu kadına şiddet sorunu olarak sunanlar… Bunların hepsi aynı tasfiyeci sürecin ve onun reformist ürünlerinin farklı görünümleridir.
Bu sürece müdahale etmek isteyenlerin sorumluluğu bu tabloyu bütün görünümleriyle karşısına almak ve bir çıkış yolu göstermektir. Bu çıkış yolunu tarif etmeden yapılan tüm eleştiriler sol içerisindeki devrimci güçlerin maneviyat bozukluğunu arttırmaktan başka sonuç üretmeyecektir. Çıkış yolunu göstermek için takip edilmesi gereken devrimci çizginin ne olduğunu söylemek yetmez aynı zamanda bu çizgiyi hayata geçirecek devrimci partiyi yaratmak için bir platform ve strateji tarif etmek, devrimcilik iddiasında olan tüm güçleri bu partiyi yaratmak için sorumluluk almaya çağırmak da gerekir. Komünistlerin birliğini savunanların varlık nedeni bu platform zeminini sağlamlaştırmak ve bu çağrıyı yükseltmekten başka bir şey değildir.