thumbnail of Söyleşi (1)

9 Temmuz Pazar günü, “Lozan’ın Yüzüncü Yılında Gerici Türk Devletinin Yaşama Şansı Var Mı?” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşide söz alan yoldaş, şu noktalara dikkat çekti:

“Lozan da aslında tıpkı Sevr ve Versay gibi Birinci Paylaşım Savaşı ardından imzalanmış bir emperyalist barış anlaşmasıdır. Ancak Lozan’da açıklanması gereken iki ayırt edici özellik göze çarpar: Birincisi, Lozan Sevr’i gözden geçirmiştir. İkincisi ise, savaşın kaybeden diğer tarafı ve üstelik gerek askeri gerek iktisadi açıdan Osmanlı’dan daha iyi durumda olan Almanya ile imzalanan Versay Anlaşması’nın şartları Lozan’dan daha ağırdır.

Türkiye’de bu farklara dair yaygın açıklama, 1919-1923 arasında “Kurtuluş Savaşı” ya da bir milli mücadele yaşandığı, bu milli mücadelenin zaferle sonuçlanmasıyla daha ağır olan Sevr şartlarının gözden geçirilmek zorunda kaldığıdır. Türkiye’de sol da ekseriyetle bu milli mücadele anlatısına katılır, bu görüşler ile solun anti-emperyalist konusundaki çarpık görüşleri yakından ilgilidir. Solun ulus devletlerin emperyalist devletlere karşı bir kazanım olduğu ezberi vardır. Emperyalistler ulus devletleri kendilerine daha iyi bağlamak için üniter yapılarını sarsmaya, onları iç karışıklıklara sürüklemek isterler. Oysa “böl parçala yönet”, ezilen ulus mücadelelerini birbirinden ayırmayı hedefleyen bir emperyalist taktiktir. Ezilen ulus mücadeleleri doğası gereği anti-emperyalist, Lozan’ın bekçisi ulus devletler ise emperyalizmin işbirlikçileridir.

Lozan’ın emperyalist ve karşı devrimci yönü Ekim Devrimi düşünüldüğünde daha net ortaya çıkar. Lozan, Ekim Devrimi’nin şekillendirdiği siyasi gelişmelerin sonucunda, Ekim Devrimi’nin Kafkasya üzerinden Anadolu ve Mezopotamya’ya yayılmasını engellemek için atılmış bir adımdı. Bu nedenle bölgede işbirlikçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı Türk devleti tahkim edildi. Suphilerin kanı elinde olan karşı devrimci, gerici bir devlet böylece kurulurken, bağımsız birleşik Kürdistan davasının önüne de bir set çekildi.

Yüz sene sonra Türkiye hala ayakta olsa da, tarihinin en büyük siyasi krizinin pençesindedir. Lozan ile tescillenen ama temelleri tümüyle çürük olan, üniter ulus devletin payandaları on yıllardır aşınırken bugün Türk devletinin Kürdistan’daki varlığını sürdürmesi, tümüyle askeri önlemlere yaslanarak mümkün olmaktadır.

Lozan’ın Kürt kimliğini yok sayma adımları da başarılı olmadı. İslam ortak paydası altında ümmete eş bir ulus tanımlandı, Kürtler İslam’a dayalı bir asimilasyon ve inkarın öznesi haline geldi. Ancak buna rağmen isyanlar durmadı. Şeyh Said’de, Zilan’da, Ağrı’da Kürtlerin başkaldırısı sürdü; serhildanlarla devam etti.

Sadece Lozan’ın sınırlarını çizdiği coğrafyadaki ezen ulus devletlerinin durumu değil, Lozan imzacısı emperyalistlerin durumu da parlak değil. Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası keskinleşiyor. Dünya gittikçe Birinci Paylaşım Savaşı dönemine benzeyen nesnel koşullara kavuşurken, Kürdistan hala bu paylaşım kavgasının odak noktalarından biridir. Emperyalistler bugün ne işbirlikçi devletleri eskiden yaptığı gibi tahkim ederek kendi pozisyonlarını güçlendirebiliyor ne de yeni bir paylaşım savaşının fitilini ateşleyebiliyor.

Bu tablonun çözümü ise ancak proleter bir yöntem ile mümkündür. Bunun yanıtını, Türk devletini gerici diye nitelememizin sebebini düşünerek verebiliriz. Emperyalizm çağında varlığını sürdüren devletler doğası gereği gericidirler. Ancak Türk devletinin gerici olmasının bir anlamı daha var. Fransız Devrimi’yle burjuva devletler de, bazı sorunların burjuva çözümünü getirmek adına kimi kesimlere hak ve özgürlükler tanımlamıştır. Türkiye ise bunun gibi, burjuva demokratik anlamda bir çözüm getirebilmiş değildir. Üniter sistem bir anlamda mutlakiyete benzer bir mantığı cumhuriyet altında sürdürmektedir. Bu nedenle Türkiye’de bu sorunun burjuva anlamda bir çözümünü önermek bile sözkonusu olamaz.

Bugün Lozan çökmektedir. Onun temel dayanaklarını vermekte olduğu gerici cumhuriyet de çökmektedir. Bu çöküş, her ne kadar faşizm teorileri üretilse de, “NATO’nun 2. büyük ordusu” diyerek güzellemeler yapılsa da daha geniş kesimler tarafından fark edilmektedir. Deprem bu güçsüzlüğü en geniş şekilde gözler önüne sermişti. Bu şartlar altında devrimci sorumlulukların her zamankinden daha fazla ciddiye alınması gerekir. Bu nedenle devletin gücünden bahsederek demokratikleştirme çabası reformizme sığınmanın, devrimci sorumluluktan kaçmanın bahanesi olarak görülmelidir. Kendi kendine yıkılmayacak olan devleti yıkma sorumluluğundan kaçmayanlar ise farklı bir yola saparlar. Türkiye’de bunun farkında olara komünist bir partinin yaratılması için mücadele etmek gerekir. Kürdistan’da ise ayrı bir devrimi yapmak adına ayrı bir komünist öznenin oluşması gerekir.

Ancak Lozan’ın çizdiği sınırlar da sadece Türkiye veya Kürdistan’ın sorunu değildir. Hem Kürdistan’ı ilhak eden dört devlet olduğu için, hem bu devletlerdeki ve Kürdistan’daki devrim dinamikleri birbirini etkilemeye açık olduğu için, hem de emperyalistler Kürdistan’ın bölünmesi yönünde taraf oldukları için bu sorunu uluslararası bir sorun olarak tanımlamak gerekir. Dolayısıyla çözümü de yerel veya ulusal olamaz. Bu nedenle Komintern’in ilkelerine bağlı kalacak, onun kızıl bayrağını yeniden yükseltecek, ancak onun Ekim Devrimi’nin ardından Kürdistan konusundaki eksikliklerinden ders alan ve bu hataları tekrar etmeyen bir uluslararası merkezin yaratılması yönünde harekete geçmek gerekir.”

İstanbul’dan Komünistler