HDP’nin aday çıkarmayacağını açıklamasıyla birlikte Cumhurbaşkanı seçiminin tarafları netleşti. Seçimde Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun dışında bir üçüncü aday bulunmuyor. İnce ve Erbakan gibi adayları ise hem Altılı Masa’daki uyumsuzluğun ve huzursuzluğun ifadesi hem de hükümetin muhalefetin tekerine soktuğu çomak olarak görmek gerekir.

“Bu Seçim Çok Önemli”

2009-2019 arasındaki on yılda dokuz kez sandık kuruldu. “Bu seçim çok önemliydi” uyarısı her seçimde artan dozda tekrarlandı. Sonraki dört yıl bir seçim olmadı ama dört yıldır seçim atmosferindeyiz. Bu seçimin hepsinden önemli olduğunu gündelik yaşamın her alanında hissetmek mümkün. Adım adım gerginleşen bir iklimde partiler, sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ittifak, eylem, eylemsizlik kararlarını seçime bağlı veriyorlar. Öfke, umut ve endişeyle seçim bekleniyor.

2023 seçimi elbette kritik bir kavşakta gerçekleşen ve öncekilerden çok daha önemli bir seçim. Ama seçimin önemini idrak edebilmek için önce seçimi önemli kılanın ne olmadığını netleştirmeli. 14 Mayıs “faşizm ve demokrasi güçleri arasındaki” bir seçim değil, “faşizmi sandıkta yenmek için”, “tek adam rejimine/diktatörlüğe son vermek için” gidilen bir seçim de değil. Faşizmde seçim sonuçlarının hiçbir belirleyiciliği olmaz. Zaten bırakalım faşizmi, herhangi bir burjuva rejimi seçim sonuçlarına bağlı olarak yenilmez, değişmez. Seçimin tarafları arasında, emekçilerin yanında, demokrasi gücü olarak tanımlanabilecek bir kesim de yoktur. Hepsi 12 Eylül’ün ürünüdür, karşı devrim kampındadır, sermaye düzeninin hizmetkârıdır.

Seçimin iki tarafı karşı devrim kampında olsa da birbiriyle kapışan güçler bir ve aynı değildir. Bu seçimleri önemli kılan şey iki kesimin arasındaki karşıtlıkların şiddetidir. Bu karşıtlıkları yok sayanlar sadece rejimin krizleri karşısında yanıtsız, tutumsuz kalarak siyasi mücadelenin dışına düşmezler. Aynı zamanda siyasi mücadeleye dahil olmak için attıkları her adımda kendilerini öyle ya da böyle bir tarafın yedeğinde bulurlar.

Karşı Devrim Kampının İki Tarafı

Bir tarafta Erdoğan duruyor. Erdoğan, önce ABD’nin ve uzantısı TÜSİAD’ın 12 Eylül rejimini yeniden yapılandırmak, rejimin direği Silahlı Kuvvetler’i saha dışına sürmek, Kürt hareketini havuç ve sopayla teslim almak için kullandığı araçtı. Görevini, özellikle Kürtlerle ilgili kısmını, hakkıyla yerine getiremediği için ABD ondan uzun bir süre önce vazgeçti. Ama ne ABD eski ABD’dir ne de, yeniden yapılanma kavgasının ardından, rejimin Erdoğan’ı koltuğundan indirebilecek bir aracı var.

Bununla birlikte Erdoğan’ın durumu da iç açıcı değil. Bir yandan ABD’ye karşı durmak için Fransa, Almanya, Rusya ve diğer emperyalistlerin hizmetine girmek, diğer yandan ABD’ye sürekli zeytin dalı uzatmak zorunda. İçeride arkasını yaslayabileceği, bağımsız iddiaları olan bir sermaye grubu yok. Koltuğunda kalmak için MHP desteğiyle bir içsavaş yürütmeye mecbur. İçsavaş onu daha da yıpratırken ayakta kalmak için yeni bir rejim kurmaya, yeni bir rejim kurmak için de darbe yapmaya muhtaç. Ama elindeki tek sermayesi, giderek denetiminden çıkan partisi AKP’dir. Bir kitle partisi ile darbe yapılamayacağını bilen Erdoğan krizdeki rejimin tel tel dökülen seçim mekanizmasına başvurmaya mecbur kalıyor.

Rejim krizde olduğu için Erdoğan yerini koruyor, Erdoğan’ın yerinde durması ise rejimin krizini büyütüyor.

Devrimci dinamiğinin bir türlü tasfiye edilemediği Türkiye’de ABD de seçimlere bel bağlıyor. “Gandi Kemal” ise Amerikancı muhalefetin ortak adayı. Hakkında “derin devlet ve sermaye, Kılıçdaroğlu’nun kimliğinden ve beşli çeteye yönelik çıkışlarından rahatsız, ayağını kaydırmak istiyor” rivayetleri yayılsa da uluslararası sermayenin has adamlarındandır. Bir kaset skandalıyla Deniz Baykal görevden uzaklaştırılırken, Kılıçdaroğlu CHP’nin başına paraşütle indirilmişti. On üç yıllık genel başkanlık kariyerinde önce CHP’yi yeniden şekillendirdi, sonra da ABD çizgisiyle uyumlu tüm güçleri etrafında toplayıp Altılı Masa’yı kurdu. Bu bakımdan 2009-2019 arasındaki dokuz seçim aslında Erdoğan karşıtı benzemezler koalisyonunun adım adım kurulduğu seçimler oldu. 2023 seçimleri bu on yıllık sürecin dört yıl sonra gelen finali olarak görülmeli. Bay Kemal şimdi de Erdoğan’ın yarım bıraktığı yeniden yapılanmayı tamamlamaya taliptir. NATO’nun, IMF’nin, TÜSİAD’ın sözünden çıkmamayı vaad etmektedir.

Tüm Sorunları Çözmesi Beklenen ama Hiçbir Sorunu Çözemeyecek Bir Seçim

2023 seçimlerinin önemi tam da bu noktada ortaya çıkar. Kriz içindeki bir rejimde çatışmaktan vazgeçemeyen karşı-devrimci iki taraf çatışırken rejimin tüm dayanaklarını daha da zayıflatıyorlar. Ancak hem ellerinde gerekli araçlar mevcut olmadığı hem de bir devrimci yükselişten ölesiye korktukları için iki taraf da seçimlere bel bağlıyor. Düzen güçlerinin bu yönelimi emekçi yığınların yaşadıkları yıkımın hesabını sormak için 14 Mayıs’ı beklemesine yol açıyor. 2023 Cumhurbaşkanı seçimi bu nedenle çatışan güçlerin tüm güçleriyle yüklendiği ama hiçbir sorunu çözemeyecek bir seçimdir.

Dahası Cumhurbaşkanı seçimi Ukrayna-Rusya savaşının derinleştiği, Rojhilat’ın hâlâ ayakta olduğu, Bakur’da atılan pençenin sonuçsuz kaldığı, “bir gece ansızın gelebiliriz” diyenlerin Esad’la masaya oturmaya zorlandığı koşullarda yaklaşıyor. Hepsinden önemlisi yüz bini aşkın emekçinin katledildiği, devlet kuvvetlerinin etkisizliğinin gözler önüne serildiği bir deprem felaketinden hemen sonra gerçekleşiyor seçim.

14 Mayıs’taki seçim karşı devrimci kampın iki unsuru arasında gerçekleşecek olsa da seçimde belirleyici olan tek faktör karşı devrimin iki bölüğü arasındaki güç dengesi değildir. 2015’ten beri patinaj çekiyor olsa da Türkiye solu dünyadaki en güçlü ve örgütlü hareketler arasındadır. Merkezinde HDP’nin bulunduğu bu hareketin tabanı sadece bir seçmen kitlesi de değildir. Söz konusu olan Türkiye işçi sınıfının en dinamik ve politik kesimidir ve hükümetin yürüttüğü içsavaşa karşın yılmamış, teslim olmamıştır. Solun desteğini almadan Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan karşısında en ufak bir şansı bile yoktur. Gelgelelim işçi sınıfının bu en dinamik kesiminden ürken Amerikancı muhalefetin HDP ile aynı masaya oturma ihtimali bile söz konusu değil.

Bay Kemal’in Solun Desteğine İhtiyacı Var

Bay Kemal, Altılı Masa sürekliliği pamuk ipliğine bağlı, benzemezler topluluğu olduğu için de sola mecbur. Kendi dar grup çıkarlarını herşeyin üstünde tutan ihtiraslı burjuva politikacılardan oluşan masanın kurulması için bile on yıl gerekti. Akşener’in masayı terk edişi, döndükten sonra onun ve İyi Partililer’in hareketleri tek bir şeyi anlatıyor: Sürpriz olan masanın dağılması değil dağılmamasıdır. Masayı “Erdoğan karşıtlığı” maskesiyle dağıtmak isteyenler ittifak dışındaki İnce ve Oğan gibilerle sınırlı değil. Burjuva politikasında adet olduğu üzere sessiz bir direniş göstererek, küserek, yapılan işleri boşa çıkararak ittifak içinden Masa’yı başarısız kılmaya çalışanlar da vardır. Masayı yerinde tutmak içinse sadece ABD’nin “üst aklı” yeterli değil, Kılıçdaroğlu’nun “siz olmasanız da ben bu yolda yürürüm” demesini mümkün kılacak bir toplumsal, siyasi desteğe de ihtiyaç var. Sola biçilen görev tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Altılı Masa’nın masada oturmayan ama masayı taşıyan ve Kılıçdaroğlu’na koşulsuz destek sunacak bir sol bacağa ihtiyacı var. Bu koşulsuz destek olmaksızın Kılıçdaroğlu’nun benzemezler topluluğunu seçime kadar dahi bir arada tutamaz.

Rejim krizinin ve düzen partilerinin çözümsüzlüğünün boyutu, devrimci dinamiklerin şiddeti ve sol hareketin siyaset sahnesindeki belirleyici rolü göz önünde tutulduğunda solun seçimlerdeki rolünün “Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış” atasözüyle küçümsenemeyeceği anlaşılır. Bilakis sol akımlar rejim krizinin bundan sonraki seyrini doğrudan belirleyici güçte. Bu yüzden de Cumhurbaşkanı seçiminde takınılacak tutum devrimcilik ve reformizm, sınıf mücadelesi ve sınıf işbirliği arasında bir turnusol kağıdı. Seçimler sola “güçsüzüz”, “sahte gündem” bahaneleriyle ötelenmeyecek bir yol ayrımını dayatıyor.

Sınıf Savaşı mı Sınıf İşbirliği mi?

Seçimleri engelleyecek bir boykotun mümkün olmadığı bugünkü koşullarda devrimci tutum Cumhurbaşkanı seçiminde düzen partilerini hiçbir koşulda desteklemeyeceğini açıklayan bir aday çıkartarak, seçim ikliminde hükümete karşı eylemli bir kitle seferberliğini büyütmek olurdu. Böylelikle hem seçim bir kriz çözme aracı olmaktan çıkarılıp emekçi hareketinin kendi rengini ve gücünü gösterdiği bir platforma dönüşmüş olurdu hem de emekçi ve ezilen düşmanlığında yarışan iki karşı devrimci adayın karşısında, üçüncü değil ikinci yolu yani proletaryanın sınıf savaşı yolunu temsil etmek mümkün olurdu. Bu tutum emekçilerin sözünü söyleyeceklerin mecliste daha kalabalık bir şekilde yer almasını sağlardı.

Reformist yol ise Amerikancı muhalefetin ihtiyaç duyduğu ve dayattığı koşulsuz teslimiyet yoludur. Bu yol kendini solcu diye pazarlayan Kılıçdaroğlu’nu, haksız yere ondan daha sağcı olmakla suçlanan, Masa’daki diğer adaylara karşı tahkim etmenin yoludur. Her tarafı sallanan Altılı Masa’nın sol bacağı olmayı kabul etmektir. Sınıf işbirliğinin yoludur.

Köz’ün arkasında duran komünistler olarak biz elbette devrimci yolu seçtik. Gazetemizin sayfalarında bir yılı aşkın bir süredir seçimlerin ve bu yol ayrımının öneminin altını çizdik. Demirtaş’ın hapishaneden yazdığı “Üçüncü Yol” güzellemelerine “İki sınıf varsa üç yol olmaz” diyerek karşı çıktık. Tüm sol akımları seçimlerde düzen partilerden bağımsız bir aday çıkarmak için toplantılara davet ettik. Kimi akımlara göre “halkın gündemi seçim değil yoksulluk ve sömürüydü”, kimileri “zaten Türkiye halkını seçeneksiz bırakmayacak”tı, kimileri “tartışma sürecindeydi”, kimileri “HDP henüz karar almamışken bu konuları görüşmeyi etik bulmuyor”du, kimileri tutumumuzu “ideolojik olarak doğru ama politik olarak yanlış” buldu, kimilerine göre bağımsız aday çıkarmanın “zemini yok”tu ya da “Erdoğan karşıtı oyları bölecek bağımsız bir aday çıkarmak en yakın ilişki ağına bile açıklanamazdı”, kimileri “devrimci bir hareketin cumhurbaşkanı seçimiyle işi olmaz” diye kestirip atarken kimileri de “devrimci bir durumdan geçmiyoruz nefes almaya ihtiyacımız var” diyerek bizi sekterlikle, “siyasi doğruculuk”la eleştirdi. Nihayetinde çağrılarımıza Enternasyonal Komünist İşçi Birliği (EKİB) dışında olumlu bir yanıt veren olmadı. Bu şaşırtıcı değildi zira genel eğilim sessiz sedasız Millet İttifakı’na destek verme yönündeydi.

“Tarihsel Sorumluluk”

Solun ana gövdesinin Altılı Masa’nın sol bacağı olmayı kabul etmesi kolay olmadı. CHP ve HDP’yi birbirine yakınlaştırmayı varlık nedeni olarak gören TİP’in dışında kimse açık sözlü bir biçimde “Altılı Masa’nın adayını desteklemeliyiz!” kampanyasını yürütmedi. HDP CHP’yi, sol akımların Emek Özgürlük İttifakı’yla sınırlı olmayan ezici çoğunluğu da HDP’nin tutumunu bekledi. Bir yıla yayılan bu bekleme süresinde tüm bu kesimler, yavaş yavaş Altılı Masa’nın yörüngesine girse de her anlama çekilebilecek sözlerle tutumsuzluğunun üzerini örtmeye çalıştı. Önce deprem, sonra da Akşener-Kılıçdaroğlu çekişmesi HDP’nin aday göstermesini gündemden kaldırdıkça, süreç daha da hızlandı. Yine de, TİP, TKP, HKP ve DSİP’i dışarıda tutarsak, Kılıçdaroğlu’na göğsünü gere gere açıktan oy isteyen bir akım da henüz çıkmadı. Emek Özgürlük İttifakı’nın açıklamasındaki belirsizlik genel ruh hâlini ve karnından konuşma tutumunu özetliyordu: “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tek adam yönetimine karşı tarihsel sorumluluğumuzu yerine getireceğiz… Bu iktidardan… hesap sorma konusunda kararlıyız. Bu nedenlerle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday çıkarmayacağımızı kamuoyu ile paylaşıyoruz.” Solun önemli bir kısmı ne yapacağını tok bir şekilde söylemek yerine ne yapmayacağını belirterek Altılı Masa’nın sol bacağı olmayı kabul etti.

Emek Özgürlük İttifakı’nın radikal söylem ve hedeflerle bezeli açıklamasındaki “tarihsel sorumluluk” vurgusu son derece anlamlı. Reformist akımların genel karakterini özlü bir biçimde ortaya koyuyor. Reformistler “iş ciddiye binmediği sürece” her türlü konuda görüş bildirir, tutum takınır. İşgal yoksa işgalin karşısında olur, sendikayla kapitalist arasındaki son görüşmelere kadar sendikal bürokrasiyi lanetler, genel olarak sosyalizm ve devrim sloganlarını atar. Ama reformistler işler ciddiye bindiğinde, siyasi krizde kritik bir dönemece gelindiğinde “sorumsuz” davranmazlar, herkese “tarihsel sorumluluğunu” hatırlatırlar. Sözünü ettikleri sorumluluk bilinci gerçekten de tarihseldir, derin köklere sahiptir. Yüz yıl önceki Birinci Paylaşım Savaşı’nda anayurt savunmasını destekleyen sosyal şovenlerle bugün Altılı Masa’yı ayakta tutmaya çalışan “sorumlu” sosyalistler arasındaki sürekliliğin altını her fırsatta çizmek gerekir.

Kitle Basıncı

Sol akımların üzerinde önemli bir kitle basıncı olduğu doğru. Bunu 2019 Haziran’ındaki ikinci İstanbul seçimi öncesi Öcalan’ın açıklamalarına ve bu açıklamanın sonuçlarına bakarak da görebiliriz. O zaman hiçbir açıklama İmamoğlu’na desteğin önünü kesememişti. Şimdi de HDP’ninki de dahil olmak üzere sol akımların tabanının büyük çoğunluğu kendi partileri nasıl tutum takınırsa takınsın Kılıçdaroğlu’nu destekleyecektir. Ancak bu durum kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bugünkü dinamiği solun 31 Mart seçimlerinde Millet İttifakı’nı destekleme kararı yarattı. Düzen partilerini açıktan desteklemenin kapısı bir kez açıldıktan sonra, kitlelerin bu yöndeki beklentisi bağımsız bir değişken hâline geldiği için, bu kapıyı kapatmak hiç de kolay değildir. 2019’daki açık desteğin yolunu döşeyen 2018’de Muharrem İnce’ye verilen örtük destek olmuştu. 2018 desteğini mümkün kılansa, solun 8 Haziran 2015’ten itibaren AKP-CHP koalisyonunu engellememek için frene basmasıydı. 8 Haziran’daki tutumun arkasında yatan etmense Erdoğan’dan ancak parlamenter bir hamleyle kurtulunabileceği inancıydı. O hâlde bu tabloyu değiştirmek isteyenlerin kitlelerin eğilimini bahane etmek yerine öncelikle kitlelerde bu eğilime yol açan reformist politika ve partilerden kopması gereklidir.

“Nefes Almak”

Sol bacak olmayı kabul edenler, resmî olmayan açıklamalarında genellikle “nefes almak” tabirine başvuruyorlar: “Evet, Kılıçdaroğlu’nun da Davutoğlu’nun da kim olduğunu biliyoruz. Ama nefes almamız lazım.” Bu bahaneyi ilk kez duymuyoruz. 1975’ten itibaren Milliyetçi Cephe karşısında nefes almak için sola Ecevit’i desteklemeyi, DİSK’i CHP’ye teslim etmeyi dayatanların aldığı nefes 78 Maraş Katliamı ve on üç ilde ilan edilen sıkıyönetim oldu. 1979 sonunda İkinci Milliyetçi Cephe karşısında Ecevit desteklemeye başlayanlar solun 12 Eylül sonrası tutumunun yolunu döşedi. 12 Eylül sonrasında Özal karşısında nefes almak için SHP’yi destekleyenlerin vardığı sonuç doksanların siyasi cinayetleri, Kürdistan’da artan zulüm, 2 Temmuz katliamı ve Gazi’de taranan Alevi kahvesi oldu. 28 Şubat döneminde nefes almak, “şeriat tehlikesinden kurtulmak” için TSK güdümünde “hükümet istifa” eylemleri düzenlendi, nefes almak için “AB’ye evet” çizgisine gelindi. Sonuç Öcalan’ın rehin alınması, MHP’nin hükümete dahil olması, 19 Aralık operasyonu ve ateşkes sürecinde yüzlerce gerillanın katledilmesi oldu. “Askerî vesayete son verme”, “Ergenekonculardan hesap sorma” amacıyla AKP’ye “yetmez ama evet” diyenlerin aldırdığı nefes Roboski’den bugüne uzanan süreçtir. Erdoğan’ın koltuğuna oturmayı başarabilseydi, “Kandil’i yerle yeksan edeceğim” diyen Kılıçdaroğlu’nun aldıracağı nefesi tahmin etmek güç olmasa gerek.

Boykot ve Atalet

Kuşkusuz solda düzen partilerini desteklememek gerektiğini yahut genel olarak seçimleri boykot etmek gerektiğini savunan akımlar da vardı. Ama bu görüşlerin sahipleri henüz açık seçik bir boykot yahut geçersiz oy verme çağrısı yapmadıkları gibi, kamuoyunu tutumları hakkında bilgilendirmenin ötesine de geçmediler.

Söz konusu atalet sadece Altılı Masa’nın yarattığı basınçtan, sadece “seçimler çare değil!” diyen akımların “kendi kitleleriyle”, içinde bulundukları platform yahut çatı partileriyle ters düşmeme kaygısından kaynaklanmıyordu. Sınıf mücadelesinin seyrinde seçimleri leninist anlamda boykot etmenin koşullarının olmadığı ama somut bir aday göstererek seçime katılmanın mümkün olduğu koşullarda, bu doğrultuda bir çalışma göstermeyip burjuva diktatörlüğünün genel özelliklerini yahut muhtelif engelleri gerekçe göstererek oy kullanmama çağrısını yapmak ya doğrudan apolitizm üretecek ya da emekçi yığınlara güçsüzlük, çaresizlik hissi aşılayacaktır. Bu yolu seçen akımların seçim iklimini istismar eden bir politik çalışma yürütememesi şaşırtıcı değildir.

Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday

KöZ de EKİB de “ben doğru olanı söyledim, olmadıysa benim kabahatim değil” diye hareket edip, akıl hocalığı yaptıktan sonra köşesine çekilmedi. Tersine Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday adlı bir eylem birliğini oluşturarak Çetin Eren’i cumhurbaşkanı adayı olarak gösterdi, onun adaylığı için gerek desteği sağlamak adına üç ayı aşkın bir süre siyasi gerçekleri açıklamayı temel alan bir kampanya düzenledi.

Kampanyanın önüne dikilen tek baraj yüz bin imza şartı değildi, bir de susuş kumkuması vardı. Zira böyle bir çalışmanın kendini parti olarak ilan etmemiş iki akım tarafından yürütülüyor olması, devrimci bir parti olma, işçi sınıfına önderlik etme iddiasındaki akımların “Biz niye böyle bir çalışma yürütmüyoruz? Biz niye Altılı Masa’ya teslim oluyoruz? Biz niye seçimlere dair genel geçer sözlerle yetiniyoruz? Niye eylemli bir tutum takınmıyoruz?” sorularını sordurtması kaçınılmazdı. 20 Mart’a kadar yürütülen bağımsız aday çalışması belki imza duvarını aşamadı ama solun geniş kesimlerine seçimlerde takınılması gereken devrimci tutumun ne olması gerektiğini, akıntıya karşı yüzmenin kitlelerden tecrit olmak anlamına gelmediğini eylemli bir şekilde gösterdi, sansür perdesini parçaladı. Tarihe not düşmenin ötesine geçerek, 2023 Cumhurbaşkanı seçiminde devrimci tutumun ne olması gerektiğine dair tek somut tutumu ortaya koydu.

20 Mart’tan Sonra

thumbnail of oy yokYSK’nın koyduğu engelleri aşamıyor olmamız seçimlere yönelik tutumumuzu değiştirmeyecek elbette. “Yapacak bir şey yok” diyenlerden olmayacağız. Altılı Masa’nın sol bacağı olmayı hiçbir koşulda kabul etmeyeceğiz. Her eylemde, her etkinlikte “Düzen Partilerine Hiçbir Turda Oy Yok!” şiarını yükselteceğiz, bir boykot çağrısıyla karıştırmadan yapılması gerekenin sandığa gidip geçersiz oy vermek olduğunu söylemeye devam edeceğiz.

Cumhurbaşkanı seçiminde düzen partilerini açık ya da örtük bir şekilde destekleyen hiçbir ittifakı, partiyi ya da adayı milletvekili seçimlerinde de desteklemeyeceğiz. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimindeki teslimiyetini yahut kekemeliğini milletvekilliği seçimlerinde “kızıl propaganda” yaparak örtmeye çalışan sol akımların aksine Cumhurbaşkanlığı seçiminde düzen partilerini karşımıza alan tutumumuzu ikinci plana düşürmemek için milletvekilli seçimlerini gündeme alan bir çalışma yürütmeyeceğiz.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin resmen başladığı bu sürede pasif yahut sessiz kalmıyor oluşumuz, eylemli bir çalışmadan geri durmayışımız 20 Mart sonrasına yeni bir taktikle müdahale ettiğimiz anlamına gelmez. Tersine 20 Mart seçimlerinde YSK barajını delen bir aday çıkaramamak bu seçimlere siyasi bir müdahale yapmanın yolunu kapatmıştır. YSK barajını delecek ortaklığı ve gücü toplayamayanların, parlamentarist hayaller bu kadar revaçtayken, emekçiler arasında bir geçersiz oy örgütleme kampanyasına yeltenmesinin bir temeli yoktur. Dahası seçime katılamayanların etkin bir geçersiz oy kampanyası örgütleyebileceği hayalini yaymak, “öyle de olur böyle de olur” ortacılığına prim vermek, cumhurbaşkanı seçiminde bir aday çıkarmanın neden bir ihtiyaç olduğunu belirsizleştirmek anlamına da gelir. Ne kadar etkin ve eylemli olursak olalım yürüteceğimiz çalışma bundan böyle esas olarak, Köz ve EKİB’in eylem birliğini örnek gösterip anlatarak, başta “Seçimlerde nasıl bir tutum takınmak gerekirdi? Seçimlerde devrimci bir tutum takınmak için neden devrimci bir partiye ihtiyacımız var?” sorularını yanıtlayan bir propaganda faaliyetiyle sınırlı bir çalışma olacaktır.

Devrimci Parti Propagandası

Propaganda sınırlarında kalan bir çalışma devrimci durumun şiddetlendiği bu topraklarda “işçilerin birliği” hedefi açısından bir yetersizlik ifadesidir ve bir önderlik boşluğuna işaret eder. Gelgelelim “devrim için devrimci parti” “işçilerin birliği için önce komünistlerin birliği” şiarlarını savunanlar açısından bu durum ne bir sürprizdir ne de yetersiz, başarısız yahut lüzumsuz bir çalışmaya işaret eder. Pratik politik faaliyetin sınırları zaten devrimci önderlik boşluğunun bir sonucudur. Pratik politik mücadelenin devrimci parti olmaksızın sonuçsuz kalacağı gerçeğinden hareketle bu mücadeleden uzak durmak lafazan tasfiyecilerin kurnazlığıdır. “Komünistlerin birliğinin eylemli bir yürüyüşü gerektir”diğini bilenler ise yürüttükleri politik çalışmanın sadece farklarını değil sınırlarını da propaganda konusu yaparlar. Kendi mücadelelerinin sınırlarını örtmek yerine bunu “devrimci bir partinin neden ihtiyaç olduğunun ve nasıl kurulacağının propagandasını yapmanın bir aracı olarak kullanırlar.

Köz’ün arkasında duran komünistlerin 20 Mart’a kadar eylemli bir şekilde takipçisi olduğu “düzen partilerinden bağımsız bir cumhurbaşkanı adayı” kampanyası devrimci bir partiyi ikame etmeyi değil devrimci bir partinin ihtiyacını duyanlarla buluşmayı amaçladı, devrimci bir partinin üstlenmesi gereken görevlere eylemli bir şekilde işaret ederek bu görevi üstlenmek isteyenlerle “sırası değil” diyerek bu görevden kaçanlar arasındaki ayrım çizgilerini netleştirdi. 20 Mart’a kadar yürüttüğümüz politik çalışma devrimci partinin propagandasını daha güçlü bir şekilde yapmaya hizmet etti. 20 Mart’tan sonra da, çalışmamızın yarattığı imkân ve birikimlere de dayanarak, öncelikli görevin komünistlerin birliği olduğunun propagandasını yapmayı sürdüreceğiz.

Devrim İçin Devrimci Parti

Yaşasın Komünistlerin Birliği