17. Karaburun Bilim Kongresi’nde, 8 Eylül Cuma günü Emrah Zıraman’ın moderatörlüğünde “Sokağın Bilgisi” başlıklı oturum gerçekleştirildi.
Sunumlar
Panelin ilk konuşmacısı Kuvvet Lordoğlu, sendikaların kendi aralarındaki mücadelesinden doğan rekabetin üyeler üzerindeki tahribat ve güvensizliğin somut sonuçlarını aktardı. Aynı zamanda sendikaların tedarikçi işverenlerle ve onlara sipariş veren büyük markalarla olan ilişkilerini değerlendirdi. Lordoğlu, 56 yıl önce dört sendikanın dayanışma antlaşması (SADA) imzalamasından sonra bugün sendikalar arasında benzer bir dayanışmanın olmadığını ve rekabetin çalışanlar üzerindeki yıkıcı etkisini azaltmanın ancak çoğunluk ilkesinin taraf olarak saptanması ve adil bir iş barışı ve temsiliyet ile gerçekleşebileceğini söyledi.
Sunumunda grev kavramından ve tarihinden bahseden Aykut Günel, sermayenin ise grev kırıcılık silahını doğrudan veya devlet aracılığıyla uyguladığını söyledi. 12 Eylül’den bugüne Türkiye’deki sendikacılığın yasa yoluyla tek tip işkolu düzeyinde ve merkeziyetçi biçimde olduğunu belirtti. Türkiye’de Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarındaki sendikalaşma, toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını değil, Türkiye standartlarındaki sendikal hakları, yani “makbul sendikalar, makbul toplu iş sözleşmeleri ve makbul grevler”i gördüğümüzü vurguladı. AKP döneminde grev hakkının “özel bir konum”a getirilmesini açıklayan Günel, mevcut sendikaların iktidar ve işverenle ilişki kuran sarı sendikalar olduğunu belirtti.
Hatay Kültür Sanat Edebiyat Platformu’ndan Müslüm Kabadayı ise depremin ardından Hatay’da öne çıkan temel sorunlardan bahsetti. Yıkım tehlikelerine karşı daha güçlü ve etkili çalışmalar yapıldığı takdirde kapitalizmin deprem sonrası izlediği yıkım politikalarının da önüne geçmenin mümkün olacağını anlattı.
Yılmaz Alışkan, kriz veya afet anlarında dijital medyanın kullanıcılara nasıl bir zemin sağlayabileceğini anlattığı sunumunda dayanışma faaliyeti ören Afet.org Platformu’nun 6 Şubat depremindeki pratiğini aktardı.
Akbelen direnişçilerinden Deniz Gümüşel, Akbelen’deki direnişin iktidarın dediğinin aksine sadece ağaçlarla ilgili olmayan bir ekoloji mücadelesi örneği olduğunu söyledi. Devletin İkizköy Mahallesi’ne ilişkin politikalarından bahseden Gümüşel, köylülerin haklarını fark ettikçe mücadeleye daha çok eğildiklerini vurguladı. Solun ve siyasi partilerin bunun siyasi bir mücadele olduğunu fark etmelerinden sonra İkizköylülerin hakkını mecliste ve siyasi alanda savunan bir avuç kişinin kaldığını, İkizköylülerin her düzlemde kendilerini temsil etmek zorunda kaldığını belirtti. Solun Akbelen gibi tabandan gelen bir hareketle nasıl ilişkileneceğini bilmediğini vurgulayan Gümüşel, tabandan başlayan hareketi temsili bir toplumsal harekete dönüştürmeyi başaramadığına değindi.
TÖP Hatay İl Sözcüsü Hasan Özgün ise teorinin gri derinliğinden yeşile hitap eden Dikmece direnişi hakkında bir sunum gerçekleştireceğini söyleyerek konuşmaya başladı. Kapitalizmin deprem ve kriz anlarında yarattığı yıkım politikalarını aktaran Özgün, 7 kişiyle başladıkları Dikmece’deki dayanışma faaliyetlerinin aylar sonra geniş bir kitleye yayıldığını ve bu çalışmalar sonucunda halkın kendi mücadele ve deneyimleriyle değişimini anlattı.
Felaket içinde sokağı öğrenirken devrimci siyaseti unutmak
Kongreye başvururken “6 Şubat’ın Aynasında Değişenler ve Değişmeyenler” başlıklı, 1999 depremi ile Kürdistan merkezli 2023 depremlerini hem rejimin içerisinde bulunduğu durum hem de solun durumu açısından kıyaslayarak anlatacağım bir sunum düşünmüştüm. Türkiye’nin 1999’a kıyasla bugün bir rejim krizi ve içsavaş içerisinde olduğunu, solun ise dayanışma faaliyetleri örerken dayandığı Proudhon ve Lasallecı anlayışları anlatacaktım. Ancak kongre programının netleştirilmesinin ardından, sunumumun içeriğini oturum başlığına ve diğer konuşmacıların sunumlarına uygun bir şekilde revize etme ihtiyacı hissettim.
Sunumumda kaba Marksizm/materyalizmin sosyal sorunlar ile toplumsal başkaldırı arasında doğrudan bir ilişki kurduğunu, bu ilişkiyi kuramadığı zaman ise ideoloji, kültürel hegemonya gibi bir dizi üstyapısal faktörü toplumdaki hareketsizliği açıklamak için ileri sürdüğünü veyahut mikro direniş pratiklerini yücelttiğini anlattım. Bu anlayışın, evvela bir sol hegemonyayı kurmak için verilen mücadelenin milli voleybol takımının kazanmasına sevinmekten, tüm sosyalist figür ve fikirlerin kültürel olarak sivil toplum içinde popülerleştirilmesine kadar geniş bir çerçevede yürütüldüğüne; dolayısıyla devletin çatlakları üzerinden değerler mücadelesini daha iyi kim veriyorsa da onun liderliği alacağını savunduğuna değindim. Bu mikro pratikleri yüceltenlerin tersine, siyasal olmadıkları gerekçesiyle bu mücadeleleri yok sayan bir çocukluk hastalığı olarak sekterliğin de aynı kaba anlayışın bir diğer tezahürü olduğundan bahsettim.
Bu iki anlayışın da temel olarak Manifesto’nun “Her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadeledir” sözünü yanlış veya çarpık yorumlamakta buluştuğunu, kaba materyalist anlayışların bu saptamanın ya muhtelif yerel direnişleri ve hak arama mücadelelerini kapsamlı bir siyasi mücadelenin önadımı ya da habercisi olarak yorumladığını anlattım. Bu tezin aslında kaba materyalizme karşı bilinçli insan pratiğin, yani siyasi pratiğin, önemini vurgulayan Feuerbach üzerine 1 ve 3. Tez akılda tutulursa başka bir şey anlattığını ifade ettim. Feuerbach’ın koşulların insan pratiği ve davranışı üzerine doğrudan bir etkisi olduğunu söyleyen bakış açısının karşısında Feuerbach üzerine 1. Tez’de Marx’ın insan pratiğinin, yani devrimci faaliyetin, koşulları dönüştürücü ve hatta koşullar yaratıcı faaliyet olduğunu vurguladığını açıkladım. Bugün Kürdistan merkezli 6 Şubat depremlerinden sonra “Deprem oldu, insanlar ayaklanacak” veya tersinden ve daha mazeretçi bir şekilde, “Felaketler olunca insanlar ayaklanmaz ve devlete sığınırlar” olmak üzere iki yaygın varsayımın da bu mekanik ve kaba bir şablona dayandığını belirttim. Feuerbach üzerine 3. Tez’in ise koşulları değiştiren şeyin bizzat devrimci siyasi pratik olduğunu vurguladığını, bunu bir adım ileri taşıyarak insanların harekete geçmesine yol açan yani devrimci eylemi başlatan şeyin de siyasi pratik olduğunu ifade ettim. Mevzi yarattıkça, davasını ve fikirlerini yaydıkça iktidara yönelik bir mücadele olan sınıf mücadelesinin de nesnel bir faktör haline geleceğini, başka bir deyişle nesnel faktörler kadar güçlü ve belirleyici bir etmen olacağının altını çizdim.
Devrimcilerin ise yıkım karşısında mikro pratiklerden bir şeyler öğrenmekle yetinemeyeceğini ve mikro direnişleri yayarak, yaygınlaştırarak büyük bir siyasi pratik yaratma hayali kuramayacaklarını; bunun devrimci pratiğin önünü açacak veya ona engel olacak nesnel faktörün üzerinden atlamak anlamına geleceğini ifade ettim. Sosyal direniş ve başkaldırıların ancak siyasi bir mücadelenin parçası olabilirse, onun yol göstericiliğinden ve maddi, organizasyonel, moral ve manevi birikiminden faydalanırsa ancak sınıf mücadelesine dönüşebileceğini vurguladım.
6 Şubat’ta solun deprem sonrasındaki faaliyetlerinin bir dayanışmacılığın ötesine geçmediğini, bölge seçmenlerinden de hükümete karşı esaslı bir tepki gelmediğinin açık olduğunu belirttim. Deprem bölgesinde AKP’nin yoğunluklu olarak çıkmasıyla kitleleri suçlayanların aksine, bu tabloyu deprem sonrasında yapılan veya yapılamayan devrimcilikle de değil, deprem öncesindeki siyasetle açıklamanın daha doğru olduğunu vurguladım. Yıkım karşısında devrimci materyalist bir bakış açısının 2013-2016 arasındaki başkaldırıları büyüten şeyin ve bugün bu başkaldırıların önünde set olan eksikliğin ne olduğunu sormakla yükümlü olduğunu söyleyerek ilk tur konuşmamı sonlandırdım.
Gelen sorular
Dinleyicilerin sorularının birkaçı sendika hakkında konuşan arkadaşlara, diğerleri ise bana yöneltildi. Bir yoldaş, Kuvvet Lordoğlu ve Aykut Günel’e Komintern’in sendikalarda çalışmaya dair tezlerini hatırlatarak devrimci bir sendikal faaliyetin nasıl yapılacağını sordu. Diğer bir yoldaş ise, Kuvvet Lordoğlu’na Türk-İş ve Hak-İş arasında yapılan, işçileri esasında bir pazarlığın parçası kılan SADA’nın bahsedildiği gibi sahiden sendikal rekabeti önlemek için mi yapıldığını sordu.
Benim sunumuma gelen sorular ise şu şekildeydi:
Kaldıraç’tan bir arkadaş, depremden sonra solun dayanışma, düzenin yaralarını sarma faaliyeti ile sınırlı kalmadığını söyledi. Depreme dair Samandağ’da olan ve İşçi Emekçi Birliği’nin yaptığı iki eylemi nereye koyduğumu, bu süreci böyle tarif etmemin ne kadar doğru olduğunu sordu.
Dinleyicilerden biri, depremden sonra solun dayanışmacılıkla sınırlı kaldığına katıldığını ancak seçimlerde gösterilecek bir tepkisellik için Şubat’tan Mayıs’a uzanan kısa sürede sonuç beklemenin pek anlamı olmadığını, bunun ancak uzun soluklu bir mücadele olan sınıf mücadelesiyle olabileceğini açıkladı. Deprem gibi yıkım ve krizlerden sonra felaket topluluklarının oluştuğunu ancak bunların uzun süre direnemeyerek kapitalist normalliğe döndüklerinden bahsetti. Bu durumu tersine çevirmek için devrimci bağımsız bir programın gerekli olduğunu vurguladı ve bu konuda görüşlerimi açmamı istedi.
Başka bir dinleyici, dayanışmanın farklılıkları koruyarak bir araya geliş olduğunu söyledi. Asıl olanın pratiğin teoriyi ortaya koyması olduğunu belirten dinleyici, siyasi bir temsil olmadan, sınıfsız, yeni bir bilgi arayışının mümkün olup olmadığını, dayanışmanın kendi siyasetini üretebilme gücünü bulup bulamayacağını sordu.
Bir yoldaş, depremde solun, tüm güçsüzlük söylemlerine karşın, devletten önce o bölgeye giderek muazzam bir dayanışma pratiğini gösterdiğini söyledi. “2013-2016 arasındaki sürecin tersine bugün böyle bir kitlesel yükselişin olmayışının sebebi hükümetin artan baskıları mı?” diye sordu. Başka bir yoldaş ise, siyasi bir toplumsal başkaldırının esas olup olmadığını ve bunun ne anlama geldiğini açmamı istedi.
İki dinleyici ise, geçmişteki pratiklerin de gösterdiği gibi bir mücadeleyi merkeze alarak diğerlerini buna uygun bir şekilde örmeye çağırmasının dikte olup olmayacağını, dikeyliği yıkıp yatay bir hareketin mümkünlüğünü sordu.
2013-2016 arasındaki kitlesel eylemleri yaratan neydi, bugün ne eksik?
Soruları cevaplamam için hem oturum yerinin kapatılması hem de film gösteriminin yakınlaşmasından ötürü çok kısa bir zamanım vardı. O sebeple hızlı bir şekilde en temel yerleri söyleyerek ikinci tur sunumumu yapmaya çalıştım. Bu durum, dikkatli ve solu daha yakından takip eden kesimler açısından olmasa da, diğer dinleyiciler açısından takibi zorlaştırdı.
İkinci oturumda, 2013-16 arasındaki Gezi’den şehir savaşlarına uzanan eylemleri bugünle kıyaslayıp bugünkü mücadelenin tablosunu cılız ve yetersiz bularak yakınmanın solda yaygın bir alışkanlık olduğunu ancak devrimcilerin bu bakış açısıyla bakmayacağını söyledim.
Bu süreçteki hareketin bir yönüyle düzen güçleri arasındaki çatışma ve yarılmanın ürünü olduğunu, bugünkü bu yarılmanın 10 sene öncesiyle kıyaslanamaz boyutta olduğunu açıkladım. Aynı zamanda, bu süreçteki kitlesellik bakımından bugünü aşan eylemlerin işçi hareketi içinde bağımsız bir siyasi iddianın, hükümetin karşısında kendi özgücüne yaslanarak çıkma özgüvenin ürünü olduğunu vurguladım. Bu eylemlerin gücünü bu iddia ve özgüvenin yarattığı siyasal ve moral mevzilerden aldığını, ancak bugün bu mevzilerin olmadığının açık olduğunu belirttim.
Hükümetin Türkiye ve Kürdistan’a vurduğu darbeler değil (zira 2007 öncesinde de bu darbeleri vurmuştu), işçi ve emekçi mücadelesinde başı çeken kesimlerin tercih ettiği siyasi çizgi yüzünden bu mevzilerin ortadan kalktığına dikkat çektim. 2007-2015 arasında emekçi hareketindeki toparlanmanın merkezinde DTP-HDP’nin bulunduğu güçlerin hükümete karşı burjuva muhalefete yanaşmadan mücadele etmesiyle gerçekleştiğinden bahsettim. Bu mücadelenin yalpalayan, zikzaklarla dolu, fırsatları kaçıran bir mücadele olmasına rağmen emekçi hareketindeki geri çekilmeyi durdurup bir hücumu mümkün kıldığını, Gezi ve Kobane’nin de bu birikimin bir ürünü olduğunu anlattım.
7 Haziran sonrası geri çekilmenin aynı odakların önce AKP-CHP koalisyonunun önünü açması, sonra Erdoğan’ı CHP aracılığıyla koltuğundan indirme stratejisi ve bu stratejinin sonucunda hükümete karşı bağımsız bir siyasi mücadele yürütmekten adım adım vazgeçişinin ve kendini tamamen geride tutuşunun ürünü olduğuna parmak bastım. Bu çizgiyi ise emekçi hareketine benimsetmek isteyenlerin neden sonuç ilişkisini tersine çevirerek, Suruç Katliamı’ndan itibaren koşulların değiştiğini, halk hareketinin gerilediğini, eylem ve açıklamaların zayıf geçtiğini söylediğini ifade ettim. Bugün de aynı mazeretlere, sadece 2023 seçimlerindeki teslimiyetçi tutumlarının üstünü örtmek için değil, aynı zamanda aynı teslimiyetçi ve uzlaşmacı tutumu 2024 seçimlerinde de kabul ettirmek için sarıldığını vurguladım. Seçimlerden sonra reformizmi eleştiriyor gibi yapıp teslimiyetçi ve karanlık bir tablo çizenlerin de aynı bahanelere sarıldığını, bir sınıf mücadelesinin yaratılmasının koşullarının böyleleri için hiçbir zaman mümkün ve mevcut olmadığını, bu kesimlerin emekçilere beklemekten başka da bir şey demediklerini anlattım.
Süre kısıtından ötürü bugün çizilen karanlık tablonun maddi zeminin neden olmadığını açıklayamasam da, kısaca emekçilerin bugün hala temel siyasi sorununun Erdoğan sorunu olmaya devam ettiğini, Erdoğan’ın bunun karşısında daha zayıf ve iktidarda kalmak için daha fazla ortağa ihtiyacı olduğunu ve 12 Eylül rejimi ve anayasasının tamir edilebilir olmadığını anlattı. Erdoğan’ın bugün hala koltuğunda oturmasının bu sınıf işbirlikçi tutumdan ileri geldiğini söyledim.
Depremde sergilenen faaliyet ve sonrasındaki siyasi tabloya yönelik sorulara cevaben, yüz binlerin öldüğü bir felakette yapılan iki eylemin ciddi bir tepki ve devrimci bir siyaset yürütmek anlamına gelmediğini söyledim. Hükümete karşı ciddi bir eylem olmamasının da iyi bir dayanışma faaliyeti örmemekle alakalı olmadığını, hatta solun depremin olduğu ilk geceden itibaren deprem bölgesine bir seferberlik başlattığını ve hala dayanışma çalışmalarını kapsamlı bir şekilde yürüttüğünü açıkladım. Hatalı olanın dayanışma faaliyetini yalnızca düzenin yarattığı yaraları sarmaya odaklı olmasıyla sınırlı kalması olduğunu, devletin olmadığı yerde gündemin emekçilerin iktidarı olduğunu vurgulayan ve bağımsız bir hat izleyen devrimci siyasetin deprem bölgesine girmediğinin altını çizdim.
Depremde de siyasetin ana odağında seçimlerin olduğunu, hatta o zamanda adaylık tartışmaları henüz sürerken aday olacağını belirten sadece Erdoğan ve karşısında Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday Kampanyası’ndan Çetin Eren’in olduğunu, emekçilerin tepkisel öfkesini eylemli bir mücadeleye dönüştürmek için bağımsız bir hat izlemek gerektiğini vurguladım. Böyle bir hat olmadığı koşullarda AKP’li emekçileri Erdoğan’ın insafına, kalanları ise Kılıçdaroğlu’nun umut tüccarlığına terk etmenin kaçınılmazlığını açıkladım.
Bugün reformistlerin taktiklerinin işçi hareketinin yenilgisine yol açmasının devrimci sonuçlar üretemeyeceğini söyledim. Devrimci bir müdahale olmadığı sürece, bahsedilen “yenilgi”nin asıl sebepleri teşhis edilmedikçe sol içindeki grup çekişmeleri ve rekabetin artacağını, bunun da emekçilerin özgüvenlerini törpüleyeceğini anlattım. Bugün devrimci bir çıkışın lazım olduğunu, bunun önündeki engelin düzen güçleri de, var olan krizin zayıflığı da, devrimci dinamik de olmadığını belirttim. Devrimci bağımsız devrimci bir siyasi çizgiyi eylemli bir şekilde hayata geçirmek gerektiğini, bunu da 2013-2016 arasındaki gibi değil, tutarlı ve devrimci temelde savunmanın önemini anlattım. Yaklaşan yerel seçimlere de bu perspektifle hazırlanmak gerektiğini, hükümeti karşısına alan ancak düzen muhalefetinden de bağımsız bir devrimci çizgi izlemeyenlerin emekçiler arasında mevzi kazanamayacaklarını vurgulayarak konuşmamı sonlandırdım.
Sunumumun ardından diğer konuşmacıların dediklerime ilişkin hiçbir şey söylememesi de not etmeye değer idi.
Panelin ardından
Panel bittikten sonra, soru soranlar da dahil olmak üzere birçok kişiyle konuşma fırsatı yakaladım. Sohbetlerimizde daha çok 2013-2016 arasındaki süreç ve bugünkü tablonun nedenleri hakkında konuşuyor olduk. Cumhurbaşkanı seçiminde bağımsız bir aday çıkartarak bu doğrultuda eylemli bir hat çizmek gerektiğinde anlaştığımız arkadaşlar oldu. Dayanışma ve yataylık konusunda da anlaşamadıklarımız oldu elbette. Aynı zamanda TÖP Hatay İl Sözcüsü ile de neler yaptıklarını ve yerel seçimlere giderken neler yapmak gerektiği üzerine sohbet ettik.
Karaburun Bilim Kongresi’nin geçen seneye kıyasla çok daha apolitik ve sınırlı bir kesime hitap ediyor oluşu önümüzde apaçık duran bir gerçekti. Ancak zamanın kısıtlı olmasından ötürü uzun uzun sohbet edemesek de kimi arkadaşlarla tanışarak gazetemizin son sayısını ve seçim broşürlerimizi ulaştırmamız olumlu bir pratik oldu. Bir sonraki senelerde örgütlü bir şekilde katılmak, stant açabilmek, gelenlerle tanışabilmek ve diğer oturumlara da katılabilmek açısından telafi etmemiz gereken bir eksiklik olarak önümüzde duruyor.
İstanbul’dan Bir Komünist