Ege Denizi’nde meydana gelen ve yoğunlukla İzmir’in Bayraklı ilçesini etkileyen depremde 100’ün üzerinde insan öldü, binlerce bina hasar aldı ve bu binaların önemli bir bölümü de yıkılmak zorunda kalınacak. İnsanların en temel ihtiyacından biri olan sağlıklı koşullarda barınma hakkını sağlayamayan devlet elbette deprem sonrası organizasyonda da çuvalladı.

Depremin etkilediği bölge esasında afet toplanma alanlarının çok olduğu, binaların bitişik nizam dikilmediği, cadde ve sokakların gayet geniş olduğu bir bölge. Bölgede tam enkaz haline gelen bina sayısı 6, yarı enkaz ise 12 adet ve hepsinin yakınlarında geniş parklar, açık alanlar mevcut. Dolayısıyla deprem sonrası acil durum gereklerini yerine getirmek için altyapısı oldukça uygun bir yer. Ancak bu durumda dahi öngörüsüzlük, koordinasyonsuzluk ve kurumlar arası iletişimsizlik hemen fark ediliyordu.
Ülkedeki her kurumun içini boşaltan, kendisinden olmayan herkesi terörize ederek düşmanlaştıran iktidar bu tutumunu İzmir’de de sergiledi. Olayla ilgisi olmayan Tarım ve Hayvancılık Bakanı’nın enkaz üstüne çıkarak yaptığı telefon şovunun arkasında daha büyük bir rezalet daha vardı. İktidarın kurumları hiçbir şekilde yerel yönetimlerle ve meslek odalarıyla işbirliği yapmadı ve süreci İzmir dışından personel getirtmek pahasına kendi başına yürütmeye çalıştı. Oysa deprem alanlarını gezen birisi en fazla çadırın ve depremzede destek çalışmalarının Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere yerel yönetimlere ait olduğunu görebilirdi. Depremin hemen sonrasında devriye gezen itfaiyecilerin müdahale ederek yaptığı kurtarma çalışmaları görmezden gelindi. TMMOB’un bölgedeki binaların hasar tespitine yönelik destek talebi de reddedildi ve koca bir meslek örgütü devre dışı bırakıldı. Depreme kadar gelinen süreçte görevini yapmayan ve ölümlerin birincil sorumlusu olan merkezi yönetim deprem sonrasında da sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmemesinin baş sorumlusudur.

Deprem sonrası görüntülerde yerel yönetimlerin yoğun bir çabası vardı ancak burada da büyük bir koordinasyonsuzluk söz konusuydu. Her ne kadar belediye başkanı Tunç Soyer ilk anda “hazırlığımız tam” diye bir açıklama yaptıysa da bunun doğru olmadığı ve görüntüyü kurtarmaya çalıştığı açıktı. Çünkü çadır kurulan yerlerdeki dağınık görüntü depremin 4. günü dahi devam ediyordu. Alanlardaki sorumlular ve yapacakları iş net olarak belirlenmemişti. Gelen yardım malzemelerinin nasıl organize edileceği belli değildi ve zaman zaman hırsızlık olayları ortaya çıkıyordu. Kurulacak çadırların sayısı ve ne zaman geleceği de anlık olarak belirleniyor ve alandaki karmaşa hiç bitmiyordu. Belli ki büyükşehir belediyesi bu depreme bir acil durum senaryosu olmadan, hazırlıksız bir şekilde yakalanmış ve ne yapacağına da anlık olarak karar veriyordu.

Bu karmaşaya rağmen depremzedelerin ve ilçe halkının yardımına da yine halk koştu. Çalışmalarda gönüllü olarak görev alan sendikalar, STK’lar ve vatandaşlar, kendi örgütlenme ağlarını kurup alanda inisiyatif alarak hareket ettiler ve bu açığı büyük ölçüde kapattılar. Halkın dayanışması sadece gıda ve malzeme yardımıyla sınırlı değildi. Resmi bir görevlendirmeleri olmadığı halde onlarca çadır kurdular, çadır alamayanları tespit edip ilgili yerlerle iletişimi sağladılar, gıda malzemesi başta olmak üzere alana tüm ihtiyaçları getirdiler ve gelen malzemeleri tasnif edip dağıttılar. Depremzedelerin irili ufaklı günlük ihtiyaçlarında da ilk başvurdukları kişiler bu dayanışma ağlarıyla hareket eden gönüllüler oldu ve çözüm de yine bu kişilerin aracılığı ile sağlandı. İktidarın ve düzen partilerinin temsilcileri, vekiller, il ve ilçe başkanları deprem alanlarında fotoğraf çektirip kendini gösterme telaşındayken; halk kendisi sorumluluk alarak en zor günlerin en az sorunla atlatılmasını sağladı. Üstelik bu kişiler konuyla ilgisi ve mesleki deneyimi sınırlı olan kişilerdi.

Tüm bu tablo şunu da açık bir şekilde ortaya koyuyor: Devlet ve iktidar tüm kurumlarıyla görevini ihmal ederken halk kendi örgütlenmesiyle devletin arkasını toplayabiliyorsa; bu kurumlara, burnundan kıl aldırmayan bakanlara ve bürokratlara, üç kuruş için ihmale göz yuman memurlara yani bu devlete gerek var mı? Boğazına kadar rüşvete, yolsuzluğa ve sorumsuzluğa batmış olan bu kurumlar bizi kurtarmayı bırakın canımıza kast etmekten başka bir işe yaramıyor. Enkazdan 91 saat sonra kurtulan 4 yaşındaki kız hepimizi sevindiriyor ancak o kızı bu enkaz altında bırakanlara sevincimizden daha fazla öfke duymamız ve onlardan hesap sormamız gerekiyor. Çocuk-yaşlı ölen ve yaralanan yüzlerce kişi, evsiz kalan yüzlerce aile ortaya çıkan dev barınma sorunu bugün her şeyden daha fazla konuşulmayı hak ediyor. CHP’nin İzmir İl Başkanı’nın bile “gün siyaset yapma günü değil, devletimizle birlikte yaraları saracağız” dediği yerde tüm suçu iktidara yüklemek de anlamsız. Bizi bu sorumsuz ve basiretsiz kişilerin hepsi el birliği ile öldürüyor.

Halk sadece deprem sonrasında değil, öncesinde de kendi örgütlenmesiyle ve dayanışmasıyla iktidarı bir toplumsal devrim aracılığı ile ele geçirmediği sürece yıllardır her depremde tekrar tekrar izlediğimiz bu manzarayı izlemeye devam edeceğiz. Dayanışma duygusuyla, yalnızca iyilik için bir araya gelen insanların ellerinde devletin sahip olduğu olanaklar olduğunda yapabileceklerini bir düşünelim ve kendimize şunu soralım: Biz böyle bir depreme bu menfaatçilerin köşe başlarını tuttuğu iktidarla mı yakalanmak isteriz yoksa elindeki ekmeği çekinmeden bölüşen halkın, ezilenlerin-emekçilerin, işçi sınıfının iktidarıyla mı?

İzmir’den KöZ Okuru Bir Belediye Emekçisi