Savaş şimdi dört dinin çıktığı topraklarda. Savunmasız insanların üzerine bombalar yağıyor günlerdir. Dünya tarihinde görülmemiş bir barbarlık: Hedef gözetilmeksizin her yer ateşe veriliyor. Hastane, okul, cami, kilise, can kurtaran ne varsa fosfor bombalarıyla bombalanıyor. Hastanelerde hastalar ölüme terk edilmiş durumda, cesetleri koyacak morg yok. Yardım taşımasına izin verilen sınırlı sayıdaki kamyonlar ceset torbası taşıyabiliyorlar yalnızca. Yakılıp yıkılmış evlere, parçalanmış bedenlere bakamıyorsunuz. Doğa da uzun süre kendisine dönemeyecek şekilde nasibini alıyor bu vahşetten. Dünya sahipsiz, insan sahipsiz. Adaleti sağlayacak bir denge, güçsüzü koruyacak bir güç yok ne yazık ki. Oysa, uğruna kavga edilen topraklarda insanların paylaşamayacağı bir şey yok. Bunları düşünürken Özkan Mert’in; “Korkuyorum insanın vahşetinden / savaşlardan / dinlerden…” dizeleri dudaklarıma yığılıp kalıyor.
İşte böyle bir ortamda ve böyle bir ruh hali içinde haberdar oldum Ekim Devrimi Tartışmaları kapsamında, Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ve Köz’ün Çanakkale HDP İl Binası’nda “Ekim Devrimi, Ulusal Sorun, Filistin ve Rojava’da Savaş” konulu panelinden. 31 Ekim Salı günü, saat 17’de başlaması gereken panel biraz geç başladı ama beklemeye değdi açıkçası. Belirtmem gerekir ki nitelik düzeyi oldukça yüksekti panelin.
Her şeyden önce dünyanın içinde bulunduğu duruma ve Filistin sorununa yaklaşım ezber bozan nitelikteydi. Rojava’ya ilişkin bildiklerimden çok fazlasına ulaştım. İşin kolayına kaçılmamıştı. Bildik kabuller üstünden değildi anlatılanlar. İki panelistin de birikimi, performansı beklenilenin çok üstündeydi ayrıca. Paneli ağzı açık dinledim diyebilirim deyim yerindeyse. Kalbimi tuttum anlatılanları kaçırmamak için. Dönüş yoluna geçtiğimde Eşim’e panelde anlatılanları nasıl özetleyebileceğimi düşündüm bir süre. Fakat böyle bir şeyin özetinin yapılamayacağını; neyi, nasıl anlatırsam anlatayım asıl anlatılması gerekenlerin bunun dışında kalacağını anlamam çok sürmedi. Ya da bunu beceremeyeceğimi kabul ettim. Söylenenlerin her biri açılması ve üzerinde uzun uzun konuşulması gereken ayrı birer başlık değerindeydi çünkü. Nasıl desem ileri bir insanlığın yaşam şekli ve ilişkileri dahil kentlerini, cadde ve sokaklarını gösteren oklar… Yeryüzü kardeşliğinin ve barış içinde bir dünyanın gidiş yolu. Ve/veya bu bağlamda olması gereken insan veya insanın geniş bir özeti.
Günümüz insanının içine düştüğü, düşürüldüğü çaresizlik; kuşatılmışlık, kıstırılmışlık üstünden gelişti konuşmalar. Bu girdaptan çıkış yoluna vurgular yapıldı. Zincirleri kırmanın devrimci şekli yeniden tanımlandı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte azgınlaşan emperyalizmin durdurulması için Dünya Devrimi’nden, devrimci bir dünya partisinden söz edildi. Filistin halkının yanında olmak ve Rojava Devrimi’ne sahip çıkmak için çevre ülkelerin halklarının önce ülkelerindeki gerici yönetimleri alaşağı etmelerinin zorunluluğunun altı çizildi.
Vicdanın ayağa kalkması çağrısıydı daha çok panelin kendisi. Panelde ülkemizin iç açıcı olmayan durumundan da söz edildi ister istemez. Eğer zaman daha geniş olsaydı İbrani Ansiklopedisi’ni hazırlamış Prof. Leibowitz’in; “Filistinlilerin, İsrail devletinden nefreti son derece doğaldır ve onları bundan ötürü kınayamayız. Arapların kendi Filistin devleti kurulursa, Yahudiler ve Araplar arasında dostça birlikte yaşama olasılığı çok yüksektir.” sözlerini tekrar ederek ben de katkı yapacaktım panele.
Bazı filmleri izlediğinizde, film bitse de kafanızda devam eder. Bir kitap için de geçerlidir bu durum. Benzer şey panelden sonra da oldu bende. Kaç gündür etkisindeyim. Orada dile gelenleri evirip çeviriyorum kafamda. Düşüncelerimle örtüşen, örtüşmeyen yanları tartışıyorum kendi içimde.
Şu an elimde Bekir Karadeniz’in dört ciltten oluşan “En Büyük İsyan Hatırlamaktır” adlı çalışması var. Birinci cildinin arkasındaki ifade ile panelde anlatılanlar arasında inanılmaz bir bağ kurdum. En azından panelde Türkiye’ye ilişkin anlatılanlarla… Ben Eşim’e panelden söz ettim kuşkusuz. Ama paneli özetlemek yerine, panelin en azından bir bölümünü özetleyeceğini düşündüğüm, panelin ruhunu da öne çıkaran Bekir Karadeniz’in sözünü ettiğim kitabının arka kapak yazısını okumayı tercih ettim. Aslına bakılırsa salt ülkemizin değil, dünyanın da arka yüzü üç aşağı beş yukarı kitabın arka kapağında yazılanlarda olduğu gibi.
“Türkiye’nin hiçbir döneminde ‘düşünce suçu’ kadar tehlikeli ve riskli bir suç söz konusu olmadı. Bu nedenle adı ya da ceza yasasındaki maddenin numarası ne olursa olsun içeriği hep aynı kalmış ve yönetenler asla bu yasalardan taviz vermemiştir. Uygulamalar ise anayasal olarak güvencede olmaksızın yönetenlerin insafına bırakılmıştır. Bunun böyle işlemesi şüphesiz bir rastlantı değil, tersine Türkiye’nin resmi ideolojisinin sonucudur.
‘Düşünce suçu’ her zaman akla gelebilecek en lastikli, yoruma açık olarak hazır bulundurulur. Aslında tam anlamıyla serseri mayın misali toplumun arasında dolaş(tırıl)ır ve kimin ne zaman buna basacağı veya toslayacağını yönetenlerden başkası bilemez. Bu anlamıyla, hatırlamak düşünmenin tehlikeli yanlarından biridir.
Günlük yaşamdan okulda verilen derslere kadar hiçbir şey, herhangi biçimde sorgulan(a)madı, sorgulatılmadı. Sorgulamanın açacağı sonuçları içgüdüleri ve tecrübeleriyle kestiren insanların çoğu bu kurala uymanın en ‘selamet’ yol olduğunu kavradı. Sorgulamak, neyin sorgulandığından bağımsız olarak başlı başına tabu kabul edildi.”
Ne mi düşünüyorum: Adil olmayan bir dünyada yaşamaya mecbur değiliz. Başka türlü bir dünya mümkündür.
Çanakkale’den Eğitim Emekçisi Bir Köz Okuru