Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyımla birlikte, siyasal iktidarın üniversiteler üzerindeki tahakkümü ülke gündemine oturdu. Boğaziçili öğrenciler; kampüs yaşantılarına, akademik faaliyetlerine saldırıyı da beraberinde getirecek bu antidemokratik uygulamaya yüksek sesle itiraz etti.

4 Ocak Pazartesi günü içerideki öğrencilerle dışarıdaki “provokatörleri” ayıran Güney Kampüs kapısının kırılmasıyla Boğaziçi’nin çeperlerini aşan, diğer üniversitelere de sıçrayan bu hareket; birçok insan gibi beni de heyecanlandırdı. Ülke gündeminde yankı bulan Boğaziçi gündemi, kişisel gündemimde de önemli bir yer tutarak gönüllü karantinamı kırmayı başardı. Aylardır evden dışarı adımını atmayan biri olarak, soluğu 10 Ekim’den beri ayak basmadığım Kadıköy’de, Boğaziçi eyleminde aldım. Esasında birçok insan gibi, eylemlerin kırılma noktası olan Güney Kapı önüne gitmek üzere hazırlanmıştım. Pazartesi günü o kapı önündeki polis saldırısını, o gün orada bulunan öğrencilerin evlerinin ne şekilde basıldığını gördüğüm ve tüm bunların tekrarlanma ihtimalinden neredeyse emin olduğum halde. Herkes gibi yani. Böylesi dinamik bir kitlenin enerjisi, basın açıklaması yapmanın vaka-i adiyeden olduğu Kadıköy Rıhtım’da, uzun uzun konuşmalara hapsedilmemeliydi.

Nitekim Çarşamba günü yapılan Kadıköy eyleminden sonra, kitlenin dinamizminin gün geçtikçe azaldığını gözlemlemekteyim. Kapıları zorlayan o irade birdenbire kapıların ardında kalmaya razı oldu. Siyasetlerin bir kısmı dahil olmak üzere direnişi sahiplenenlerse bunu “alan savunması”, okul içindeki kimi eylemlilikleri ise “yaratıcı” olarak niteledi. Böyle gerekçelendirmeyenler ise en iyi ihtimalle “hoş gördü” ve eleştiriden kaçındı. Elbette dans etmenin, çeşitli atölyeler yapmanın ziyanı yok; fakat tüm bunlar birçok yerde eylemlerin odağı haline geldi. Siyasetler, süreçten yalıtılma ve “kitleye değememe” kaygısıyla, eylemlerinden politik içeriği yalıtmaya başladı. Bu tavrın temelinde, kitleyi oldukça “geri” bir noktada görmenin ve bu geri kitleyi korkutmamak adına siyasal gerçekleri söylemeyi erteleme eğiliminin olduğunu düşünüyorum.

Nitekim az çok dahil olabildiğim İzmir faaliyetinde de, diğer şehirlerden alabildiğim aktarımlardan anladığım kadarıyla da, eylemliliklerin bütünsel bir hat çizmek yerine öğrenci sorunlarıyla sınırlı tutulmaya çalışıldığı bir tavır hakim. Kayyım gündemi nasıl Boğaziçi ile sınırlı kalamıyorsa, üniversitelerle de sınır değil. Belediyelere ve STK’lara atanan kayyımlardan bahsetmeden kayyım siyasetine karşı çıkmak gerçekçi de değil. Birçok yerde Boğaziçi eylemlerini örgütleyen arkadaşlar tüm bu görüşlere ikna oldukları halde, bir önceki paragraftaki gerekçelerle siyasal gerçekleri ifade etmemeyi, “demokrasi” ve “bilim” gibi sihirli sözcüklere sarılmayı tercih ediyorlar. Halbuki aynı faaliyet içinde, örgütlü olanların “apolitik” olarak nitelendireceği örgütsüz insanlar, siyasal gerçeklerin ifade edilmesine çok daha az karşı çıkıyorlar. Bu durum, kitlenin bahsedildiği kadar “geri” olmadığının; hatta kendini “öncü” tayin edenlerin kimi zaman aldıkları tavır dolayısıyla kitlenin gerisine düştüğünün, yani kitleye siyaset taşıyamadığının göstergesi olarak okunabilir.

Önümüzdeki günlerde eylemler son bulsa dahi tüm bu süreç, birçok üniversitede dayanışma ağları örülmesine ve bu ağların tümünün dahil edilmeye çalışıldığı bir koordinasyonun kurulmasına vesile oldu. “Abluka dağıtılamasa” da, sürekli siyasal iktidarın gücüne vurgu yapılan ve böylece “yenilmez” olduğu yanılgısının hakim olduğu puslu hava biraz olsun dağıldı. Açığa çıkan bu enerjinin örgütlenmesi ve politik bir mücadeleye kanalize edilmesi, ilk etapta, bu hareketin yolunun ezilen diğer unsurların mücadeleleri ile kesişmesi sonucu mümkün olabilir diye düşünüyorum.

Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

İstanbul’dan Üniversite Öğrencisi Bir KöZ Okuru