Ege Denizi’nde meydana gelen depremin ardından görevim gereği arama kurtarma faaliyetlerinde aktif bir biçimde yer aldım ve bu çalışmalar içerisinde insanın kanını çeken şeylere tanık oldum. Öncelikle bilinmelidir ki enkaz altında ilk 24 saat en önemli süredir. Uluslararası arama kurtarma normlarına göre ilk 72 saat ağır iş makinaları enkaz alanında çalıştırılmaz. Enkaz alanında önce gözlem ve dinleme yapılarak yer tespiti sağlanır ve binanın yıkılma şekli belirlenerek bina üzerinde yapılacak sektörel çalışma alanları belirlenir. Bu sektörlerde çalışacak ekipler ve ekip personel sayısı optimal çalışmayı sağlayacak en ideal şekilde minimum personel sayısına göre yapılmalıdır. Enkaz üzerine fazla yük binmesi, ani hareketlerle kolonlara ve kirişlere, oluşan tabyalara ve yıkılan tablalara müdahale yeni göçükler oluşmasına ve enkaz altında kalan canlılara risk oluşturacaktır.

Ancak olay yerine ulaşan itfaiye personellerinden saatler sonra gelen AFAD yetkilileri enkazda arama kurtarma değil de sanki yıkım ekibi gibi enkaza ağır iş makinalarının müdahalesine izin vermiş, koordinasyon ve çalışmayı kara düzen yürütmüştür. Bu işin eğitimini alan profesyonel itfaiye ve arama kurtarma ekiplerini kenara itip siyasetin desteklediği, ne kadar eğitim aldığı ve profesyonelliği sorgulanması gereken “İHH” gibi gruplar AFAD tarafından alana sokulup korunup kollanmıştır. Arama kurtarma faaliyetleri adeta AFAD ve bu tip grupların şovuna dönüştürülmüş, enkaz üzerinde anlamsız olaylara neden olmuştur. Kamuoyuna mal olan küçük Ayda enkaz altından kurtarıldığında yaşanan kargaşa, itfaiye ekiplerinin itilip kakılması, itfaiye personeline “oradan çekil yoksa bu senin son görevin olur” denilmesi inanılması güç olsa da ekranlara yansıyan bu olaylar yaşananlardan sadece küçük bir kesittir.

Liyakatten uzak ve siyasi çıkar uğruna çalışan bu kuruma yakın bir zamanda çıkarılan bir genelge ile afet alanlarında emir ve koordinasyon yetkisi tanınmaktadır. Ancak yerel yönetimler de bu konuda liyakatı bir kenara iterek yaptıkları atamalarla itfaiye ekiplerinin gücünü azaltmaktalar. Liyakatın ne denli önemli olduğu yaşanan koordinasyon eksikliği ve yetkili kişilerin işbilmez kararlarıyla sonuçlanmıştır. Bu olaylar örgüsü enkaz altında kalan yurttaşlarımızın canına kastetmiş ve şova dökülerek acınası bir görüntü vermiştir. AFAD’ın yönetim ve idari kadroları biraz araştırıldığında liyakatın oralara uğramadığı ve siyaseten kimlerin eş, dost ve akraba ilişkileri ile bulundukları konuma geldikleri görülecektir.

Tüm bu olanların en büyük sorumlusu toplumsal olarak buna gösterdiğimiz rıza ve kabuldür. Coğrafyanın kader değil keder olabileceğini ve bunu aşmak için toplumsal olarak akıl ve bilimi mitlere, mucizelere ve kadere teslim etmememiz gerektiğini anlamamız gerekiyor.

’99 depremi hiç yaşanmamış gibi davrandık. Ardından gelen Simav, Van ve Elazığ depremleri şehir ve imar düzeninin, inşaat sektörünün ne denli kalitesiz olduğunu gözler önüne serdi. Peki bunun müsebbiblerinin sorgulanmasını ve cezalandırılmasını sağlamak kimin görevi? Toplumumuz hesap sormaktan neden korkuyor? Bir Japon sözü “toplumu yönetenler o toplumun aynasıdır” der ve “ahlaksız kişiler ahlaklı toplumları yönetemez” diye bitirir. Burada bahsi geçen ahlak teolojik değil etik insani ahlak kavramıdır. Üzülerek söylemek zorundayım ki toplum olarak etik ahlaki değerlerden uzaklaşıyoruz. Gerçeği bükme yeteneğimiz artmakta, yanlışı ve doğruyu yapan kişilere göre belirleyerek gerçeklikten uzaklaşmaktayız. Depremzedelere dağıtılan ihtiyaç malzemelerini alıp dükkanında satmaya çalışanların, enkaz üzerine şov için çıkan bakanların, cumhurbaşkanı gelecek diye enkaz altındaki yurttaşı üç saat bekleten yetkililerin ne denli etik ahlaka sahip oldukları ortadadır.

Spordan sanata her şeyi kendi çıkarlarına göre ayarlayan ve siyasallaştıran bir anlayışla karşı karşıyayız. Bence toplumda kutuplaşmayı etkinleştiren “ya taraf olursun ya da bertaraf” cümlesidir. Bu cümleyi kuran ve kendini devlet mekanizmasının yerine koyarak “şahsım” anlayışını korumaya çalışan bu iktidar ve paydaşları tüm garabetlerin sorumlularıdır. Ama bu toplumsal kutuplaşmada ezenlerin, egemenlerin karşısında hak ettikleri türden bir kutubu yaratamamış olmamız da bizim kusurumuz.

18 yıllık iktidarları süresince yaşanan sosyal ve ekonomik krizleri yurttaşlara yükleyen iktidar, muhalefetin de zayıflığı ile toplumun mucizelere ve bir kurtarıcının çıkacağı umuduna sarılmasını sağlıyor.

Kendisinin yokluğu halinde felaketlerin geleceğine işaret eden iktidar aslında yaşanan tüm kötülüklerin kaynağı aslında. Depremlerle ilgili önergeleri kabul etmeyen, imar barışını ortaya çıkaran kendisi değilmiş gibi davransalar da bu yaşananların sorumlusu kendileridir ve cinayetten yargılanmaları gerekmektedir.

Bu topraklarda yaşanan yoksulluğa ve ölümlere yapılan güzellemeler, insan odaklı meselelerin fıtrat ve kadere yüklenmesi kendi eserleri. Siyasetin toplumun inanç ve duygusallığını sömürmeye yönelik inşası, toplumun bu ülkede hayatta kalmanın mucizelere bağlı olduğuna inanmasıyla sonuçlanmakta. Peki yaşamamız mucizelere bağlıysa devleti yönetenlere ve onların yasalarına neden bu denli bağlı kalıyoruz? Çok uzun zamandan bu yana yönetemedikleri ve topluma bir faydası olmayan fayda sağlamayacağı da belli olan bu iktidara ve düzene ne kadar daha tahammül edecek ve bunlardan sonra da bu düzeni devam ettirme niyeti olan siyasilere kapıyı ne zaman göstereceğiz? Onlar olmasa her şey daha mı kötü olurdu?

Yoksa akıl ve bilimi üstün tutan, düşünen, üreten ve paylaşan, etik değerlere bağlı empati yeteneği gelişmiş, kişilere değil ilkelere bağlı bir yönetim anlayışını kendimize layık görmüyor ve arzulamıyor muyuz?

Artık mucizelerle yaşamaya son vermek için hep birlikte hareket etmeli, aklımızla dalga geçen, yaşamlarımızı hiçe sayan, doğaya düşman bu anlayışı yollamanın zamanıdır. İş bilmez liyakatten uzak yöneticilerini, bakanlarını ve kanımızı emen müteahhitleriyle birlikte tamamını yargılamalıyız. Halkın (işçi, köylü, emekçilerin) iktidarını kurmanın zamanı geldi de geçiyor.

Bunun da tek yolu var. Bunun yolu siyasetten ve siyasallaşmadan kaçınmaktan değil, aksine toplumu kutuplaştıranların karşısına ezilenlerin siyasal bir kutup olarak dikilmesinden geçiyor. Bu iktidar ve tepesinde oturdukları düzen alaşağı edilmedikçe kimsenin kendi yuvasında huzurlu, güvenli, korkmadan yaşaması bile mümkün değil. Bu deprem ve yıkıcı sonuçları da bunun kanıtıdır.

İzmir’den KöZ Okuru Bir Belediye Emekçisi