“İnsanlar dayanabildikleri kadar çalışır
Ve ellerinden geldiğinden fazla dayanırlar.”
Bir vakit sürgünde Yannis Ritsos’un kaleminden dökülenler. Ben de bu kente yaz başında bir işçi olarak vardığımdan bu yana dayanabildiğim kadar çalışan ve elimden geldiğinden fazla dayanan bir hâlde; tamamen koşulların dayattığı bir eylemsellikte durmaksızın, fakat bir o kadar parçalanmış ve kopmuş bir düşünsellik ve kendilikte hareket etmeksizin sürüklendiğimi görüyorum. Hem başlamanın nasılını bilemediğim her vakit Ritsos’a sığındığımdan, hem de turizm işçiliğini bir tür sürgün bağlamında – yani olduğu gibi – ele almak adına yazıya böyle bir giriş yapmayı uygun buldum.
“Yıldızlar”ı ve parıltıları ile tüm o büyük, şaşaalı yapılar… Eksili katlarda, eksik nesnelerle, penceresiz, havasız, gri, soluk, tozlanmış, çürümekte odalar ve koridorlarda sürdürülen, sürünülen bir emek cehennemi üzerinde yükseliyor.
Lojmanlar, başını sokacak bir delik deyiminin somutlaştığı, insanların depolanan fabrika ürünleri gibi tıkıştırıldığı bir göz odacıklar şeklinde. Kaldığınız yerde gökyüzünü dahi görmeyen bir pencere olması bulunmaz bir nimet haline gelmiş. Kovulmanız yahut istifa etmeniz durumunda ise, yaşamaya tenezzül edilemeyecek bu alanları gerçek dışı bir hızla terk etmek zorundasınız. Kendinizi ne yapacağınızı bilemediğiniz bavullarınızla, ve ilk defa geldiğiniz bir yerde iseniz muhtemelen hiç bilmediğiniz de bir yerde sokak ortasında bulabilir olmanın olağanlığı turizm işçiliğinin içkin bir parçası. Adeta burjuvazinin üzerinde durduğu temelin proleter emeği oluşunun bir somutlaşması denebilecek biçimde ekseriyetle o şatafatlı yapıların altında yer alan bu konaklama alanlarında sürekli bilhassa henüz ayılamamış olduğu sabah mesaisinde insanın kendisini her şeye küfreder halde bulmasına neden olan kokular asılı. Yıllarca ve yıllarca aynı ucuz, sağlıksız, kalitesiz yemeklerin dönüp durduğu personel yemekhaneleri hijyenik olmamanın ötesinde pislik içinde mekanlar. Ucuz kimyasallar ile çamaşırhane ve geneliyle çöplerin yanı sıra bahsi geçen kokuların önemli bir kaynağı da burası.
Yemekhanede doymanın da beslenmenin de tatmin olmanın da mümkün olmayışının uzun, yoğun, ağır ve molasız mesailere eklenmesiyle işçiler için kafein bağımlılığının yanı sıra atıştırmalık, paketli ürünler yaşamın kaçınılmaz bir parçası durumunda. Böylece muazzam düşüklükteki ücretler bu gibi karşılanmayan temel ihtiyaçlar uğrunda eriyip gidiyor. Bunlar ve kendilerine reva görülen sonsuz eksiklik karşısında turizm işçisi için ihtiyaç duyduğunu -kazanmak için ömründen verdiği üç kuruşluk ücreti yakmadan – elde edebileceği tek biçimde, sessizce temin etmek de burada hayatta kalmanın esaslarından.
Bu sefaleti daha da keskin kılan, burjuvazi-proletarya çelişkisinin burada hepten apaçıklığı, büsbütün katı ve çıplak, ortada hali. Yaşamda payına düşenin yıllarca yıllarca yıllarca; aynı yemekler, aynı müzikler, aynı işler ve işlemler, aynı sözcükler, cümleler, günler ve giysiler içinde, aynı maskelerle sürekli bir sunu ve gösteri halinde sonu olmayan bir sirkte kadrolu bir soytarı rolünden ibaret olmaklığı soluduğun havaya asılı, insan olmak cüretinde bulunup nefes almaya teşebbüs ettiğin her vakit yüzüne dinmeyen, yakan ve yıpratan bir kış rüzgarı gibi çarpıyor. Yaşamın yerini alan hizmet, ritüel halinde bir yaşamayışın sürdürülmesi olarak üretiliyor. Bu koşulların işçiyi düşürdüğü uyuşmuşluk ve yabancılaşma içinde hem patron dayatmalarına hem burjuva yakınma ve mızmızlanmalarına dair de bir kanıksamaya varılıyor. Buna varamayan ve kaldıramayanın sahnede yeri olmadığından – sıklıkla burjuva yasaları çerçevesindeki sınırlı haklarından dahi mahrum kılınmak üzere istifaya sürüklemek ya da zorlamak suretiyle – perde arkasında kapı dışarı ediliyor.
Eylülün ilk haftasını geride bırakmaz üzereyiz. Yine çalışmakta kendimi yitirdiğim bir günün ardından ağustosta bitirmeye niyetlendiğim yazıya nihayet devam ediyorum. Artık meseleyi derli toplu anlatmakta giderek zorlandığım bir sınırda, tahammülsüz, bıkkın ve sezonu kapatamadan bir kez daha hasta halde elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım. Evet, hasta olmak da bırakın ücretli izni, bir molaya dahi “hak” kazandırmıyor.
Talep edileli beş dakika olan bir havlu için – ufacık bir örnek – tekrar tekrar aranıp laf ve azar işittiğiniz bir işte, kaçırdığınız takdirde kullanımları maaşınızdan kesilecek mini-bar kontrolü için iki dakika zar zor beklettiğiniz ama kendi sorumsuzlukları ile sizi her daim bekletip işinizi aksatan, şikayetleri bitmeyen, saygısız, kibirli, kendi kendisi için bir parmağını kıpırdatmaktan aciz koca mızmız bebekler denebilecek bir kitleyi; eski, mütemadiyen donup kasan, sık sık arızalanan, çöken sistemler ve cihazlarla sürekli ve en hızlı şekilde memnun etmeye çalışmak. Çoğu vakit, bilhassa hafta sonları artık çalışır gibi değil üzerime yağan kurşunlara karşı elimle tırnağımla savaşır gibi hissediyorum. Zımbasından kalemine her şeyin bozukluğu, eksikliği ve dandikliğinden mustaripken bir de yeşil turizm safsatalarını dinliyor ve anlatıyoruz. Maalesef inananlarımız da az değil. Kapitalizmin nasıl bir incelikle işin ve yaşamın her zerresini kuşattığı buradan bakınca çok daha berrak oysa. Basit bir örnek kafi olur: fotokopilerin arkasını müsvedde olarak kullanmamızın patronların ağaç sevdasından değil kar hırsından olduğunu görmek pek zor olmasa gerek. Nihayetinde proletaryanın bakışının aynı yeşil zihniyete dair olan yirmi saniye duş gibi zırvalarla meselenin özü olan üretim ilişkilerinden uzaklaştırılmak istenmesi gibi. Sahiden tükenmekte olan su kaynaklarının lüks spa merkezleri ile alakasının kendi ürettiği üründen ve değerden faydalanamayan mülksüz proleterin duşundan çok daha fazla olduğunu fark etmemek özel bir çaba ile olmalı halbuki. Nitekim öyle de. Burjuvazinin bu devasa sirki sürdürmekte kullandığı araçlar yeşil masallarla sınırlı değil. Housekeeping gibi departmanların işçileri ile ön büro/muhasebe vs. gibi departmanların işçileri arasındaki suni hiyerarşiler örgütsüzlüğün, böylece sömürünün yapıtaşları arasında. Birinin bebeğin altını temizlediği, birinin beslediği, birinin biberonun bezin bütçesini ayarladığı bu durumda, zincirin ve düşmanın aynılığı kültürel ve sosyal ilişkiler içinde görünmez kılınıyor. Irk meselesi de kendini benzer biçimde ortaya koyuyor. Bilhassa konaklama koşulları ve mevsimlik niteliği yönüyle proleterin yurtsuzluğunun iyice sivrilerek yüzeye çıktığı – dahası dünya burjuvazisi ile dünya proletaryasının doğrudan karşı karşıya kaldığı bir vakit ve bağlam içinde – fakat hem kapitalizmin süregelen dinamikleri hem ülkenin özgül koşulları sonucu buradan proleter enternasyonalizmine döşenebilecek yolun şu an için ağırlıklı olarak mülteci ve Kürtlere karşı düşmanlık ve ırkçılık ile tıkandığını gözlemliyorum.
Son tahlilde, içinden çıkılması kolay olmamakla beraber umutsuz bir vaziyet görmüyorum. Proleterin ideoloji ve üstyapının etki alanının ötesinde kalan dürtüsel ve doğal eyleyiş ile düşünüşünde yatan ve dinmeyen bir kıvılcımın köklerini de günden güne seyretmek fırsatım oldu. Başka bir dünyanın tohumlarına yaşam verecek ısının yattığı bu kıvılcım örgütlü bir önderlikçe harlanmayı beklemekte… Ve biliyorum ki bu kızıl bekleyiş, onların yeşil eylemlerinden katbekat gerçek, katbekat bakidir.