“Die Arbeiter haben kein Vaterland”

Hâlihazırda belli bir sınıf bilinci, kısmen aktif bir politik mücadele geçmişi ve eser miktarda dahi olsa kapitalizm-emperyalizm ilişkisini irdelememe yardımcı olacak bilgi birikimine sahip bir işçi olarak yaklaşık bir buçuk sene Almanya’ya taşındım. İlk tahlilde hedefim toparlayabildiğim tüm politik bilince rağmen hiç yoksa finansal özgürlük, sosyal devlet anlayışı altında “nefes” almaktı. Taşınma sürecimde devletler nezdinde gayet makul ve karşılıklı anlaşmalar, olaylar altında gerçekleşti. Yani artık kısmen donanımlı, enternasyonal ortam görgüsü/bilgisi olan, parlak bir iş gücü olarak cehennemin kıyısından (TR’den kaçma hayalleri kuran ve bunu gerçekleştirmiş yüzbinlerce vatandaşın deyimiyle yani) kendimi, kurtarıp “güvenli” tarafa atmış oldum.

Artık bu fırsat deryası ve müreffeh alandan kendime bir paye çıkarıp, “kurulu bir düzen” inşası için tüm şartlar uygundu. Ancak tam da bu noktada politik, materyal gerçeklikler tek tek yüzünüze çarpmaya başlıyor. Öncelikle hem yarı (mahallî/yerel) – emperyalist hem ilginç bir şekilde sömürge olan bir Ortadoğu ülkesinden gelmiş olmak (kökeniniz mimli olduğu için, kültürel adaptasyon ve dil öğreniminizi, özellikle başka Kuzey ülkelerinden gelenlere göre çok daha hızlı ve kapsamlı gerçekleştirmiş olmanız bekleniyor sizden), işin bir tarafı. Diğer taraftan yasal da olsa ipin ucunda sallanan ve geçici kalıcı bir oturum statünüz, yine dil yetersizliği ve bunların önüme diktiği engeller, ilk etapta kurduğum, materyal politik gerçeklerden sıyrık, naif planlara darbeyi indirmiş oldu.

Aslında bir darbeden ziyade gerçekliğin, “kapitalist sistemin siz de bu sistem içinde kendinize bir şekilde huzurlu rahat bir alan kurabilirsiniz” illüzyonundan sıyrılıp beyninizde bir şimşek çaktırması hadisesi de diyebiliriz işbu vakanın kendisine.

Yani meselenin aslı siz “nefes almak” için müreffeh ümit bir odağına taşınırken, tarihsel sömürge çelişkilerini, “üst” emperyalizmin parlak vatandaşlarıyla aranızda olan içkin farkları göz ardı ediyorsunuz bir süreliğine, hayatın akışı da zihniniz birazcık aralı olsa bile o boşluktan size hakikati bir şekilde boca ediyor. Tabi bu zihin aralığının hiç mevcut olmadığı, kendini Ortadoğulu yeni geldiği toplumdan dışlanan bir emekçi olarak değil de “Türk/Kürt” olduğu hiç de belli olmayan, uzaktan “Avrupalı” sanılan ve henüz o mükemmel kariyer basamaklarını çıkmaya başlamamış, bu geçiş sürecini garsonluk, baristalık gibi güvencesiz işlerde geçirenler de var. Ancak örneğin yerçekimi nasıl ki kişilerin yorum ve hislerinden bağımsızsa, bu süreçte yaşanan çelişkilerin gerçekliği de bir o kadar benim veya bu gerçeklikle arasına beton perde çekenler için o kadar reeldir.

Buraya kadar kendi bireysel deneyimlerimden ve bulunduğumuz coğrafyadan bağımsız olarak emekçilerin emek-sermaye çelişkisi içerisindeki konumunu ve emperyalist eşitsiz gelişim kanununun kaçınılmaz bir sonucu olan güvencesiz göçmenliğin üzerine bir şeyler söylemek istedim. Yazının devamındaysa Almanya’daki sol hareketlerin ahvaline ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Öncelikle şu materyal gerçekliğe işaret etmek gerekiyor. Geldiğim ülkede en nihayetinde sol grupların ekseriyeti “bu sefer seçimlerde hangi şoven burjuva kliğini “taktik ve strateji” adı altında desteklesek,” ya da “burjuvazinin modern kanadını nasıl daha iyi pazarlasak” derdindelerdi. Nitekim bu minvalde kendilerini ve kitlelerini hala gelecek belediye seçimleriyle eğlemekle meşguller. Dolayısıyla buraya geldiğimde de Avrupa ve Almanya’da sol harekete dair herhangi bir beklentim yoktu. Ancak koalisyon içinde bulunan ve kendini sol spektrum içinde kabul ettirmiş SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve “Die Grüne” (Yeşiller Partisi) gibi ucube yapıları gördükçe solun bu coğrafyadaki konumunun, hâlihazırda eleştirdiğim (hatta tabiri caizse haklı olarak topa tuttuğum) Türkiye’dekinden dahi çok daha geri düşmüş olduğuna kanaat getirdim. Sosyal demokratların tarih boyunca övünerek bahsettiği sosyal hakların kendilerini bu hat çevresinde pazarlayan partiler tarafından nasıl Avrupa halklarının elinden alındığını gözlemlemem, bu partilerin artık revizyonist veya sistem içi “gaz alacak” düzeltmelere dahi yeltenmediği anlamına geliyor. Örneğin popülist ve tamamıyla yüzeysel dahi olsa maaş yükseltme, kamulaştırma, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi gibi burjuva vaatleri bile tamamen rafa kalkmış durumda. Kaldı ki parti düzeyinde olmasa da daha sol eğilimli organizasyonlarının içinde kamulaştırma taleplerinin cılız bir şekilde de olsa yükseldiğine şahitlik ediyoruz. Ancak burada da kamu kime ait, kamu kaynakları kime hizmet eder, devlet hangi sınıfın devletidir tarzı çok temel ve basit çözümlemelerden tamamen yoksun olunduğunu görüyoruz.

Yani buradan çıkarılacak sonuç “solun” Almanya’da klasik anlamda halkçı revizyonizmi bile çoktan rafa kalkmıştır. Bu aslında sosyal demokrasinin konjonktür ne kadar izin verirse o kadar sağda konumlanmasıyla alakalı tabi. Yani yüz yıl önce devrim tehlikesi varken ve ibre devrimci sol siyasetten yanayken Almanya Sosyal Demokratları minimum on birim solda bulunmak zorundaydılar ve bu sebeple on birim solda durdular 10,1 değildi kesinlikle. Şimdi ibre ya da hegemonya neredeyse tamamen öbür tarafa dönünce 0,1 birim kadar solda duruyorlar. Öte yandan kendilerini bu 0,1 birim sol pozisyondan daha solda tanımlayan gruplarsa bu popülist halkçı taleplere ilişkin temel düzeyde çözümlemeler gerçekleştirmekten, dolayısıyla bu hedefleri yerine getirmek için gereken, ayakları yere basan taktik ve stratejiler geliştirmekten alabildiğine uzaktırlar. Haliyle de bu talepler ya naif temenniler olarak kalacaktır. Ya da herhangi bir devrim tahayyülü olmadığı için en gerçek/mümkün düzlemde devlet kapitalizmi altında gerçekleştirilebilecek şeyler olabilir.

Bu konuya ilişkin son zamanlarda katıldığım bir “Ekolojik Yıkım” konferansından birkaç anekdot sunmam, metaforik ve soyut olarak ifade ettiğim durumun anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Konferans boyunca iklim değişikliğine yönelik önlemlerin (yenilenebilir enerji üretiminin yaygınlaştırılmasından, iklim değişikliğine bağlı afetlerin önceden tespit edilmesinden ve önlenmesi, vb.) kamu kaynaklarının bu alana daha fazla aktarılarak gerçekleştirilebileceğinden, bu nedenle hükümetlerden bu yönde talepler yükseltilmesi gerektiğinden bahsedildi. Bu doğrultuda devletin enerji üretimi dâhil birçok alanda kontrolü yeniden ele alması ve istihdam alanları yaratması, bu şekilde işsizlik sorununa da ciddi oranda çözüm getirileceği tekrarlanıp durdu farklı örgütler tarafından.

Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi bu talepler “kamu kime ait, kamu kaynakları kime hizmet eder, devlet hangi sınıfın devletidir” tarzı sorular sorulmadan ortaya atılmıştır. Bununla birlikte dünyada hâlihazırda hegemonyası devam eden neoliberal politikalardan bihaber şekilde ortaya atılmışlardır. Çünkü hükümet politikalarının bu taleplerin istemli bir şekilde aksi istikamette sürdürüldüğünden ya habersizler ya da herhangi bir eylem veya stratejik plan olmadan bu gidişatın değiştirilebileceği inancındalar. İkinci durumun daha olası olduğu için tam bu noktada devletin sınıfsal kimliği ve varoluş amacına yönelik herhangi bir çözümleme yapılmamış olmamasının eksikliğini ve bu nedenle bu tür fikirlerin ya da taleplerin ölü doğacağını anlamak zor olmayacaktır.

Her ne kadar bu eleştiri ve gözlemlerim kendini nispeten solda konumlandıran ufak çapta örgütlerin ekoloji meselesine dair bakışları özelinde de olsa, Almanya solunda hakimiyet kurmuş (ve onun gerilemesiyle de arasında diyalektik bir ilişki barındıran) teorik ve pratik sığlığın mahiyetini anlamak açısından aydınlatıcıdır.

Almanya’dan Bir Köz Okuru