Baas Rejimi Suriye’de kimsenin beklemediği bir zamanda ve süratte çöktü. Bu çöküş sadece bölgede devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelede dengeleri ve dinamikleri değiştirdiği için değil aynı zamanda bu mücadelenin bir parçası olan sol hareket içinde yeni tartışmalar ve buluşmalar yaratacağı için incelenmeyi hak ediyor. Karşımızda sonuçları bakımından en az ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali kadar önemli bir gelişme vardır.
Esad hükümetinin tek kurşun atmadan çözülüp kaçmasını tekil bir olgu olarak değerlendirmekten kaçınmak gerekir. Onu Amerika’daki seçimlerden, Almanya ve Fransa’daki hükümet krizlerinden, Ukrayna Savaşı’ndan, İsrail’in çapını giderek genişlettiği katliamlardan ayrı ele almak mümkün olmadığı gibi Çin’de yükselen finans kapitalden, Afrika’daki darbelerden bağımsız bir şekilde ele almak da yanıltıcı olur. Dünya üzerindeki tüm devrimci hareketler için geçerli olması gereken bu saptama, Türkiye’deki devrimci hareketler için iki ayrı nedenden ötürü daha doğrudur: Birincisi, Suriye’deki gelişmeler doğrudan Kürdistan ve Filistin’deki savaşla ilişkilidir. Ortadoğu gericiliğinin kalesi İsrail’den fazla Filistin ve Kürdistan’da ezilen ulusların bağımsızlığının baş düşmanı Türkiye Cumhuriyeti’dir. İkincisi Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık üniter ulus devletinin kriziyle çakışan derin bir rejim krizinin içindedir ve Cumhuriyet tarihinin en zayıf döneminden geçmektedir. Emperyalist zincirin bu zayıf halkası asgari bir devlet aklından ve oyun kurma yeteneğinden yoksun, kendi içindeki siyasi çatışmalar nedeniyle kilitlenmiş bir durumda hem Türkiye sathında hem de uluslararası düzlemde sağa sola savrulmaktadır. Bu bakımdan Esad’ın devrilişini sadece dünya çapındaki paylaşım mücadelesi ve Ortadoğu’da ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesiyle değil aynı zamanda Türkiye’nin içindeki siyasi gelişmelerle birlikte aynı bütünün parçası olarak değerlendirmek gerekir. Bugün Suriye’deki gelişmelerden Bahçeli’nin açıklamalarına, kayyım saldırılarından teğmenlerin kılıçlı gösterisine uzanan gelişmeleri tekil ve bağımsız olaylar olarak göremeyiz, tersine bunların hepsi emperyalistler arası paylaşım kavgasının yarattığı eksende ortaya çıkan olgulardır.

Emperyalistler Arası Paylaşım Kavgası ve Savaş
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını merkeze alan bir yaklaşım kuşkusuz leninizmin alameti farikalarından birisidir. Solda Lenin’in azizleştirildiği ama onun komünist mücadeleye katkılarının hasır altı edildiği bir dönemde, emperyalistler arası paylaşım kavgasını merkeze alan bir yaklaşımın ne anlama geldiği ve gelmediği üzerinde ayrıca durmak gerekir. Öncelikle elbette söz konusu paylaşım kavgasının sıklıkla karıştırıldığı gibi tavla, poker yahut judo gibi bir spor olmadığını vurgulamak gerekir. Emperyalist paylaşım kavgası emperyalistler arasındaki güç dengesinin değişmesinden ötürü, eski emperyalist düzenin yıkılıp yeni emperyalist düzenin kurulmasıyla sonuçlanan bir kavgadır, güç dengelerinin sürekli yeniden belirlendiği bitmeyen bir oyun değil. Bu yeni düzen de ancak güçler dengesini yeniden tarif eden dünya çapında kapsamlı bir savaşla kurulabilir. Bu savaşı kimin kazanacağı da şu ya da bu siyasal beceriye, savaş manevrasına değil söz konusu savaşın çıplak ve acımasız hakemliğinde açığa çıkacak olan iktisadi ve askeri kapasitenin gelişmişlik düzeyine bağlıdır.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının bütünlüğünü göz ardı edip bu kavga içindeki kimi çekişme ve çatışmaları kendi içinde açıklayanlar, bu olaylar dizisi içindeki tarafları “eli güçlendi”, “üstünlük elde etti” türünden futbol maçı yorumlarıyla değerlendirenler karşısında Lenin’in kapitalist dünyanın acımasız mantığını sade bir biçimde sergilediği Avrupa Birleşik Devletleri Üzerine makalesine başvurmak gerekir:
Bölüşüm, “güce tekabül etmeksizin” olamaz. Ve güç ilişkileri, ekonomik gelişmenin ilerlemesiyle değişir. 1871’den sonra Almanya, Fransa ve İngiltere’den üç ya da dört kat daha hızlı güçlenmiş; Japonya ise, Rusya’dan hemen hemen on kat daha hızlı güçlenmiştir. Kapitalist bir devletin gerçek gücünün sınanmasında savaştan daha başka bir yol yoktur ve olamaz da. Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez. Tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek işletmelerin ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide krizden ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur.

Söz konusu savaşı ancak bir devrim dalgasının durdurabileceği kesindir. Durduramadığı takdirde de savaşın devrimler dalgasına yol açacağından şüphe duymamak gerekir. Bugün var olan muhtelif yerel savaşlara bakıp “üçüncü dünya savaşının çoktan başladığı” sonucuna varmak ne kadar yanlışsa emperyalistlerin devrimlerden korktukları için bu savaşlara bugüne kadar girmemiş olmasından yola çıkarak, dünya savaşları döneminin geçtiği sonucuna varmak da o kadar yanlıştır. Kesin olan, bu dünya savaşı çıkana dek bu müsabakanın kazananı ve kaybedeni olmayacağı, tüm tarafların aynı çatışma girdabı içinde sürükleneceğidir. Güçlenen yeni emperyalistler kendi düzenlerini kurana dek, şu ya da bu odağın elinin kuvvetlendiğini söylemenin bir anlamı yoktur. Zira bu yeni düzen kurulmadan güçlenen emperyalistlerin kazanma imkanı yoktur, diğerleri ise zaten kaybedenlerin arasında olduğu için paylaşım kavgası kızışmaktadır ve adım adım bir büyük savaşı zorlamaktadır. Bu nedenle “İran zayıfladı, İsrail kazandı”, “Rusya yenildi ABD kazandı” türü yorumlar Ukrayna’dan Suriye’ye uzanan içsavaşları ve bölgesel savaşların dinamikleri ile sonuçlarını anlamayı daha baştan engellemektedir.
Emperyalist Güçlerle Emperyalist Olmayan Güçleri Birbirinden Ayırt Etmek Gerekir
Emperyalistler arası paylaşım kavgasını merkeze almak, emperyalist olan ve olmayan devletler arasında bir ayrım yapmayı da gerektirir. Bu ayrım niceliğe değil niteliğe ilişkindir, dolayısıyla devletleri sıkletlerine göre boy sırasına dizip onlara “alt-emperyalist”, “yarı-çevre”, “bölgesel güç” vs. türünden adlar takmak bu nitel farkı nicel bir farka indirgeyerek hasır altı etmeye yarar. Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası, devletler arasındaki bölgesel çekişme ve paylaşım kavgalarından farklı olduğu gibi tüm bu kavgaların taraflarını ve seyrini belirleyicidir.
O hâlde Suriye’yi incelerken öncelikle ABD, İngiltere ve Rusya güçlerinin yanına İran, İsrail ve Türkiye gibi güçleri koyup sanki her iki düzlemdeki devletler denkmiş ve aralarındaki fark sermaye birikimi ve askeri güçle ilgili nicel bir farkmış gibi hareket etmekten uzak durmak gerekir. Suudi Arabistan’dan İran’a, Türkiye’den İsrail’e Ortadoğu’daki devletlerin herhangi biri emperyalist karakterde değildir. Bu devletlerin arasındaki çekişme ve çatışmaların varlığı da, bu çatışmaların Filistin ve Kürdistan sorunuyla bağlantısı da su götürmez birer gerçek olsa bile Suriye’deki içsavaşın seyrinde ikincil derecede önemli ve belirleyicidirler.

Emperyalist/Bölgesel Güç Türkiye Safsatası
Bu noktada Türkiye’nin konumu üzerinde ayrıca durmak gerekir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle eş zamanlı olarak, Süleyman Demirel meydanlarda “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Kadar!” diye bağırırken, Yalçın Küçük tarafından piyasaya sokulan “Emperyalist Türkiye” tezi o dönemlerde pek destekçi bulmamış olsa da bugün giderek daha yaygın bir biçimde savunulmaktadır. Türkiye’yi açıktan emperyalist olarak tanımlayanların sayısı hâlâ parmakla sayılacak kadar olsa da, Türkiye’nin bir bölgesel güç olarak dengelerden faydalandığını, kendi oyununu kurduğunu söyleyenlerin sayısı giderek artmaktadır. Bu tezin daha farklı bir varyantını AKP’nin “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti tasfiye etti”ğini, yerine yeni-Osmanlıcı bir rejim kurduğunu savunan, Küçük’ün talebelerinin ismini gasp ettikleri TKP de savunmaktadır.
Halbuki Osmanlı, geleneksel anlamda bir imparatorluktu, onun üstüne üniter bir Cumhuriyet üniforması giydirmiş Türkiye geçelim modern anlamda bir emperyalist devlet olmayı, ilhak ettiği Kürdistan’a ve Hatay’a rağmen geleneksel bir imparatorluk olmayı ancak hayalinde görebilir. Birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde tüm azgelişmişliğine karşın Osmanlı ile İngiliz İmparatorluğu arasındaki fark, bugün Türkiye ile ABD arasındaki farktan daha azdı. 1913’te İngiliz İmparatorluğu’nun ekonomik büyüklüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun 19 katıyken 2023’te ABD ekonomisi Türkiye’nin 25 katıdır. Yirminci yüzyılın başında İngiliz İmparatorluğu’nun askeri harcamaları Osmanlı İmparatorluğu’nun 4,5 katıyken bugün ABD’nin askeri harcamaları Türkiye’ninkinin 58 katıdır. Tüm bunların ötesinde Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet aygıtını koruyup mükemmelleştirmiş olsa da, dış politikada birinci paylaşım savaşının yenilgisinin yarattığı travma ve aşağılık kompleksiyle kurulmuş bir devlettir. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi barışperver bir devleti değil bu devleti kuranların bilincini, en ufak bir bölgesel savaş çıktığında ilhak ettiği Kürdistan’ı dahi elinde tutamayacağını anlatır.

Türkiye geçelim emperyalist olmayı, keskinleşen emperyalistler arası paylaşım kavgasının mönüsünde yer almaktadır. Bölgesel krizlerde oyun kurucu olmak şöyle dursun, artan bölgesel çatışmalarda Kürdistan’ın kuzeyi üzerindeki egemenliğini nasıl koruyacağını kara kara düşünmektedir. Geçelim emperyalistler arasındaki çatışmalardan faydalanmayı, bir denge politikası gütmeyi, halihazırda iki emperyalist efendinin uşağıdır ve ABD ile Rusya arasında sıkışmıştır. Dolayısıyla bırakalım emperyalist olmayı, Türkiye’nin güçlü bir bölgesel devlet kadar dahi belirleyici rolü yoktur.
Nasıl ki Aksa Tufanı ile başlayan süreçte ‘Ortadoğu’nun yükselen gücü İran’ kırk yıllık yatırımlarını birkaç günde kaybettiyse, Türkiye’nin de emperyalist paylaşım kavgasında kavganın öznesi değil eklentisi hatta bu kavgada yutulacak bir lokma olacaktır.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası Türkiye’nin tüm emperyalistleri aynı anda idare eden bir denge siyaseti izlemesini de mümkün kılmıyor. Zira bir denge siyaseti gütmek için önce bir iç bütünlüğe ve politikaya sahip olmak gerekir. Halbuki bugün Türkiye’nin, geçelim emperyalist bir vizyonu yahut bir Ortadoğu politikasını bir Kürt politikası dahi yoktur. Bu koşullar altında emperyalistlerin zayıflaması, onların Türkiye’yi daha az yönlendirebiliyor olması onu bölgede kendi lehine bir alan açmayan ama başkalarının da kendi aralarında bir çözüm bulmasını engelleyen, bu anlamıyla tüm emperyalistler açısından kullanım değeri düşen güvenilmez bir devlet hâline sokmuştur. Erdoğan hükümeti, Türkiye lehine çözümler üretmemekte ama tüm emperyalistler açısından sorunları büyütmektedir.
Kuşkusuz soyut olarak değerlendirildiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalist olduğunu yahut bölgesel bir güç olarak Kürdistan’a saldırdığını savunmakta bir mahsur yoktur. Türkiye’nin Kürdistan’a yönelik saldırganlığına karşı çıkılmasının zararı yok faydası vardır. Ancak bu analiz her şeyden önce Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi krizi anlamayı engellemektedir. Türkiye’yi bir bölgesel güç olarak görenler, Türkiye’nin son on yılda Suriye’deki hareket edişini bir devlet politikası olarak algılayanlar, aslında bu konunun Türkiye iç siyasetindeki yarılmayla bağını kuramamaktadır. Türkiye’nin yeni dış politikası emperyalizm, bölgesel güç olma hesaplarıyla tanımlanınca hükümetle olan çekişmesi nedeniyle bu yönelime itiraz edenler de anti-emperyalist müttefikler olarak görülmeye başlanmaktadır. TKP ve türevlerinin CHP içindeki “Yurtta Sulh” çizgisini savunan kemalistleri açıktan müttefik kabul etmesi bu nedenle tesadüf değildir.
Bununla birlikte Türkiye’nin bölgesel bir güç olmaması, onun bölgede daha barışçıl bir güç olduğu anlamına da gelmez. Bilakis bir emperyalist yahut bölgesel gücün kaynak, donanım ve siyasi vizyonuna sahip olmadığı için emperyalistlerin son başvurduğu çözüm olan savaş onun repertuvarının ilk parçası olacaktır. Sadece kendi sorunlarını savaşla çözmeye yeltenmeyecek, aksine başkalarının paralı askeri olmaya daha meyilli olacaktır. Bu bakımdan Türkiye’nin zayıflaması, bölgedeki belirleyiciliğini yitirmesi, onu bölgede daha saldırgan bir güce dönüştürmektedir. Halihazırda Efrin’deki varlığı bu saldırganlığın en iyi kanıtıdır.
‘Emperyalist Savaş’ Kalıbının Örttükleri
Emperyalistler arasındaki rekabetin ve paylaşım kavgasının kızışmasının sol içerisinde de emperyalizme olan ilgiyi artırdığı muhakkak. Dünyadaki güncel siyasi gelişmeleri emperyalizm/emperyalist savaş/emperyalistler arası paylaşım kavgası perspektifiyle açıklamak bugün yirmi sene öncesine göre daha çok revaçta. Bir tarafa ABD emperyalizmini diğer tarafa da ‘küresel güney’ ya da sözüm ona sosyalizmin sözüm ona belli kazanımlarını güya temsil eden Rusya ve Çin’i koyarak bu kazanım cephesini savunan sol global ölçekte genişliyor. Bu akımların 1945-1989 yılları arasındaki dünyayı, SSCB ile ABD arasındaki mücadelenin damgasını vurduğu, bir tarafta sosyalizmin diğer tarafta emperyalizmin yer aldığı iki kutuplu bir dünya olarak görmeleri de bu görüşlerini pekiştiriyor.

Halbuki “emperyalist savaş”, “emperyalistler arası paylaşım savaşı” ile aynı şey değildir. Emperyalist savaş kavramı, paylaşım kavgasını hasır altı edenler tarafından emperyalist kamplardan birine destek vermek için kullanılır. Bu kesimler dünya üzerindeki savaşları en az iki emperyalist kamp arasındaki bir savaş olarak görmez. Emperyalistlerin topluca, kimi zaman da barışçıl bir rekabet ilişkisi içinde, dünya halklarına karşı açtığı bir savaştan söz edenler, bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu, savaşın diğer kampının emperyalist olmadığını, dünya halklarının anti-emperyalist mücadelesi olduğunu savunmak için vurgularlar. Bugün Suriye’de emperyalist bir savaş ve müdahaleden söz edenlerin yaptığı tastamam budur.
Nitekim birinci paylaşım savaşında Alman emperyalizmine yedeklenen merkezci sosyal-demokrasinin en rafine temsilcilerinden olan Kautsky de Alman emperyalizminin ilhakçı politikaları karşısında sessiz kalırken İngiliz ve Rus emperyalizmlerinin ilhakçılığını lanetliyordu. Emperyalist paylaşım kavgasından söz etmek bu savaşın en az iki tarafı olduğu, savaşın tarafların da emperyalist olduğu anlamına gelir. Son on üç yıldır Suriye’de bir tarafında emperyalistlerin diğer tarafında dünya halklarının bulunduğu bir emperyalist savaş yoktu, şimdi de yok. Suriye içsavaşı da, sonrasındaki Beşar Esad’a yönelik müdahale de emperyalist iki kutup arasındaki mücadelenin bir parçasıdır.
Bugünkü Emperyalist Kavganın İki Tarafı
Emperyalistler arası savaş dünyadaki en güçlü emperyalistin ya da muhtelif emperyalistlerin bir tarafta, küçük devletlerin, ya da ‘mazlum halkların’, ezilen ulusların yaşadığı toprakların diğer tarafta kutuplaştığı bir kavga değil. Bugünkü kavganın somut iki tarafı var: ABD ve Rus emperyalizmi. ABD hem ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası statükonun kurucusu olduğu için hem de ekonomik, siyasal ve askerî bakımdan oynaması gereken rolün gereklerini yerine getiremediği için bu kavganın bir parçası olmaya yazgılı.

Rusya ise bugün iktisadi ve siyasi bakımdan ABD’nin en güçlü rakibi değildir. En atak emperyalist de değildir ancak çarlık emperyalizmini yıkmakla kalmayıp emperyalist dünyaya bir bütün olarak en büyük darbeyi vurmuş Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin askeri teknolojisine ve gücüne sahiptir. Putin bu güce yaslanarak, bağrındaki güdük finans kapitalle Çarlık Rusya’sını modern bir temelde yeniden diriltme gayretindedir. Sahip olduğu askerî güce karşın bu gücü besleyen özerk finansal kapitalin zayıflığı Rusya’nın emperyalist olmadığının kanıtı değil, onun da ABD emperyalizmi gibi gerileyen ama kaderine boyun eğmeyen bir emperyalist güç olduğunun göstergesidir. Çarlık Rusyası, SSCB ve Rusya Federasyonu arasında bir süreklilik kurmak, Ukrayna’dan Afrika’ya at koşturan Rus emperyalizminin ideolojik harcıdır. Bugün de SSCB ile Rusya arasında yoğun ya da seyreltik bir süreklilik kuranlar bu harca malzeme vermektedirler.
ABD ve Rusya En Güçlü İki Emperyalist Odak Değildir
Bugünkü paylaşım kavgasında öne çıkan emperyalistlerin ABD ve Rusya olması, bu kavgada ABD ve Rusya’nın diğer emperyalistleri de etkisi altında konsolide eden iki kutup olarak mücadele ettiği anlamına da gelmiyor. Çin’de biriken devasa boyutlardaki finans kapital, bu sürece bekçilik eden Çin Komünist Partisi’ni emperyalist bir atılıma girmesi için sıkıştırmaktadır. Rusya’nın sermaye ihraç kapasitesindeki zayıflık nasıl onu emperyalist bir güç olmaktan çıkarmıyorsa, Çin’in yüksek miktardaki sermaye ihracı onu, gerekli siyasi ve askerî adımları atmadan emperyalist bir odak kılmaya yetmemektedir. Çin’in Rusya ile güçlü ekonomik ilişkileri olmakla beraber bir kutup hâlinde hareket ettiğini, Rus emperyalizmine doğrudan destek verdiğini söylemek de mümkün değil. Tersine Çin hâlâ ABD ile köprüleri atmamayı tercih ediyor, farklı emperyalistler çapı ve maliyeti artan savaşlarla kan kaybederken, tarihsel “barışçıl” çizgisine uygun bir şekilde, net bir tercihte bulunmadan onların arasından barışçıl bir şekilde sıyrılmayı umut ediyor. SSCB ile mücadelesinde “barış içinde beraber yaşama” tezini yerden yere vuran ÇKP’nin bugün kapitalistler arası barışçıl bir arada yaşama tezlerini savunması tarihin bir ironisi olsa da, emperyalist paylaşım kavgasında bir karşılığı ve geleceği yoktur. Çin’in tercihleri paylaşım kavgasının seyrinde belirleyici olacaktır.

Çin’in Rusya’yla olan işbirliği hakkında peşinen bir hüküm vermek ne kadar yanlışsa, ABD’nin de Çin’i doğrudan düşman kategorisinde değerlendirdiğini ve doğrudan Çin’e yükleneceğini sanmak da o kadar yanlıştır. ABD’nin Çin ile olan ilişkisinin nasıl seyredeceği de henüz belirsizdir. Kesin olan ABD’nin kurduğu uluslararası düzenin askerî ve mâlî yükünü çekemediğidir. Baba Bush-Clinton-Oğul Bush dönemleri bu gerçeği inkar aşamasıydı, Obama askerî bakımdan rezil olmadan ve mâlî olarak iflas etmeden kademeli bir biçimde geri çekilmeye gayret etti, başarılı olamadı. Trump’ın değiştirdiği geri çekilme değil bunun yöntemiydi; yükleri Almanya ve Fransa’nın omuzlara yıkarak ve NATO’dan Dünya Bankası’na ABD’nin 1945 sonrasında kurduğu tüm kurumları dinamitleyerek ilerledi. Çoklarının sandığının aksine Obama-Trump dönemi bir parantez değildi, ABD’nin içinde bulunduğu açmaz karşısındaki çıkışsız arayışları temsil ediyordu. Nitekim Biden parantezi kapanırken Trump’ın aynı arayışta ısrar edeceğini görmek zor değildir. ABD’nin Ortadoğu’daki askerî varlığını azaltması, onun var olan tüm gücünü Çin’e saldırmak için kullanacağının habercisi olarak yorumlandı. Oysa Trump, Çin karşıtı söylemlerinin daha çarpıcı olduğu 2016’da dahi bir savaş kabinesi kurmamıştı, 2024 seçimlerinin ardından savaş karşıtı isimleri hükümette görevlendirmesiyle bu tutum daha net görünür hâle geldi. Üstelik Trump’a seçim süresince en fazla desteği veren Elon Musk’ın Çin ile yürüttüğü ekonomik ilişkiler göz önünde bulundurulursa Trump’ın Çin ile saldırgan değil makul bir ilişki arayışında olduğunu görmek zor değildir.
Gelgelelim Trump’ın dünkü ve bugünkü arayışları da Obama’nınkiler gibi çıkışsız kalmaya mahkumdur, çünkü bir devletin emperyalist olması onun tercihine bağlı olmadığı gibi emperyalist olmaktan vazgeçmesi de onun tercihine bağlı değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü biçimiyle, ya da onu andırır herhangi bir biçimde varlığını koruması onun emperyalist politikalarda ve kurumlarda ısrar etmesine bağlıdır. Bu bakımdan hükümetlerin yönelimi ne olursa olsun ABD Çin’e açıktan savaş ilan edemediği gibi Ukrayna’dan da Ortadoğu’dan da çıkamamaktadır, çıkamayacaktır.

Dahası “emperyalist savaş” kalıbıyla Rusya özürcülüğü yapanların göstermek istedikleri yekpare hareket eden bir Batı, yahut Atlantik bloku da yoktur. Fransa ve Almanya’nın ABD ile olan ilişkileri ikinci Irak savaşından beri hep daha mesafeli olageldi. Halihazırda yaşadıkları hükümet krizleri bu iki ülkenin ABD’yi çelmeleyen şekilde Rusya’yla daha yakın bir ilişki kurmasının önünü açmaktadır. Daha doğru ifade etmek gerekirse, hem Fransa hem de Almanya’daki hükümet değişikliklerini, bu kavganın onları Rusya’nın yanında taraf olmaya zorlamasının sonucu olarak görmek gerekir. Nihayetinde gerek Ukrayna’daki şahin pozisyonunun gerekse de HTŞ ile olan sıkı fıkı ilişkilerinin gösterdiği üzere İngiltere, ABD emperyalizminin “fino” köpeği değildir, bilakis ABD’yi hem Ukrayna’da hem Suriye’de savaşın daha fazla içine iten ama aynı zamanda ABD’nin yalpalayışlarından faydalanmak üzere boşlukları dolduran hamleler yapmak için adım üstüne adım atan bir pozisyondadır.
Suriye’deki İçsavaşın Seyrini ABD ve Rusya Arasındaki Güç Dengesi Belirlemiştir
Suriye’de HTŞ’nin emperyalistlerin desteğiyle hücuma geçip, hükûmeti ele geçirdiğini savunanlar haklı olarak soruyorlar: “HTŞ’yi bu kadarca profesyonelce kim silahlandırdı? Hücum emrini kim verdi? ABD ve İngiltere’nin düne kadar terörist olarak ilan ettiği isimleri bugün demokratik Suriye’nin sesi olarak cilalaması tesadüf müdür?” Ancak bu soruların benzerlerini Esad Hükûmeti hakkında da sormak aynı derecede haklıdır ve yaşananların siyasi özünü anlamayı kolaylaştırır. Düne kadar HTŞ’yi İdlib’e sıkıştırmış olan Esad nasıl olmuş da birdenbire tası toprağı toplayarak kaçmıştır? Esad’ın denetimindeki ordunun askerî kapasitesi nasıl olup da birden sıfırlanmış, Esad “tek kurşun atmadan” teslim olmuştur? Düne kadar Suriye’deki savaşı, Ukrayna’daki savaşı yorumladığı tonda, köktendinci faşizme karşı verilen bir mücadele olarak tanımlayan Rusya nasıl olup da sığınmacı Esad’ın sesini kesmiş, Suriye’deki hükûmete dair en ufak bir olumsuz değerlendirme yapmaktan kaçınmıştır? Bu ikinci kümedeki soruların yanıtı da birinci kümedekiler kadar açık olsa gerektir. Amerika’nın desteği olmadan ne HTŞ’nin Baas Hükûmeti’ni devirecek donanımı ve yüreği vardı, ne de Rus desteğinden yoksun Esad hükûmetinin 2011’de başlayan ayaklanmayı bastıracak kudreti ve halk desteği. Birincisi Amerika ve İngiltere’nin yürü ya kulum demesiyle iktidarı almıştır. İkincisi ise Putin’in altından sandalyeyi çekmesiyle soluğu Moskova’da almıştır.
Rusya’nın Suriye’den en ufak bir direniş göstermeden çekilme biçimi de, sonrasında oluşan hükûmetle ilişkilenme biçimi de onun bölgedeki nüfuzunun içeriğini ele vermektedir. Rusya’nın Suriye’deki varlığı da tıpkı Ukrayna’daki ve Afrika’daki varlığı gibi nüfuz alanını genişletmeyi amaçlayan emperyalist bir nitelik taşımaktadır. Bölgedeki askerî tercihleri de onu emperyalizme karşı bir “direniş ekseni” olarak taltif edenlerin aksine Rus emperyalizminin tümüyle pragmatik kâr-zarar hesabını yansıtmaktadır. Bu hesapları aklamak için “Rusya’dan elbette SSCB gibi davranması beklenemez” diye mazeretler üretmeye çalışanlar, aslında bu özürle Rusya’nın emperyalist karakterini itiraf etmektedirler. Kendilerine “madem Rusya’nın bir SSCB gibi davranması beklenemez o zaman biz niye Rusya’yı geçmişte SSCB’yi desteklediğimizden daha fazla destekledik?” diye sormaları gerekir.

Suriye’deki içsavaşın bu perdesinin sonucunu da emperyalistler arasındaki güç dengesi belirlemiştir. ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgalinden 2021’de Afganistan’dan çekilişine uzanan süreç Amerikan emperyalizminin işgal politikalarının askerî yükünü taşıyamadığını göstermişti. ABD’nin sendeleyişini avantaja çevirmek isteyerek Suriye’den Afrika’ya ve Ukrayna’ya hamleler yapan Rusya’nın Suriye’deki mevzilerini terk etmesi, besbelli ki Rus emperyalizminin de aynı güçlüklerle hem de daha yoğun bir biçimde boğuştuğunu göstermektedir. Rusya’nın çekilirken pazarlık yapıp yapmadığı ancak ilerleyen zaman içinde anlaşılır olacaktır ancak şu noktada ikincil derecede önem taşımaktadır. Önemli olan, Suriye içsavaşının seyrinde tayin edici olan ve çekilme kararıyla açığa çıkan noktadır: Rus emperyalizminin aynı ânda hem Ukrayna’da hem de Suriye’de doğrudan savaş yürütmeye mecali yoktur. Rusya’nın çekilme kararının onun Ukrayna savaşına yoğunlaşıp denetimindeki bölgeyi genişletmesine mi yol açacağını yoksa, tam da Trump ile elverişli şartlarda bir anlaşma yapmayı umarken, askerî kapasitesinin sınırlılığının açığa çıkmasıyla pazarlık imkanlarını yitirip bitmeyen bir savaşın içine daha mı fazla çekileceğini zaman gösterecektir.
Kesin olan Suriye ve Ukrayna özelinde ABD ve Rusya’yı ama genel olarak da tüm emperyalistleri savaşın içine çeken koşulların yoğunlaşmasıyla eş zamanlı olarak onların bir savaşın hem ekonomik hem de daha önemlisi toplumsal yükünü taşıma kapasitesindeki azalmadır. Emperyalistler siyasal kurumları, uluslararası dengeleri, statükoları alt ederek savaşların koşullarını yaratmakta ama savaşlara doğrudan girememektedir. Savaşları başlattıkları zaman da bitirememektedir. Eski düzeni yıkmakta ama yenisini kuramamaktadır. Bu da devrimcilerin üzüleceği değil bilakis devrimci durumun yayıldığını, devrimin koşullarının dünya çapında olgunlaştığını anlatan bir durumdur.
Suriye’de Devrim mi Oldu?
Dünya çapında devrimci durumun yayıldığını tespit etmek Suriye’de bir devrimin gerçekleştiğini savunan liberal ahmaklardan uzak durmayı da beraberinde getirir. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin yolundan yürüyenler devrim ve karşı-devrim kavramlarını dünyadaki siyasi gelişmeleri kataloglamak için değil devrimci güçlerle ittifak kurmak ve devrimlere önderlik etmek maksadıyla kullanırlar.
Emperyalizm çağında şu ya da bu devrimci sürece emperyalistlerin müdahale etmeyeceğini düşünmek saflık olur. Öyle ki, Lenin Çarlık Rusya’sını alt üst eden 1917 Şubat Devrimi’nin bir boyutuyla emperyalist bir komplo olduğunu ifade etmiştir. Lenin Pravda’ya gönderdiği ‘Uzaktan Mektuplar’ın birincisinde Şubat Devrimi’nin sadece bir halk ayaklanması olarak anlaşılamayacağını, aynı zamanda bu devrimin İngiliz ve Fransız emperyalizminin de desteğiyle Çar’dan kurtularak Rusya’nın savaş gücünü arttırmayı hedefleyen bir hükûmet darbesi olduğunu tespit ediyordu.

Lenin bu satırları yazarken kuşkusuz Çarın tahtını sarsan işçi-köylü isyanını da, dalga dalga yayılan işçi köylü asker şûralarını da küçümsemeyi amaçlamıyordu. Maksadı tam tersiydi, başlamış ama başarılı olamamış Şubat devrimini zafere ulaştırmak için devrimde rol oynayan karşı devrimci güçlerle mücadelenin önemine dikkat çekiyordu. Tam da bu nedenle Lenin ve ufak bir yalpalamadan sonra Bolşevikler, Geçici Hükümete ve onunla ilişkili hiçbir kuruma destek vermediler. Zira devrim adına konuşan tüm bu kurumlar asıl olarak emekçi kitleleri pasifleştirip örgütsüzleştirmeyi hedefliyordu. Pek çoklarının sandığının aksine Ekim Devrimi başarılı Şubat Devrimi’nin ardından gerçekleşen ikinci başarılı devrim değildi. Başarısız Şubat Devrimi’ni, bolşeviklerin taktik manevraları ve askerî eylemiyle başarılı kılıp tamamlayan bir silahlı ayaklanmaydı. Bu anlamıyla ilk muzaffer devrimdi.
2011’deki halk ayaklanması, Suriye’deki Esad Hükümeti’ni sarsmış, onu ülkeyi yönetemez hale getirmiş olsa da, 1917 Şubatı’ndaki ayaklanmanın aksine hükûmeti devirmedi. Böylelikle Suriye’de 2011’de ortaya bir devrim çıkmadı ama Suriye’yi ikiye bölen bir içsavaşın patlak vermesiyle gizlenemez bir devrimci durum ortaya çıktı. Suriye toprağı olmayan ilhak edilmiş Rojava’da ise iktidar değişti ve bir devrim başladı. Bu devrimin seyrini ayrı bir başlıkta ele almak gerekir. Suriye’deki devrimci durum geçen on üç yıl içinde son bulmadı ama Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin sonrasında da taşeron olarak kullandıkları Türkiye’nin yaptığı müdahalelerle karşı-devrimci akımlar güç kazandı, zayıf ve örgütsüz olan emekçi örgütlenmeleri ise hepten dağıtıldı.
On üç yıl sonra Esad’ı deviren HTŞ ise zamanında her türlü devrimci dinamiği ezmiş karşı devrimci örgütlenmelerin en güçlüsü, emperyalistler tarafından en palazlandırılmış ve pohpohlanmışıdır. Bu bakımdan Aralık 2024’te gerçekleşen hükümet değişikliği bir devrim değil tepeden tırnağa emperyalistlerin denetiminde karşı devrimci bir hükûmet darbesidir. Lenin hükûmeti devirerek başlamış bir devrimde dahi halk ayaklanmasının zaferi için emperyalist karşı devrimci müdahalelere dikkat çekerken bugün “Suriye’de Devrim Oldu!” diye düğün bayram edenler hiç başlamamış bir devrimde, hükûmeti devirememiş bir halk ayaklanmasını boğan karşı-devrimci güçleri, elbette “eleştirel bir biçimde” yani adressiz arzuhal mi yaptırımsız fetva mı olduğu belli olmayan “cihatçılar Suriye’den Defolsun!” türü sloganlar atmayı ihmal etmeden, övmektedirler. Menşevizmin en pespaye versiyonunu yansıtan “Suriye özgürleşti” çığırtkanlığının bereket yaşadığımız topraklarda anlamlı bir siyasi karşılığı yoktur. Bu kesimlerin devrimci harekete verdiği zarar anlamlı bir siyasi güce sahip olup hükûmet propagandasını işçi hareketi içinde tekrarlamalarından değil sola hakim diğer menşevizmin onları kullanışlı bir hedef olarak seçerek kendi pozisyonlarını gizlemesini mümkün kılmasından kaynaklanmaktadır. Anti-emperyalizm adına Rusya’yla, İran’la, Hizbullah’la saf tutan kesimler, emperyalizmin operasyonlarını devrim olarak yücelten bu budalalarla polemik yaparak, kendi pozisyonlarını anti-emperyalist olarak gösterme gayretindedirler.

13 Günde Düşen Hükümetin 70 Yıllık Evelliyatı
Beşar Esad 13 buçuk günde düştü. Çoklarının hatırlattığı gibi bu 13 buçuk günlük savaşın 13 yıllık bir evveliyatı, yani Suriye içsavaşı vardı. Ama Suriye içsavaşının da en az yirmi yıllık, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne uzanan bir evveliyatı vardır. Bu öykünün kendisi de Ortadoğu’nun Ekim Devrimi’nin etkisinin en yakın hissedildiği, dinamiklerinin en sarsıcı yaşandığı ve Ekim Devrimi’nin yozlaşmasının sonuçlarını en ağır şekilde deneyimleyen bir coğrafya olması tarafından belirlenmiştir. Bu bakımdan tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi Suriye’de de emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının asıl olarak ABD-Rusya kavgası olarak somutlanması da kökleri Ekim Devrimi’nde olan bu geçmişle ilişkilidir.
Ekim Devrimi, rüzgârıyla sadece proleter devrimleri değil ezilen ulusların kurtuluş mücadelesini de körükledi. Bu dinamikler nedeniyle, Ekim Devrimi’nin ardından sadece açıktan sömürgeci olanların değil kendi kaderini tayin hakkının iğdiş edilmiş bir versiyonunu savunan Wilsoncu emperyalistlerin de ezilen ulusların kurtuluşunun önünde engel olduğu görüldü. Ortadoğu’nun son yüz yıllık tarihi emperyalistlerin “böl ve yönet” yöneliminin bölgedeki emperyalizm işbirlikçisi devletleri tahkim edip ulusal kurtuluş mücadelelerini parçalama girişimlerinin öyküsüdür. Suriye’deki içsavaş ve hükümet devir teslimi bu nedenle Ortadoğu’nun düğümü olan, Kürdistan ve Filistin ulusal sorunlarının seyriyle yakından ilişkilidir.
Ortadoğu’da Bugünkü Mücadele Neden Rus ve ABD Emperyalizminin Çatışması Olarak Gerçekleşiyor?
Ortadoğu Ekim Devrimi’nin rüzgarlarının en sert estiği ve bu nedenle güçlü komünist partilerin kurulduğu coğrafyalardan biri oldu. Ancak Komünist Enternasyonal’in tasfiye hattına girmesiyle birlikte bu güçlü komünist partilerin rotasını çizecek, onlara proleter devrim yolunda önderlik edecek bir uluslararası merkez de ortadan kalkmıştı. Varlığı adım adım şeklî bir varlığa dönüşen Komünist Enternasyonal’in ikinci emperyalist paylaşım savaşında fiilen tasfiye edilmesi ikinci paylaşım savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin on yıllar sonra hâlâ Ekim Devrimi’nin sarsıntısını yaşayan Ortadoğu ile ilişkilenirken farklı bir yol izlemesine, komünist partiler önderliğinde bir devrimin hazırlığını yapmak yerine bölgedeki burjuva hükümetleri “kapitalist olmayan kalkınma yoluna” çağırmasına ve Amerikan etkisinden çıkarmaya gayret ettiği bu rejimlerle dostluk ilişkileri kurmaya gayret etmesine yol açtı. 1952’de Nasır’ın darbesiyle açılan yol sonrasında Suriye ve Irak’taki darbelerle, Cezayir İçsavaşı’nın galibi hükümetle hatta Tunus’taki Bourgiba hükümetiyle kurulan iyi ilişkilerle birlikte bölgedeki Amerikan etkisi önemli oranda düştü. İran Devrimi’nin etkisiyle Saddam Hüseyin pozisyon değiştirse de Ortadoğu ABD’nin doğrudan denetleyemediği hükümetlerle dolu bir coğrafya oldu.

Bu durum elbette söz konusu ülkelerin, sıklıkla iki kutuplu bir dünyada “Sovyet Kampı’nda” yer aldığı anlamına gelmiyordu. Bu ülkeler aynı zamanda, kendi ilan ettikleri ve mensubu oldukları “Bağlantısızlar Hareketi”nin iddia ettiği gibi tarafsız da değildi. Tam tersine bu ülkelerde azalan İngiltere ve ABD etkisi Alman ve Fransız emperyalizminin artan etkisi anlamına geliyordu. Doğu Almanya’yı diplomatik olarak uzun yıllar tanımayan Kaddafi’nin en önemli ortağı Almanya idi, Hafız Esad’ın cenazesine katılan tek “batılı” lider Fransız Devlet Başkanı Chirac’tı. Sovyetler Birliği’nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu” anti-emperyalist değil anti-Amerikan olduğu için bu ülkelerin ABD emperyalizminin güdümünden çıkıp Alman ve Fransız emperyalizmlerinin güdümüne girmesine hizmet ediyordu. Ancak öyle ya da böyle 1945-80 arası dönemde Ortadoğu’nun önemli bir kısmında Amerikan etkisi zayıflamıştı. Tam da bu nedenle SSCB’nin çöküşünün ardından ABD’nin öncelikli hedefi sadece Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da değil aynı zamanda Ortadoğu’da bu hükûmetleri değiştirip yerine ABD etkisindeki hükümetleri getirmek oldu.
Emperyalistlerin ortak desteği ile Ekim Devrimi’ne set olması için tahkim edilmiş karşı devrimci bir devlet olarak kurulduğu için Türkiye hiçbir zaman Sovyetler Birliği’ne yaklaşmadı. Ama NATO üyesi olmasına karşın Tunus ve Suriye için geçerli olan Türkiye için de geçerliydi. Türkiye üzerinde Fransız ve Alman emperyalizmi her zaman Amerikan emperyalizminden daha etkili ve belirleyici oldu. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ABD sadece Irak’a değil, Ortadoğu’daki “stratejik ortağı” Türkiye’ye de müdahale etti. Türk devletini Avrupa Birliği’ne bir kama olarak sokmak, Ortadoğu’da ise bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyordu. Bu müdahale için de 12 Eylül rejiminin temel dayanağı olan ordunun yeniden yapılandırılması, Kürdistan sorunun da bir kimlik sorununa indirgenip ABD’nin istediği tarzda çözülmesi gerekiyordu. ABD’nin Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki ülkelerden farklı olarak, Türkiye içinde TÜSİAD gibi uzantısı sermaye gruplarına, başta Gülenciler olmak üzere bürokrasi içinde kadrolaştırdığı unsurlara ve siyasi partiler üzerinde etkiye sahip olması, onun Türkiye’ye Irak’tan farklı şekilde, devlet içinde bir yeniden yapılanmayı zorlayarak müdahale etmesini beraberinde getirdi.
Gelgelelim ABD Ortadoğu’da, Irak’ta olduğu gibi açıktan işgale başvursa da Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki gibi başarılı olamadı. Zira bu devletler, özellikle de Irak, sadece SSCB ile değil Alman ve Fransız emperyalizmiyle de yakın ilişkiler geliştirmişti. Ortadoğu’daki iki ulusal sorunun, Kürdistan’ın ve Filistin’in parçalı ve ilhak edilmiş topraklarının varlığı, bu ülkelerdeki hükümet değişikliklerinde parçalanma riskini de hep beraberinde getiriyordu. Hem İsrail’in varlığı hem de Irak’ın, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiği için Irak işgal girişimi önce başarısızlıkla sonuçlandı, sonrasında ise ABD’nin istediğinin tam aksi yönde bir hareketi başa geçirdi. Bu süre zarfında Sovyetler Birliği kamburundan kurtulan Rusya ise SSCB’nin etkili olduğu toprakları kendi etki alanı olarak kabul ederek ABD’nin planlarını bozan şekilde hareket etmeye başladı. Böylelikle Almanya ve Fransa tarafından çelmelenen ABD bir de Rusya tarafından çelmelenmeye başladı.

ABD Türkiye’de de başarısız oldu. Avrupa Birliği için gerekli reformlarla başlayan süreç Öcalan’ın rehin alınıp Türkiye’ye teslim edilmesinden Ergenekon mahkemelerine uzanan on beş yıl içinde eski rejimin direği ordu ve sivil bürokrasiyi saha dışına çıkardı ama Türkiye’deki siyasal rejimi ABD’nin istediği doğrultuda değiştiremedi. Bu durumda da Kürdistan’ın kuzeyindeki dinamikler, Irak ve Suriye’dekinden farklı bir biçimde, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü sarsarak değil Türkiye’deki rejimin krizini büyütüp, devletin kilitlenmesine yol açarak belirleyici oldu. ABD’nin istediği doğrultuda reform yapamayan Erdoğan hükümetiyle ABD’nin arası açıldı, ama ABD eski dayanakları ortadan kalkan rejimle zayıflayan Erdoğan’ı değiştirme imkanlarını da yitirdi. PKK tasfiye olmadığı gibi PKK’nin benimsediği Türkiyelileşme yönelimi, sol hareketi Türkiye siyasi tarihinde hiç olmadığı kadar güçlü ve militan bir tabana sahip, üstelik hükümetlerin kaderini belirleyecek bir pozisyona soktu. Solun bu konumu rejimin reform yapma ve yenilenme kapasitesini tümden ortadan kaldırdı. Sonuç gerileyen ama devrilmeyen Erdoğan Hükümeti’nin 2015’te başlattığı içsavaş oldu. Bu özgün bir içsavaştı. Zira ABD ve desteklediği muhalefet Amerika’nın yeni yönelimi gereği bilinçli olarak bir içsavaştan kaçıyor, seçim sandıklarını işaret ediyordu. Savaşı başlatan hükümet tarafı ise bir savaşla yahut darbeyle iktidara gelebilecek kadrolardan olduğu kadar bir örgütsel donanımdan da yoksundu, bu savaş o nedenle bir burjuva kitle partisi olan AKP’nin oylarını yüksek tutma savaşıydı.
Irak ve Afganistan işgallerinin siyasi başarısızlığı ve askerî yükü ABD’nin Ortadoğu’daki hükümetleri değiştirme projesinden vazgeçmesine değil farklı bir yönteme geçmesine yol açtı. 2009’da Obama’nın başkanlığıyla birlikte ABD esas olarak bu ülkelerdeki hükümetleri iç isyanlarla değiştirmeye gayret etti. “Arap Baharı” ve “renkli devrim”ler bu yeni yönelimin sınandığı en önemli gelişme oldu. Baştan işgale yahut askeri darbeye başvurmadığı Türkiye’deyse asla bu yeni yöntemi de denemedi. Zira Türkiye Ortadoğu gericiliğinin, yani emperyalist statükonun, en azılı bekçisiydi. Hem Kürt hareketinin hem de sol hareketin Ortadoğu içinde en örgütlü ve kitlesel olduğu Türkiye’de rejimin bir halk hareketiyle devrilmesi sadece ABD’nin değil hiçbir emperyalistin işine gelmiyordu.

Bu yeni yöntemin daha ucuz olduğuna şüphe yoktu ama hiçbir yerde ABD açısından daha tercih edilir hükümetleri işbaşına getirmedi. Bu nedenle Obama yönetimi Mısır’daki etkisini Sisi’nin darbesini destekleyerek sağlayabildi. Libya, Yemen ve Suriye’de ise bitmeyen bir içsavaşla karşı karşıya kaldı. Üstelik emperyalist paylaşım kavgasının bir parçası olan bu içsavaşlar hiçbir yerde ‘ABD ve desteklediği gruplar hükümete karşı’ şeklinde gerçekleşmedi; ABD her yerde Rusya’yı karşısında buldu. Fransa ve İngiltere’nin de bu içsavaşlardaki pozisyonu, daha aktif bir askerî güç kullanımını davet ettiği için ABD’ninkiyle uyumlu değildi.
Tüm bu sıkışmışlık, ABD’nin iktisadi daralmasıyla birleşince ortaya Trump çıktı. Solda “faşizmin yükselişi” vaveylasıyla karşılanan, attığı her adımın üçüncü dünya savaşını çıkaracağı beklenen Trump’ın derdi savaşı büyütmekten ziyade, silahlanmanın yükünü NATO müttefiklerinin omzuna yıkmak oldu. Obama’nın attığı adımı bir adım daha ileri götürerek Ortadoğu’da herhangi bir hükümet değişikliğini desteklemekten, kışkırtmaktan vazgeçti. Bu nedenle ABD sermayesinin yayın organları tarafından Rusya’nın işbirlikçisi olmakla suçlandı. Gelgelelim aslında Suriye’de Esad’lı çözüme razı olan Obama’ydı. Esad’ın 2013’te kimyasal silah kullanıp kullanmadığı tartışılırken, Suriye’ye operasyon kapısını kapatan, sonrasında da Suriye’de başta ABD’nin de desteklediği ÖSO’culara silah desteği verdiği için Erdoğan hükümetini “cihatçıları desteklemekle suçlayan”, MİT tırları için düğmeye basan hep Obama oldu.
Kürdistan Sorunu Suriye’deki İçsavaşın Seyrini Belirledi
ABD’nin Suriye’deki pozisyonunu Libya yahut Yemen’dekine göre değiştiren en önemli etmen elbette daha önceki Irak işgallerinde olduğu gibi Kürdistan sorunuydu. Birinci Irak savaşını işgalsiz bitirmesinin temel gerekçelerinden biri Kürdistan’ın güneyinin Irak’tan kopma ihtimaliydi. İkinci Irak savaşında ABD’nin attığı tüm adımlar Kürdistan’ın güneyindeki denetimsiz bölgenin Bağdat’a, peşmergenin Irak ordusuna bağlanması doğrultusunda oldu. Suriye sınırları içinde kalan Batı Kürdistan’ın üzerindeki merkezî denetimin kalkması ise, emperyalistlerin hangi durumda “böl ve yönet” taktiğine başvurduğunu doğrularcasına ABD değil Rus emperyalizmi eliyle olmuştu. 2012’de Esad’ın tümüyle denetimi yitirdiği bir durumda, Esad’a ordularını Kürdistan’dan çektirerek, Kürdistan’ın bir parçasının bağımsızlık ihtimalini artıran Rusya oldu.

2012’de Batı Kürdistan’da oluşan durum 1991 sonrasında Güney Kürdistan’da oluşan duruma benziyor olsa da PYD önderliği PDK ve YNK’ninkiyle bir ve aynı değildi. 1991-2003 arasında PDK ve YNK fiilen yönettikleri alanda, kendilerini Irak’tan net bir biçimde ayırt etmeyen tanımsız bir duruma razı olurken ortaya çıkan otorite boşluğu karşısında PYD Kürdistan bayrağını göndere çekerek hem kanton yönetimlerini birleştirdi hem de kendisini Suriye’nin kuzeyi olarak değil Kürdistan’ın batısı olarak tanımladı. Bu hamle ile birlikte ABD ÖSO ve PYD’yi Esad karşıtı bir cephede birleştirme umudunu yitirdi. ABD adım adım, 1991’de Saddam’ı devirme hedefini rafa kaldırdığı gibi, Esad’ı devirme hedefinden uzaklaşıp Rusya’nın Esadlı çözümüne razı oldu.
Kürtlerin bağımsızlık yolunda attığı adımlar, ABD’nin Suriye politikasını değiştirmesine yol açtığı gibi ABD’nin PYD’ye özel bir ilgi göstermesine de yol açtı. Zira ABD, Suriye’yi işgal etmediğine, Esad’ı devirmek için silahlandırılmış ÖSO’yla arayı açtığına göre Suriye’deki bir çözüm sürecinde masaya ancak Kürtler aracılığıyla oturabilirdi. Esad’ın ÖSO’yla görüşmeyi kesinlikle reddederken PYD’yi açıktan düşman olarak tanımlamaması bu durumu kolaylaştırdı. ABD’nin yönelim değiştirmesiyle, Türkiye biriktirdiği ve desteklediği ÖSO’cularla Suriye’deki çözümün önündeki en önemli engele dönüşürken Kürtler Suriye sorunun kilit halkası hâline geldi.
Gelgelelim bu kilit rol Kürtler açısından hayırlı değildi. Zira hem Rus hem de Amerikan emperyalizminin Esad’lı Suriye’ye rengini vermek için Kürtlere ihtiyaç duyması aynı zamanda bu iki kesimin de Kürtlerin bağımsızlığına kesinlikle karşı durması, farklı taraflardan da olsa Kürtlere Suriye’ye entegre olması için baskı yapması anlamına geliyordu. Bu basınç sonucunda kantonlarda egemenlik ve denetim hâlâ PYD’de olsa da Kürdistan bayrağı indirildi, Rojava adı terk edildi, yerine Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi adı benimsendi. Böylelikle özellikle 2018’den sonra Kürdistan’ın batısı, Kürdistan’ın güneyinin 1991’deki durumuna döndü. Egemenliğin terk edilmediği ama adının konmadığı ve merkezî otoritenin reddedilmediği bir durumdu bu.
Rojava’dan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne ilerleyen yolun bağımsızlığa doğru bir kazanım olmadığı, emperyalistlerin baskısıyla tam aksi istikamette bir geri çekilme olduğu apaçıktır. Devrimci politikanın ancak güçle yapıldığını bilmeyenler yahut Kürdistan davasına örgütsüz aydınların türünden maddi temeli olmayan bir bağlılığı olanlar, PYD’nin adımlarını teslimiyet olarak tanımlayabilir. Bunlar YPG’nin ABD’den askerî destek almasını emperyalizmin uşaklığı olarak tanımlayanlardan farklı değildirler. Kürtlerin düşmanlarının destek verdiği bir kötü niyetlilikle sorumsuz bir naiflik arasında salınmaktadırlar. Dört yanı düşmanla çevrili bir bölgesel iktidarın ayakta kalmak için askerî destek alması ne kadar meşruysa, silahlı varlığını bölgesel egemenliğini korumak için geri adım atması, federasyona razı olması da o kadar meşrudur. Önemli olan atılan bu adımların geri adım olduğunu hasır altı etmemek, bu geri adımları bağımsızlık yolunda elde edilmiş mevziler diye cilalamamaktır. Siyasi mücadele sürekli hücum naraları atarak verilmez. Geri adım atmak da, uzlaşma yapmak da bu mücadelenin bir parçasıdır. Geri adım attığını bilen ileriye çıkabilir. Ama attığı geri adımları zafer diye sunanların ileriye çıkma şansı yoktur.
Filistin Sorunu ve Suriye İçsavaşının Seyri
Suriye’deki içsavaşın seyrinde sadece Kürdistan’da değil aynı zamanda Filistin’de yaşanan gelişmeler de etkili oldu. Ancak her iki gelişmenin sürece etkisi tam aksi nitelikte ve yöndeydi.
Filistin’deki ve Kürdistan’daki hareketler kıyaslandığında genel kanı Hamas’ın Filistin’de anti-emperyalist bir mücadele verdiği yönündedir. Solda FHKC’nin arkasına saklanarak Hamas’a destek vermek artık normalleşmiş, Hizbullah’a övgüler düzmek de yaygınlaşmıştır. Hepsi aynı utanmazlıkta olmasa bile YPG’nin Amerikan emperyalizminin petrol bekçiliğini yaptığını, maşası yahut paralı askeri olduğunu ima edenler de çoğunluktadır.
Olguların yüzeysel bir değerlendirmesi bu hakim eğilimi destekler niteliktedir. Öyle ya, Rojava’dan sürekli barış içinde bir arada yaşama mesajları gelirken, siyonizme karşı savaş ilan eden Hamas değil midir? YPG sürekli çatışmadan kaçınırken, İsrail’e karşı askerî eylemler düzenleyen Hamas değil midir? Rojava’ya gelen Amerikan askerî yardımı İran’ın Hamas’a sunduğundan çok daha fazla değil midir?
Halbuki niyetin, beyanın kimin kimden silah aldığının ötesine geçilip her iki bölgedeki siyasal eylemin mevcut emperyalist statükoyla ilişkisi değerlendirildiğinde tam tersi bir sonuç ortaya çıkar. Öyle ya da böyle Rojava’da PYD, Başur’da PDK ya da YNK’nin yapamadığını yapmış, Kürdistan bayrağını göndere çekmiştir. Sonrasında bu bayrağı indirip yerine Suriye bayrağını çekse de, haftada bir kez demokratik Suriye’nin bir parçası olduğunu söylese de, fiilen Suriye yönetimi parçalanmıştır ve son on iki senedir kanton yönetimi hiçbir şekilde Şam’a bağlanamamıştır. Bu, emperyalist statükoyla uyumsuz bir durumdur. Tersinden halihazırda Filistin ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik ettiğini savunan Hamas da El-Fetih de emperyalistlerin oybirliği ile kabul ettiği 1967 sınırlarını savunmaktadırlar. El-Fetih 1993’te Oslo Sözleşmesi’yle bu sınırların da gerisine düşen bir teslimiyete imza atarak, ABD’nin Filistin’e atadığı kayyım olmayı kabul etmiştir. Hamas ise, tıpkı rakibi El-Fetih gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin oybirliği ile kabul ettiği 1967 sınırlarına geri dönmeyi savunmaktadır. Bu amacına ulaşmak için İsrail ile giriştiği kavgada ABD-İsrail ilişkilerinin seyrine bağlı olarak ABD ve Rus emperyalizmi arasında yalpalayarak mücadele etmektedir. Nitekim, 2023 yılında yaptığı eylem de, şiddet düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun, Filistin’in egemenliğiyle ilişkili değil, emperyalist statükolar içinde İsrail’in itibarına zarar vermeyi, diplomatik basınç kurmayı hedefleyen bir eylemdi. Tam da bu nedenle Aksa Tufanı emperyalist paylaşım savaşı içinde kullanılan bir vesile olmuştur.

1963’ten bu yana iktidarda olan Baas ve onun ilk lideri Hafız Esad’ın oğlu Beşar Esad’ın alaşağı edilmesi sürecinin görünüşteki nihai tetikçisi 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısı idi. Bu saldırı ABD açısından bir süredir gelişmekte olan Çin, İsrail, Türkiye, Azerbaycan işbirliğini bozmak ve ABD’nin yörüngesinden çıkmış İsrail’i hizaya getirmesi için bulunmaz bir fırsattı. ABD bu nedenle İsrail’in kontrollü bir şekilde Filistin’in üzerine yürümesine destek verdi, Obama döneminden beri ABD’nin kurtulmaya çalıştığı Netanyahu’yu daha da yıpratmak için onu kontrollü bir şekilde savaşmaya mecbur bırakarak Filistin’in üzerine sürdü. Netanyahu’nun barışa ve işbirliğine en fazla gereksinim duyduğu zamanda onu savaşa mecbur bırakarak, ama aynı zamanda sonuç alıcı hamlelerden de men ederek daha da yıprattı. Arap dünyasıyla kurduğu bütün ilişkileri kendi eliyle dinamitlemeye zorladı. Bölge devletlerinin İsrail ile köprüleri atması bir başka bölge devleti olan İran için de bir fırsattı. ABD bu vesileyle Rusya-İsrail ilişkilerini bozmuş, İsrail’i Rusya’nın başta İran ve Hizbullah olmak üzere Suriye’deki dayanaklarını zayıflatmak için kullanmış ve başarılı olmuştur.
Filistin’de ikinci bir cephe açarak Ukrayna savaşında elini rahatlattığı iddia edilen Rusya ise, bu çatışmadan zarar gördüğünün bilinciyle, bir yandan Hamas’a sahip çıktı diğer yandan da acil ateşkes çağrısında bulundu. ABD’deki seçim sürecinin belirsizliğinden de destek alan Netanyahu’nun Hamas ve İran ile İran’ın desteklediği güçlere yönelik yoğun saldırıları sonucu İran’ın; Ukrayna’da süren savaştan ötürü Kuzey Kore’den asker dilenmek zorunda kalan Rusya’nın güç yitirerek Suriye’deki askerî varlıklarını azaltmaları sonucu zaten güçsüz durumda olan Esad’ın ordusuna yönelik bir harekat için koşulları hazır ve uygun gören ABD ve İngiltere’nin destek verdiği eskinin El Kaidecisi yeninin ‘ılımlı İslamcı’sı HTŞ iki hafta içinde Esad iktidarını devirmeyi ‘başardı’.
Şam’daki hükümet değişikliğinin ardından, Hamas, sanki 2022’de direniş ekseninin bir parçası olduğunu ilan etmemiş gibi, bir anda 2012-22 arasındaki, Amerikan emperyalizminin dümen suyundaki çizgisine geri dönmüştür. YPG Mınbiç’ten Kobane’ye uzanan bir hatta SMO’yla dişe diş bir çatışma içindeyken, Hamas Şam’da yeni kurulan hükümete destek mesajları yollamaya başlamıştır.
Batı Kürdistan’da on iki yıl önce atılmış devrimci adım, sonrasındaki tüm aksi yönde niyet ve gayretlere rağmen, Suriye içsavaşının karşı devrimci çözümünü engellemiş, içsavaşı uzatmıştır. Tersinden Filistin’deki hakim hareketler sadece kendi uluslarını emperyalist çözüm içine sıkıştırmaya çalışmadı, aynı zamanda emperyalistler arası paylaşım kavgasında ABD ve İngiltere’nin Esad’ı devirmesinin önünü açtı. Ulusal hareketlerin eylemleri ancak emperyalistlerin kurdurduğu ulus devletlerin toprak bütünlüğünü bozdukları zaman devrimci bir nitelik taşır.
Suriye’de İçsavaşın Bitmesi Mümkün Mü?
2013’ten itibaren Batı Kürdistan’dan gelen tehdit nedeniyle ABD ve Rusya’nın Esad’lı bir çözüme razı olmuş olması, bu iki kesimin Suriye’de ortak bir çözüme varabilecekleri anlamına gelmiyordu. Zira aralarındaki pazarlıklar bir yana, başka bir temel sorun, Baas Rejimi’nin kendisi, çözümün önünde engeldi. Baas Rejimi’nin varlık koşulu Kürtlerin ulus tanımının, her türlü muhalif hareketin de siyasal alanın dışında tutulmasıydı. Erdoğan’ın 12 Eylül Anayasası’nı değiştiremediği koşullarda, Baas’ın yeni bir Suriye anayasası yapması hiç mümkün değildi. Dolayısıyla Baas partisini içeren bir çözüm ancak hem Kürtlerin hem de islamcı muhalefetin ezilmesini şart koşuyordu. Ancak Kürtlerin ezilmesi mümkün olmadığı gibi, onların tümüyle rejimin dışına atılması da Amerika’nın topyekûn Suriye siyasetinin dışında kalması anlamına geliyordu. Halep’ten İdlib’e çekilen ÖSOcuların, El-Nusracıların tasfiyesi içinse sadece Türkiye’nin Suriye’den çıkarılması değil, tüm bu kesimlere ev sahipliği yapmasını kabul etmesi gerekiyordu. Hem Rojava’nın hem de İdlib’in Suriye içinde ayrı bir odak olduğu koşullarda bu mümkün değildi. Nitekim Astana toplantılarından hiçbir sonuç çıkmadı. “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” imzasıyla önerilen demokratik anayasa taslakları boş kubbede bir seda olarak kaldı.

Baas Rejimi Suriye’de kimsenin beklemediği bir zamanda ve süratte çöktü. Bu çöküş sadece bölgede devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelede dengeleri ve dinamikleri değiştirdiği için değil aynı zamanda bu mücadelenin bir parçası olan sol hareket içinde yeni bölünmeler ve buluşmalar yaratacağı için incelenmeyi hak ediyor. Karşımızda sonuçları bakımından en az ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali kadar önemli bir gelişme vardır.
Bugün artık Esad yok. Hiçbiri hakkında bir soruşturma açılmamış olsa da Baas yöneticileri de sahnede görünmüyor. Üstelik, Londra’nın mı Washington’un mu daha belirleyici olduğu açığa çıkmamış olsa da, Ahmet el-Şara’ya dönüşmeye çalışan Colani emperyalist bir akılla yönlendirildiği için kapsayıcı mesajlar vermeyi ihmal etmeden, Suriye devletini yeniden kurmak için adımlar atmakta. Ama bu, Suriye’de ulusal birliğin yeniden sağlanmasının kolay olduğu anlamına gelmiyor. Hatta böyle bir birliğin mümkün olabileceği bile tartışmalıdır.
Baas Rejimi’nde Suriye ulusu Araplardan oluşuyordu, Kürtler bu ulus tanımına giremedikleri için vatandaş bile değillerdi. Nusayrilerin altmış yıldır politik olarak güçlü olduğu, Kürtlerin ise laikliğin en önemli taşıyıcısı olduğu, üstelik Hristiyan ve Dürzilerin nüfusun kayda değer bir kısmını oluşturduğu koşullarda Türkiye’de olduğu gibi Sünni İslam paydasında bir ulus tanımı yapmak da mümkün değildir. Suriye’de Kürtleri bir ulus devlet çatısı altında tutmak isteyenlerin önündeki tek çözüm yolu olsa olsa Irak’takine benzer, gevşek bir islam tanımına dayalı bir federasyon olabilir. Irak’taki Kürtlerden daha geri bir statüye razı olamayacak Suriye’deki Kürtler’in federasyonu kabul etseler dahi, islam temelli bir ulus tanımını kabul edecekleri şüphelidir.
Suriye’de Kurucu Meclis Olmadan Yeni Anayasa Yapılamaz
Tüm bu sorunlar aşılıp, Suriye’de göstermelik bir ulus tanımında ve bir federasyonda anlaşılsa bile ortada daha büyük bir sorun vardır. Zira yeni bir anayasa yapmak, yeni bir rejim kurmak için bir kurucu meclis gereklidir. Bu kurucu meclisin kurucu meclis otoritesine sahip olabilmesi içinse ülkedeki silahlara hakim olması gereklidir. Gelgelelim Suriye’de halihazırda üç büyük silahlı otorite vardır. Bunlardan birisi HTŞ’dir, diğeri HTŞ’ye teslim olmuş ama kurumsal varlığını koruyan Suriye silahlı kuvvetleridir. Kendisini tasfiye ederek Suriye silahlı kuvvetlerine ve polis teşkilatına entegre etmeyi hedefleyen HTŞ’nin bu ordu içinde, bugüne kadar yürütmediği kapsamlı bir temizlik harekatını yürütmeden bu orduyu nasıl yöneteceği belli değildir. Üçüncüsü ise Kürdistan’ın batısındaki merkezinde PYD’nin durduğu Demokratik Suriye Güçleridir. Türkiye’nin dizayn ettiği Suriye Milli Ordusu’nun, düne kadar Esad’ı savunan İran güdümünde birliklerin ve İdlib’de HTŞ’ye birlikte bulunan irili ufaklı islamcı grupların varlıkları da cabasıdır. Bunların dışında İsrail Suriye’deki işgalini derinleştirmekte, askerî operasyonlarının şiddetini arttırmaktadır.

Kısacası 2003’teki Saddam sonrası Irak’a kıyasla çok başlı bir tablo söz konusudur. Kaldı ki Irak’ta bu kadar fazla sayıda silahlı odağın bulunmadığı koşullarda dahi kurucu meclis işlevini üstlenen Irak temsilciler meclisinin otoritesini işgalci Amerikan ordusu sağlıyordu. 2003’te Irak’ta 130 bin Amerikan askeri vardı. 2007’de bu sayı 170 bine çıktı. Bugün Suriye sınırları içindeyse çoğu Batı Kürdistan’da mukim 2000 asker bulunuyor. İşgalin üzerinden yirmi yıl geçmiş olsa da Irak’ta hâlâ 2500 Amerikan askerinin bulunduğunu akılda tutarsak, ABD’nin Suriye’deki varlığının herhangi bir sorunu çözmeye yetmeyeceğini görmek zor olmaz. Dahası 2003’te Irak’ta tek başına karar alan bir merci durumdaydı. Fransa ve Almanya’nın muhalefeti çok daha dolaylıydı. Bugün ise Rusya Esad’ı savunmamış olsa da Suriye’den tümüyle çekilmiş değildir. Dolayısıyla kendisi çaptan düşmüş ABD Suriye’de Irak’ta olduğundan daha fazla rakiple çevrilidir. Bu rolü ABD’nin yerine oynayabilecek herhangi bir emperyalist bulunmamaktadır. O hâlde Irak’ta olduğu gibi yeni bir rejimin kurulmasının, kurulduktan sonra yaşamasının koşulları ortada yoktur.
Suriye’de Kürtlerin Düşmanları Zayıf ve Bölünmüş Durumdadır
Tüm bunlar bir yönüyle Kürdistan’ın batısına yönelik saldırıların artacağı koşullara işaret eder. Zira Suriye’de ulusal birlik girişimleri duvara tosladıkça emperyalistler ve işbirlikçileri bu projenin aslında imkânsız bir proje olduğu sonucuna varmayacak başarısızlıklarını Kürtlerin bağımsız silahlı varlığı ve özerklik ısrarıyla açıklayacaklardır. Emperyalistlerin, ilhakçı bölge devletlerinin ve onların uzantılarının Kürtlere yönelik saldırganlığı yeni değildir. Yeni ve daha önemli olan meselenin diğer yönüdür. Emperyalistlerin birbiriyle çatıştığı, Suriye’de en ufak bir ortaklığı dahi açıktan kuramadığı, Suriye’de tüm işlerini perde arkasından yürütmeye mecbur kaldığı koşullarda, Kürtlerin düşmanları zayıf ve bölünmüş durumdadır. Kısacası Kürtlerin birleşik bir saldırıyla sindirilmesinin koşulları hiç olmadığı kadar zayıftır.
Bugüne kadar Kürtlerin bölünmüşlüğü onların düşmanları karşısındaki yenilgilerinin temel nedeniydi. Bu sorun sürmektedir. Ama bugün Kürtlerin düşmanları Kürtlerden daha fazla bölünmüş durumdadır. Başka bir deyişle Kürdistan’ın bağımsızlığı ve birliği için koşullar her zamankinden elverişlidir. Ancak bu koşullar kendi başına devrimci sonuçlar üretmediği gibi, bağımsız Kürdistan “şimdi tam zamanı”, “ne duruyorsunuz” diye çağrılarda bulunanların sandığı gibi herhangi bir uzlaşmaya girmeden, sürekli hücum naraları atarak kurulmayacak inişli, çıkışlı ve dolambaçlı yollardan geçen, incelikli taktik bir mücadeleyle kurulabilir. Bu mücadelenin önkoşulu ise bayrağına bağımsız ve birleşik Kürdistan hedefini yazmış, bu hedefine ulaşmanın koşulunun devrim olduğunu programında ifade eden, Kürdistan’ın tüm parçalarındaki mücadeleyi tek bir merkezden yöneten devrimci bir partinin varlığıdır. PYD de dahil olmak üzere Kürdistan’daki mevcut partilerden hiçbirinin bu nitelik ve yönelimde olmadığı, onların kendi karar ve beyanlarından bellidir. Koşulların devrimci bir sonuç üretmesi için önce bu partiyi yaratmak gerekir.
Türkiye’nin Suriye Savaşındaki Rolü
Türkiye’nin Esad Hükümeti’nin düşürülmesinde belirleyici bir rolü olmadı. Karşımızda tanımlı bir dış politikası olan bir devlet olmadığı için Türkiye’den çok Erdoğan hükümetinden söz etmek daha doğru olacaktır. Bu süreç içinde Erdoğan bir inisiyatif göstermek şöyle dursun gafil avlanmıştır. Oyun kurandan çok kendisine oyun kurulandır. Hakan Fidan’lı, İbrahim Kalın’lı böbürlenmeler de aslında bu gerçeğin üstünü örtmek amaçlıdır.

Birincisi, Erdoğan ile HTŞ’nin doğrudan bir bağı yoktur. Dolaylı olarak kurulan ilişki ise yer yer düşmanlığa varan bir rekabet ilişkisidir. Hükümetin güdümündeki basında, strateji merkezlerinde Suriye’ye ilişkin 27 Kasım öncesinde çıkan yayınlarda HTŞ’ye dair herhangi olumlu bir değerlendirme yoktur ama tersi bol miktarda mevcuttur, özellikle Temmuz ayında İdlib’den Efrin’e uzanan eylem dalgasında bu rahatsızlık doruk noktasına ulaşmıştır. Hükümet cephesinden HTŞ’ye yönelik tüm değerlendirmeler HTŞ’nin Astana çözüm sürecine engel olan provokatif eylemlerde bulunan bir odak olduğu yönündedir. Tam da bu nedenle Kasım ayının ortalarına kadar HTŞ’ye yönelik polis operasyonları, HTŞ’yi IŞİD’den ayırt etmeden devam ediyordu. HTŞ’nin Şam’a yönelik harekat başlatmasının üzerinden bir hafta geçmişken dahi, 5 Aralık’ta resmi gazetede HTŞ yöneticilerinin mal varlıklarına el konduğu ilan ediliyordu. Colani’nin Hakan Fidan’la içtiği kahvenin Hükümet ve HTŞ arasındaki yakın bağlara işaret ettiğine inanların kanıtları HTŞ’nin Noel’i resmi bayram ilan etmesine, Colani’nin kıyafetlerine ve başı açık kadınlarla çektirdiği fotoğraflara bakarak Suriye’de laik bir rejimin kurulduğu sonucuna varanların kanıtları kadar kuvvetlidir.
İkincisi, Aksa Tufanı Erdoğan’ın İsrail’le, İsrail’in de bölgedeki Arap devletleriyle olan ilişkilerini normalleştirme sürecine darbe vurmuştu. HTŞ’nin Kasım harekatı ise Erdoğan’ın Suriye’de Esad’lı bir çözüm arayışına nihai darbeyi vurmuştur. İki senedir Suriye ile barışa hazırlanan, bu doğrultuda adım üstüne adım atan hükümetin bütün hazırlıklarını boşa çıkarmıştır. Suriye’de Esad’la barışıp birlikte Kürdistan’ın üzerine yürümeyi planlarken kendisini birdenbire nasıl biteceği çok daha belirsiz bir içsavaşın içinde bulmuştur. Dahası böyle bir içsavaşın içinde artık Erdoğan’ın güdümündeki Suriye Milli Ordusu da gereksiz hâle gelmiştir. Colani’nin “Artık tek bir orduya ihtiyacımız var!” çağrısının öncelikli muhatabı SDG’den çok SMO’dur.
Rejim Krizi ve İçsavaş
Ancak Erdoğan’ın canını en çok sıkan sorunlardan üçüncüsüdür. Bu sorun, Türkiye’de gittikçe derinleşen ve nihayetinde bir içsavaşa dönüşen rejim kriziyle ilişkilidir ve aynı zamanda neden onun HTŞ’nin Esad’ı düşüren hamlesinde bir özne olamayacağını da anlatır.

ABD’nin inayetiyle 2003’te hükümet koltuğuna oturan ve yine ABD’nin kol kanat germesiyle Fransız ve Alman emperyalizminin kemalist generaller aracılığıyla yürüttüğü saldırıları savuşturan Erdoğan, süreç içinde hem gerilemeye başladı hem de ABD’nin beklentilerini yerine getiremediği için gözden düştü. 2010 sonrası sürece ABD’nin Erdoğan’dan Gülen ve CHP eliyle kurtulma gayreti ama kendi zayıflayışı ve Türkiye rejiminin dayanaklarının ortadan kalkması nedeniyle bunu başaramayışı damgasını vurdu. Gerileyen Erdoğan’ın çırpınışları bu temel etmen nedeniyle onun hükümette kalmasını mümkün kıldı.
Erdoğan 2015 seçiminden itibaren tek başına hükümet olma imkanını yitirdi. Önünde duran tek çözüm bir başka isme, ABD’nin dizayn etmek istediği MHP’nin başındaki Devlet Bahçeli’nin ideolojik ve politik çizgisine teslim olmaktı. Tüm trajedilerde olduğu gibi, henüz son perdesi oynanmamış kendi trajedisinde de Erdoğan kaderine boyun eğip bir kenara çekilmeyi değil, tanrılarına meydan okuyarak ayakta kalmaya devam edeceğinin sinyallerini Gezi Ayaklanması’ndan beri veriyordu. 7 Haziran seçimleri ertesinde Kürdistan’da bir ayaklanmayı kışkırtarak bu yolu geri dönülmez bir şekilde seçti. Bu noktadan sonra inisiyatif Erdoğan’dan Bahçeli’ye geçti. Bahçeli devletin âlî çıkarlarını değil, tıpkı Erdoğan gibi kendi dar siyasi çıkarlarını düşünerek, Erdoğan’ı içsavaşın kapsamını genişletip tüm Türkiye’ye yaymaya zorladı, anayasayı Erdoğan’ı çıkmaza sokacak şekilde değiştirtti ve nihayetinde içsavaşı Türkiye içinde şiddetlendirmek mümkün olmayınca, Erdoğan’ı iyice sıkıştırmak için onu Efrin’e itti.
İçsavaşın ilerlemesi ve Suriye’deki işgal hareketiyle birleşmesi elbette Erdoğan’ın işine yaramadı. Şovenizm yükselmedi, Erdoğan’ın oyları artmak şöyle dursun daha da azaldı. Böylelikle MHP’ye olan bağımlılığı artarken hem partisi hem de devlet üzerindeki denetimi daha da zayıfladı. Sorunları 7 Haziran 2015’e kıyasla daha da büyüdü. Zira MHP’nin hazırlattığı anayasa nedeniyle seçimleri artık ancak bir koalisyonla kazanabilmektedir. Üstelik anayasa gereği cumhurbaşkanı koltuğuna bir kez daha oturması için ya bir erken seçime ya da anayasa değişikliğine ihtiyacı vardır. Her iki adımı atabilmesinin yolu ise CHP ile savaşa son vermesi, bunu güvence altına almak içinse ABD ile barışması gereklidir. Başka bir deyişle savaş politikasının sınırlarına ulaştığı 2019’dan beri Erdoğan’ın barışa ihtiyacı vardır. ABD ile barışmak için DEM Partiyi hedef tahtası olmaktan çıkararak içerideki savaşı bitirmesi, Kürtlerin imhasını Astana görüşmelerinde Esad’ın omuzlarına yükleyerek, barışı imkansız kılan dışarıdaki tutumundan vazgeçmesi gerekiyordu. Tüm bunlar için de 2015’te teslim olduğu MHP’den kurtulması gerekiyordu.
2019 – 2023 arasını yalpalayarak bir tür kararsız şiddet uygulayarak geçiren Erdoğan 2023’ten beri bu doğrultuda daha aktif bir girişimde bulunmaktadır. Gelgelelim Erdoğan’ın ABD’ye mecbur kaldığı ve ABD’yle barışmak için attığı adımlar da tam tersi sonuçları üretmektedir. Herşeyden önce Erdoğan’a faiz ve enflasyon konusunda tüm tükürdüklerini yalatan Mehmet Şimşek’in önlemleri enflasyon sorununu ortadan kaldırmadığı gibi, Erdoğan’ın kendi seçmen tabanına aktardığı kaynakların daralmasına yol açmıştır. Ancak işin ekonomi politikalarıyla ilgili kısmı meselenin en kolay tespit edilebilen, en yüzeysel ve siyasi bakımdan sonuçları en önemsiz olan kısmıdır.
Bahçeli’nin Tasfiye Olmamak Adına Yaptığı Sonuçsuz Kalmaya Yazgılı Öcalan Hamlesi
Meselenin daha önemli, hem hükûmetin Suriye politikalarıyla hem de gökten zembille inen Öcalan hamlesiyle ilişkili olan kısmı Cumhur İttifakı’nda ipleri elinde tutan Bahçeli’nin tasfiye planına direncidir. 2019 – 2023 sürecinde Cumhur İttifakı’ndan kurtulmanın yollarını kararsız bir şekilde arayan Erdoğan karşısında Bahçeli’nin biri daha çok dikkat çeken iki temel silahı vardı. Bunlardan ilki hem devlet içindeki imkanlarını kadrolarını kullanarak, hem de kürsüden politik basınç yaparak Erdoğan’ı savaşı derinleştirmeye zorlamaktı. Kayyım ısrarından Can Atalay kararına, Filistin hamasetinden Suriye’de savaş kışkırtıcısı pozisyonuna Bahçeli bu silaha sık sık sarıldı. Ama Bahçeli’nin tam tersi istikamette gibi görünen bir ikinci silahı vardı. Erdoğan Türkiye demokrasisinin sorunlarından bahsettiği süreçlerde Bahçeli “demokrasi gerekiyorsa onu da biz getiririz!” edasıyla hareket etti. Erdoğan 2021’de yeni bir anayasa ihtiyacından söz edip “Gazi Meclis”in önemini hatırlatınca Bahçeli hemen yeni bir anayasa taslağı hazırlayıp bunun mecliste tartışılmasını önermiş, böylelikle kabul edilmeyeceğini bildiği bir anayasa taslağıyla Erdoğan’ın önerisini boşa düşürmüştür. Bahçeli’nin bugünkü DEM Parti-Öcalan hamlesini de bu çerçevede değerlendirmek gereklidir.
Türkiye siyasetinde inisiyatifi elinde tutanın Erdoğan değil de Bahçeli olduğunu söylemek elbette otoriterleşme feryatlarında bulunanların çizdiği tabloyla taban tabana zıttır. Ancak olgular burnunun ucunu görmekten aciz liberallerin “komploculuk”la eleştirdiği bu tespiti desteklemektedir. 2015’ten bugüne tüm kritik süreçlerde inisiyatif önce Devlet Bahçeli’den gelmiştir sonrasında Erdoğan bu tespite ayak uydurmuştur. 7 Haziran sonrasında açıklamasıyla bir erken seçimi dayatan Bahçeli’ydi, dokunulmazlıkların kaldırılması kampanyasını büyüten yine o oldu. Anayasa değişikliği adımını Bahçeli attı, Batı Kürdistan’ın işgal edilmesi yönündeki pozisyonu ilk o savundu. Aksa Tufanı’nda, teğmenler gösterisi karşısında, Can Atalay davasında hükümetin pozisyonunu Bahçeli belirledi. Bugün Öcalan’la görüşme sürecindeki adımı da yine o atmıştır. Bahçeli’nin bu etkisi onun siyasi dehasını değil Türkiye’deki burjuva siyasetinin perişanlığını ve rejim krizinin derinliğini yansıtır.
Konu Öcalan’ın açıklamaları olunca sapla samanı karıştırmak, hükümetin açmazlarını ve devrimci politikanın imkanlarını görmeyi engellemektedir. Ezilen ulus cephesinde savaşanların elbette her zaman barış talep etmeye de hakları vardır. Dahası onların mücadele ederken de barış girişiminde bulunurken de yaptıkları ittifak önerilerini eleştirmek ezen ulus komünistlerinin işi değildir. Güney Kürdistan’daki 2017 referandum girişimini, Batı Kürdistan’da YPG’nin IŞİD karşıtı mücadele adına Deyr-e Zor’a ve Arap coğrafyasının kendisiyle ilişkisiz alanlarına sürüklenmesini, Kuzey Kürdistan’da 2015’te ölü doğmuş Eşme Ruhu’nu bugün tekrar hortlatmaya çalışanları eleştirmek Kürdistan’da, Kürdistan emekçilerinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden komünist örgütlerin görevidir. Aksi bir tutum hangi niyetle yapılırsa yapılsın şovenizme ve burjuvazinin kanatlarından birine yedeklenmeye hizmet eder.
DEM Parti, İçsavaş ve Bakur’da Durum
Bununla birlikte DEM tıpkı HDP ve diğer öncelleri gibi, onu Kürt hareketi olarak sunup eleştiriden muaf kılmak isteyenlerin aksine, Türkiye partisi olduğunu iddia etmektedir, bu iddiasını da ciddiye almak gerekir. Gelgelelim Türkiye’de demokrasinin, barış ve insan haklarının ancak bir toplumsal uzlaşmayla, içbarışla sağlanacağını savunan bir reform partisi olan DEM’in Bahçeli’nin tutumuna dair yaptığı açıklamaların özel ilgi uyandırıcı yeni bir yönü yoktur.

Mehmet Ali Birand’a 92’de verdiği röportajda “Muhatap arayan benim çünkü asıl siz Türklerin önderlik sorunu var.” derken de 1993 Martı’nda Lübnan’da Talabani’yle katıldığı basın toplantısında tek taraflı ateşkesi duyururken de hep aynı içeriği vurgulamaktadır. Demokratik konfederalizm bu hedefin ideolojik temeli, Türkiyelileşme de siyasi parolasıdır. Nitekim PKK, bu yönelimiyle uyumlu olarak, çeyrek asır öncesinde silahlı gerilla mücadelesini Kürdistan’ın kuzeyinde yürüttüğü mücadelesinin asli aracı olmaktan çıkarmıştır.
Kürtlerin 2012-2015 arasında Erdoğan’ı zorla masaya oturttukları “çözüm süreci” adlı görüşme trafiğinde, Kürdistan sorunu şöyle dursun, Kürt sorunun çözümünde dahi bir arpa boyu yol kat edilememişti. Ama bu süreç ona öngelen ve kimi keskin fasılalarla süren 2002-2012 yumuşama süreci DTP/BDP/HDP’nin tabanının ana gövdesini oluşturan, Kürdistan ve Türkiye’de emekçi ve ezilenlerin en militan en politik kesimlerin Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin başını çekmesine yol açmıştı. 2012-2017 arasında Gezi’yi, Kobane ayaklanmasının ve şehir savaşlarının Erdoğan’ı ürküten şiddetinin arkasında bu tabanın kendisine açılan alandan beslenerek büyümesi ve serpilmesi vardı. Tüm bunlar elbette kendine demokrasi mücadelesinde bir baskı unsuru, taban muhalefeti olma rolü biçen DTP/BDP/HDP’nin tercih ettiği değil, önüne geçip kontrol altında tutmaya çalıştığı gelişmelerdi. Aynı zamanda dün HDP’nin bugün de DEM’in Türkiye siyasetine hangi yapısal nedenlerden ötürü hakim sınıfların umduğu gibi eklemlenemeyeceğini de anlatıyordu.
İçsavaş HDP ve tabanının üzerinde yoğunlaştığı için, HDP yönetiminin de tercihleriyle, bu gelişme süreci bir anlamda dondurulmuştu. Erdoğan’ın normalleşme adımlarının ve Bahçeli’nin asıl üzerinde durulması gereken yönü tam da bu noktada çıkmaktadır. Zira Cumhur İttifakı DEM’in üzerindeki basıncı mecburen azaltmak zorundadırlar, ama aynı zamanda DEM’i kendilerine yedekleyebilecek imkan ve politikalardan yoksundurlar. Birinci sürecin başarısızlığı ve fiyaskosunun itibarsızlığıyla lekeli bu yeni çözüm süreci, asıl olarak DEM’in tabanının ve onunla ilişkili kesimlerin kendi eylemleriyle yeniden sahneye çıkmasının önünü açmaktadır.
Suriye’deki hükümet değişikliği bu noktada Erdoğan’a vurulmuş bir ikinci önemli darbe olmuştur. Zira içeride imkansız barış ve çözüm görüşmelerini yürütürken DEM Parti’yi bir yandan hedef göstermek ama diğer yandan da onunla barışıyormuş gibi yapmak zorundadır. Bunun üstüne bir de Suriye sorunu eklenmiştir. Erdoğan Suriye’de bir yandan çözümün bayraktarlığını, diğer yandan da elinde giderek azalan enstrümanlarla Batı Kürdistan’a saldırı planları yapmaya mecburdur. Bu gelişmelerin onu ABD ve Rusya ile olan ilişkisinde daha problemli bir konuma sokacağı gibi, içerideki barışma girişimlerini sabote edeceğini görmek de zor değildir.
Tüm rüzgarların ABD ve İngiltere lehine estiği, içsavaş dinamiklerinin bastırıldığı, bu iki emperyalistin Suriye konusunda kendi aralarında anlaşıp, Suriye’de çerçevesini kendilerinin çizdiği Irak tipi bir federasyon kurdurdukları koşullarda dahi süreç Erdoğan’ın lehine işlememektedir. Zira bu sefer de gelişmeler onu üstlenmeye hiç hazır olmadığı sorunlarla yüzleşmeye itecektir. Bu da bizi dördüncü sorun kümesine getirmektedir. Suriye’deki Kürtlerin Irak’takinin gerisinde bir çözüme razı olmadığı açığa çıkınca bu durumu Türkiye’nin ilhak ettiği topraklardaki Kürtler nasıl karşılayacaktır? Eğer sırada Türkiye varsa, en geri ve geçici çözümün dahi Suriye ve Irak’ın gerisine düşmemesi gerektiği açık değil midir?
1921 Anayasası Hayalleri de Kürtlere Boyun Eğdiremez
Daha 12 Eylül anayasasını değiştiremeyen Türk burjuvazisinin, Türk devletinin genetik kodlarına işlemiş üniter devlet yapısını değiştiremeyeceği açıktır. Koltuğunda oturabilmek için sürekli yeni anayasadan söz eden Erdoğan’ın hep lafı 1921 anayasasına getirmesi onun da bu gerçeğin farkında olduğunu, devleti kuranların ruhunu çağırarak bu sorunu çözmeye çalışma arayışlarını yansıtmaktadır. Ancak bu arayışları da karşılıksız kalmaya mahkumdur.

Birincisi 1921 Anayasası da üniter bir devlete işaret ediyordu. En az diğer anayasalar kadar inkarcıydı, islam vurgusuyla Kürtleri Türk ulusuna katmayı amaçlıyordu. Bu anlamıyla Irak’takinin dahi gerisindeki bir pozisyondu. İkincisi ve daha önemlisi Türkiye’nin yüz küsur yıllık tarihini geriye sarmak mümkün ve anlamlı değildir. Türkiye tarihi 1921 Anayasası’ndan 1924 Anayasası’na, oradan da bugünkü rejime Mustafa Kemal’in kaprisleri, ihtirasları ve dar görüşlülüğü nedeniyle değil başlangıçtaki proje yürümediği için aktı. Üçüncüsü Kürtlerin daha örgütsüz olduğu ve Kürdistan’da dinin daha hakim olduğu koşullarda yürümemiş İslam paydasında asimilasyon projesinin Kürdistan’da dinin etkisinin kırıldığı, büyük bir proleterleşmenin yaşandığı ve Kürtlerin yüz yıl öncesine çok daha örgütlü olduğu koşullarda yürümesini bekleyenler daha çok bekleyeceklerdir.
Düşmanın Geleceksizdir Ona Güvenme
“Siyaset mümkün olanın öğretisidir.” Burjuva ideologları devrimci akımların ayaklarının yere basmadığını göstermek için, Almanya’nın kurucusu ve gerçekçi politikanın ustası olarak kabul edilen Bismarck’ın bu sözünü dillerine dolarlar. Boşu boşuna imkansızın peşinde koşup ömrünü ve olanaklarını harcamak yerine, koşulların izin verdiği çerçevede maharetle değişiklikler yapmayı nasihat ederler. Bismarck’ın iki amacı vardı, birincisi işçi hareketini boyunduruk altında tutmak, ikincisi Almanya’nın Fransa ve Rus İmparatorlukları arasında barışın teminatı bir tampon olarak kalmasını sağlamak. 1867 yılında, karşı devrimin en istikrarlı yıllarında ve emperyalizm çağının arefesinde, bu sözleri sarf ederken Bismarck 1848 devrimini ezenlerle saf tutmanın ve daha bir yıl önce Avusturya’yı mağlup etmenin özgüvenini taşıyordu. Dört yıl sonra Almanya’ya savaş açan Fransa’nın mağlubiyetine ve ilk işçi devleti olan Paris Komünü’nün 70 günlük ömrüne bakanlar Bismarck’ın haklı çıktığını söyleyebilir. Halbuki asıl imkansızın peşinde koşturan, tarihin gösterdiği gibi Bismarck’tı. 1890’da Bismarck Alman sermayesi tarafından hürmetsizce siyaset sahnesinin dışına atılırken aynı zamanda Bismarck’ın aralarında tampon olmayı hedeflediği Fransa ve Rusya’nın birlikte Almanya’ya saldıracağı emperyalistler arası bir savaşın, sosyal devlet uygulamaları ve baskı politikalarıyla büyümesi engellenemeyen Alman işçilerinin 1918 Kasım Devrimi’ne ilerlediği bir yolu döşeniyordu. Yeni Bismarck’ların ortaya çıkması, burjuva ideologlarının yeniden “mümkün olan”dan bahsedecek ve devrimcileri hayalcilikle suçlayacak özgüvene kavuşması için iki emperyalist paylaşım savaşının yaşanması Ekim Devrimi ve onun rüzgarıyla gerçekleşen devrimlerin tıkanıp yenilmesi gerekiyordu.
Bugün Bismarck’a güven veren, yeni bir düzenin kurulduğu koşullarda değiliz, Bismarck’ların sahadan çekildiği emperyalist düzenin krizinin derinleştiği, yeni bir paylaşım savaşının kendini dayattığı koşullar mevcutken, burjuva siyasetinde Bismarck’ı andıran herhangi bir politikacı yok. Dünya ölçeğinde Trump’lar, Macron’lar, Meloni’ler Putin’ler, Xi’ler, Ortadoğu’da Netanyahu’lar, Colani’ler var. Türkiye’de ise tablo daha sefil, Erdoğan ve Bahçeli’den, İmamoğlu’dan Ufuk Uras’a uzanan bir yelpazeden söz ediyoruz. Dahası, kriz ve istikrarsızlık koşullarında tüm bu çapsız politikacılar “mümkün olan” diye diye imkansızın peşinden koşturuyorlar, ya bir daha geri gelmeyecek olanın, geçmişin ruhunu çağırıyorlar, ya da çözülmesi mümkün olmayan çözümü döne döne denemeye devam ediyorlar.
Trump her alanda sapır sapır dökülen ABD’yi “yeniden büyük” yapmaya, ABD’nin 1945’te üstlendiği yükümlülüklerden kaçarak ama aynı zamanda 1945’te sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmeyi isteyerek çalışıyor. Savaştan kaçmak ama korkutmak ve haraç almak, üretici güçleri geliştirmemek ama dünyanın bütün kredilerini kendi havuzunda toplamak istiyor.
İngiltere, Fransa, 1918-1945 arasında Ortadoğu’da Amerikan gücüne dayalı oluşturulmuş düzen kalsın ama ABD bu bölgelere girmesin, giremesin, kendi ayrıcalıkları sürsün istiyor.
Rusya da kendisinin bir parçası olmadığı 1945 statükosunu savunuyor ve yine bu statükonun kurucusu ABD’yi Ortadoğu, Orta Asya ve Doğu Avrupa’dan uzak tutmaya çalışıyor. Dahası kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan SSCB’nin askeri aygıtını güdük bir finans kapitalle geliştirmeye çalışıp SSCB’nin etkili olduğu toprakları kendi nüfuz alanı olarak tescillemek istiyor.
Rakipleri emperyalist kavga ve çekişmelerle güç kaybederken, Çin bu çatışmalara dahil olmadan ekonomik olarak yükselmek istiyor. Emperyalist paylaşım kavgasına girmeden bu kavganın kurbanı olmaktan kaçmak, dahası bu kavganın nimetlerini elde etmek istiyor. Savaşlar her cephede adım adım yaygınlaşırken karşılıksız “barış içinde bir arada yaşama” çağrılarını yükseltmeye devam ediyor.
Emperyalistlerin 1948’de çizdirdiği sınırı 1967’de çiğneyen İsrail hem işgal ettiği bölgeler kendinde kalsın, hem de kendisine karşı bir ayaklanma olmasın ve Arap Devletleri kendisiyle barışsın istiyor. Bunları yaparken daha derin bir savaşın içine sürükleniyor. Filistin Bölgesel yönetimi ise emperyalistlerin himayesinde 1948 sınırlarına geri dönmenin yolunu arıyor. Irak ve Suriye’nin akıbetinden korkan Türkiye ve İran ise saatli bombayı durdurmak için reformlarla katı merkeziyetçilik arasında yalpalayan girişimlerde bulunuyorlar.
Emperyalist efendileri bakımdan farklılık taşısa da tüm kanatlarıyla Türk burjuvazisi imkansızın peşinden koşturmaktadır. Otuz yedi senedir 12 Eylül Anayasası’nın sağını solunu değiştirerek, eski anayasanın içinden yeni bir anayasa çıkarmaya çalışmaktadır. Muhalefeti seçimle gitmeyeceği belli olan bir hükümeti seçimle değiştirmeye çalışmakta, işlemeyeceği belli olan seçim ittifaklarıyla döne döne seçimlere girmektedir. Hükümet ise ayakta kalabilmek için bitiremeyeceği bir içsavaşı bitirmek için her türlü cambazlığı yapmaktadır. Suriye’de yeni kurulan hükümeti tanıması ama aynı zamanda Suriye’den çekilmemesi gereklidir. Kürtlerle barışıyormuş gibi yapması ama aynı zamanda PYD’nin ezilmesi için bastırması gereklidir. Üstelik ortağı Bahçeli Erdoğan’ın ellerine 2012-2015’in ölü doğmuş çözüm sürecini bırakmıştır: Madem teröre karşı zafer kazandım, ezdim geçtim diyorsun. Hadi dirilt bakalım. Hal böyleyken hükümete ve uşaklarına düşen, kurucularının dahi hızlıca terk ettiği, 1921 Anayasa’sının ruhunu çağırmak, Öcalan’ın 1992’den beri aynı içerikle tekrarladığı ve bugüne kadar hep aynı yapısal engelden ötürü karşılıksız kalmış çağrıları yepyeni bir açıklamaymış gibi sunmaktır. Türkiye burjuvazisi için durum acınacak bir hal almıştır.

O hâlde Türkiye’de ve dünyada, Seyit Rıza’nın sade yargısı Bismarck’ın kibirli fetvasından çok daha anlamlı olsa gerekir: Düşmanın geleceksizdir ona güvenme.
Mümkün Olan Ekim Devrimi’nin Yoludur
Emperyalizm çağında mümkünle mümkün olmayanın sınırını düşmanın çizdiği çerçevede belirleyenler, “elle tutulur sonuçlar”, “somut kazanımlar” elde etmek, “nefes almak” yahut “mücadeleyi adım adım büyütmek” adına girdikleri yolda kendilerini her zaman emperyalistlerden birinin ya da diğerinin peşinde, onların debelendiği çıkmaz yolların içinde bulacaklardır.
Proletarya ve tüm ezilenler için mümkün olan tek bir yol vardır.
Bu yol Amerikan emperyalizminin terbiye edilmesinin, müstakbel Çin emperyalizmiyle yenilenmesinin değil yıkılmasının yoludur. Ortadoğu’da Filistin’in topraklarının İsrail, Ürdün ve göstermelik Filistin devleti arasında pay edilmesinin değil, bağımsız, birleşik ve laik bir Filistin’in kurulmasının yoludur. Kürtlerin kendilerini ezen devletlere demokrasi gücü olarak bağlanmasının değil, dört parçada da ilhakçıların vurduğu zincirleri parçalayan bağımsız, birleşik bir Kürdistan’ın yoludur. Esad’ın Colani’nin değil işçi ve köylülerin Suriyesi’nin yoludur. Mecliste anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nde adalet arayanların, Erdoğan’dan kurtulmak için Kılıçdaroğlu’na, İmamoğlu’na “eleştirel oy”larıyla seçmen yazılanların değil hükümetten işçi ve emekçilerin tarihsel eylemiyle kurtulmanın yoludur.
Bu yol proleter devrimin ve ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin yoludur. Orak-Çekiç’in yoludur.
Mümkün olan Ekim Devrimi’nin yoludur.
Ekim Devrimi’nin yolunda yürümek isteyenler sadece “düşmanın geleceksizliğine” bel bağlayamaz, düşmandan uzak durmakla yetinemez. Çünkü düşman için “mutlak anlamda umutsuz” bir durum yoktur. Proletaryanın mümkün olan yolu açması için de, o yolda yürümesi için de komünist bir partiye ihtiyacı vardır. Bu parti olmadan işçiler ve emekçiler geçelim dünya devrimini zafere ulaştırmayı, rejim krizine proleter devrimle son vermeyi yahut ezilen ulusun bağımsızlık mücadelesine önderlik etmeyi, enternasyonalizm namına en mütevazı adımı dahi atamaz.
Yaşadığımız topraklar bunun iyi bir örneğidir. Rojava’ya yönelik saldırıların hız kazandığı bir iklimde Kürt sorununa çözüm hayalini satanlarla, Esad’ın arkasından gözyaşı dökenlerin peşinden gitmeden bölgedeki işgale ve saldırganlığa karşı durabilmek için de devrimci bir partiyi yaratmak gerekir. Devrimci partiyi kurma sorumluluğunun, görevinin üstünden atlayarak, devrimci bir parti olmaksızın işçi ve emekçilere önderlik etmeye soyunanlar ya her seferinde tecrit olan bir ideolojik akıma dönüşecek ya da sola hakim eğilimlerden biriyle emperyalistlerden birine yedeklenecektir.

Suriye krizi vesilesiyle sol içinde kendini ifade eden menşevik eğilimlerin programatik ve siyasi açmazlarını sergilemek elbette ancak Türkiye’nin Ortadoğu’daki tüm gerici adımlarına eylemli bir şekilde karşı çıkıldığında anlam kazanır. Ancak oportünist eğilimlerin teşhirinin de devrimci eylem birliklerinin de işlevli olabilmesi, bu mücadelelerin sadece Türkiye’de değil dünya çapında komünistlerin birliğini sağlama hedefine tabi, bu amaca ulaşmaya hizmet edip esas olarak bu doğrultuda adımlar atma hedefiyle yürütülmesine bağlıdır.