“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.” (Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i)
Fujimori’yi Tekrarlayamayan Castillo
7 Aralık 2022’de öğlen saatlerinde Peru’da televizyonlar kongrede birkaç saat sonra başlayacak oylama hakkında yayın yapıyorlardı. Konu Başkan Castillo’nun azledilmesiydi. Azil için 87 oy gerekiyordu ama azil yanlılarının sadece 80 oyu vardı. Tam o sırada Castillo’nun ani bir açıklamasıyla gündem değişti. Castillo kongreyi feshettiğini, yeni bir kurucu meclisin kurulması için harekete geçtiğini, kurucu meclis toplanana dek tüm yetkileri elinde topladığını ilan etti.
Castillo’nun bu açıklamasını duyan Peruluların aklına otuz yıl önce yapılmış bir başka açıklama geldi. 5 Nisan 1992’de Başkan Fujimori yine bir televizyon kanalından yaptığı duyuruyla, yeni bir anayasa yapmak üzere kongreyi feshettiğini, yasama yürütme ve yargı yetkilerini “şahsında” topladığını açıklamıştı. Silahlı kuvvetler Fujimori’nin talimatı üzerine kongreye ilerlemiş, kongreyi boşaltmayan üyeleri biber gazıyla dışarı çıkarıp tutuklamıştı. Fujimori’nin sekiz yıllık iktidarı böyle başlamıştı.
Ancak 7 Aralık 2022’de işler otuz yıl önceki gibi ilerlemedi. Silahlı kuvvetler kongreyi dağıtmak için harekete geçmedi ama kongre oturumuna devam etti, Castillo’yu yolsuzluğun yanı sıra “ahlaki düşkünlük”ten de mahkûm ederek azletti. Oturumun hemen ardından Castillo hakkında tutuklama kararı verdi. Castillo Meksika’ya kaçmaya çalışırken yakalandı. Amerikan muhibbi bir gazetenin alaycı yorumuyla “Güne başkan olarak başlayan Castillo, öğlen dünyanın en kısa süreli diktatörlüğünü ilan etti ve akşam bir hükümlü olarak hapsi boyladı.”
Castillo Peru’nun en yoksullarını oluşturan yerli nüfustandı. Ömrünün uzun bir kısmını sendikacı olarak geçirse de 2018’deki öğretmen grevinde siyasi yıldızı parlamıştı. Gelir eşitsizliğini ortadan kaldırma ve yeni bir anayasa yapma hedefiyle 2020 seçimlerinin sürpriz başkan adayı olmuş ve ikinci turda solun desteğini de arkasına alarak başkanlık koltuğuna oturmuştu. Castillo’nun hapsedilmesinden sonra ise tüm Peru’da bir isyan dalgası başladı. Aradan dört ay geçmiş olsa da Peru’da sular hâlâ durulmadı, durulacağa da benzemiyor. Peki ama yoksulların sesi olma ve anayasayı değiştirme iddiasıyla yola çıkmış Castillo neden bir darbeye kalkışmıştı? Fujimori’nin otuz yıl önceki başarısını niye tekrarlayamamıştı? Sürekli yeni bir hükümet darbesinden söz edilen ve yeni bir anayasa sorunundan bir türlü kurtulamayan Türkiye’de, cumhuriyet tarihinin en kritik seçimine iki ay kalmışken, bu soruların cevabı özel bir önem taşıyor.
Latin Amerika Romantizmi ve Basmakalıp “Neoliberalizm” Edebiyatı
Yaşadığımız topraklardaki sol hareketin Latin Amerika’ya özel bir ilgisinin olduğunu biliyoruz. Az bilgi bolca kulaktan dolma genelleme içeren bu romantik ilginin Latin Amerika’ya dair çizdiği tabloya rengini ekseriyetle sonu bir türlü gelmeyen neoliberal saldırılar ve her daim bu saldırılara direnen bir halk muhalefeti verir. Aslına bakılırsa çizilen bu tablo göründüğü kadar naif değildir. Latin Amerika’da kalkınmacı sosyal demokrat partilerin/politikacıların baş eğmeyen bir halk muhalefeti olarak yüceltilmesi, Türkiye’de de benzer bir tutumun gerekçelendirilmesi maksadını taşır.
Latin Amerika tarihini “neoliberal saldırılar” bulamacıyla açıklamaya çalışanlara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle, yahut “iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle” birlikte, kendini rakipsiz hisseden ABD emperyalizmi, yahut kimilerine göre “küresel sermaye”, emekçilere dizginsiz bir biçimde saldırmaya başlamıştır. Bu kesimler neoliberal politikalar derken genellikle devlete ait işletmelerin özelleştirilmesini, devletin sosyal harcamalarının azaltılmasını, iş yasalarının esnetilmesini, sermaye hareketleri üzerindeki devlet denetiminin azalmasını kast ederler.
Halbuki Latin Amerika bu açıklamanın bir karşı örneği gibidir. Latin Amerika, bir anlamıyla ABD emperyalizminin arka bahçesidir. Fakat ABD’nin Latin Amerika ülkelerinde sadece SSCB’ye kıyasla değil Alman, İngiliz ve Fransız emperyalizmine kıyasla rakipsiz bir üstünlüğü vardı. Bununla birlikte içpazarı büyütmeye, sosyal güvenliği arttırmaya yönelik kalkınmacı hamleler Latin Amerika’da dünyanın geri kalanına göre çok daha önce başladı. ABD 1930’larda Roosvelt eliyle devletin rolünü arttıran New Deal politikalarını harekete geçirirken Latin Amerika ülkeleri de bu yönelimle uyumlu olarak daha devletçi bir hatta kayıyordu. İkinci Paylaşım Savaşı arifesinde ve sırasında Nazilerin Latin Amerika ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler bu yönelimi daha da pekiştirdi. Bu bakımdan devletçiliği, kamuculuğu sosyalizmle, özelleştirmeleri ise emperyalizmle ilişkilendiren, devletin piyasalar üzerindeki denetiminin artmasını ya da azalmasını “sosyalizm” ile emperyalizm arasındaki güç dengesiyle açıklayan bakış açısı hatalıdır. Latin Amerika’da olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde ABD emperyalizmi nüfuzu altındaki alanlarda devletçi kalkınmacı politikaları teşvik etmişti.
Peru’da Kalkınmacılık ve Sosyal Devlet
Bununla birlikte ekonomisi büyük oranda gümüş, civa, şeker ve pamuk gibi hammadde ihracına dayalı Peru’da devletçi kalkınmacı politikalar istikrarlı bir şekilde uygulanamadı. Zira bu politikaların uygulanması ülke içinde içpazarın büyütülmesini öne alan, ihracatçıların kazandıkları dolarların rekabet gücü zayıf olan ve ancak bu nedenle ancak Peru içinde satabilen sanayicilere transfer edilmesini şart koşuyordu. Hammadde üreticisi ihracatçı kapitalistlerle korunmuş bir içpazara üretim yapmak isteyen sanayici kapitalistler arasındaki çatışma 1930’lardan itibaren ülkenin darbe dolu siyasi geçmişinde belirleyici bir etmen oldu. 1948’deki askerî darbeyle birlikte Latin Amerika’daki hâkim eğilimin tersine Peru tümüyle hammadde ihracına dayalı büyümeyi tercih eden bir hatta geçti. Bu politikaların terk edilmesi ancak bir dizi darbe sonucu Peru’da “sivil yönetim”in önünün 1962’de açılmasıyla mümkün oldu. 14 yıllık mücadelenin ardından ABD çizgisinde sosyal demokrat bir kalkınmacılığı savunan Fernando Belaunde seçimleri kazanarak devlet başkanı oldu.
1968’de Peru’nun başında ABD yanlısı Fernando Belaúnde hükümeti bulunuyordu. Hükümet Küba’ya karşı ABD’nin kurduğu “İlerlemeci İttifak”ta yer almış, bu kapsamda ABD’nin önerdiği plandaki reformları gerçekleştirme gayretine düşmüştü. 1968 yılında Standard Oil New Jersey ile yaptığı petrol anlaşması bir kriz doğurdu. Hükümet, parlamentonun desteğini kaybetti. Hâkim sınıf içindeki yirmi yıllık çatışma çoktandır politikleşmiş ordunun içinde ABD’ye mesafeli ama SSCB’ye yakın bir kanadın ortaya çıkmasına da yol açmıştı. Genelkurmay başkanı Velasco kalkınmacı sanayileşme politikalarını ABD değil SSCB desteği ile sürdürmeyi amaçlayan bu kanatta yer alıyordu. Velasco, anlaşmanın yarattığı krizden de faydalanarak başarılı bir darbe gerçekleştirdi.
SSCB’ye Yakınlaşıp Uzaklaşırken
Darbenin ardından yönetimi devralan, yeni adıyla Peru Silahlı Kuvvetleri Devrimci Hükümeti, tümüyle anti-komünist bir karaktere sahip olsa da, ABD’den ziyade Sovyetler Birliği çizgisiyle uyumlu hareket etti. Bu kapsamda ülkede yer alan yerli halkların dilleri resmî olarak tanındı, milli kaynaklar kamulaştırıldı, içpazarı büyütme kaygısına paralel bir biçimde işçilerin ve yerli halklara kırıntı niteliğinde örgütlenme özgürlüğü tanındı. 1968’den 1975’e değin çok sayıda reform hamlesinde bulunuldu, dış politikada ABD’nin belirlediği eksenin karşısında, SSCB’nin çıkarlarına paralel hareket edildi.
Velasco hükümeti; Sri Lanka’daki Özgürlük Partisi hükümeti, Libya’da Albay Kaddafi, Tanzanya’da Julius Nyerere ve daha bir dizi SSCB destekli kalkınmacı hükümet ile benzer bir karakter taşıyordu. Aslına bakılırsa, aynı dönemde TİP ve MDD çizgisini savunan reformist eğilimler de böylesine bir rejimi Türkiye’de tesis etmek istiyorlardı. O yüzden, bu geleneğe başından beri bağlı olanlar yahut yolları koptukları yerle tekrar kesişenler, bu tür sözüm ona anti-emperyalist “milli rejimler”den sitayişle söz ederler.
Gelgelelim, 1968’de darbeyi gerçekleştiren Peru Silahlı Kuvvetleri lideri Velasco, orduda tümüyle hâkim bir eğilimi temsil etmiyordu. Ülkenin dış politikada ABD ile daha uyumlu bir çizgiye geri dönmesini ve daha merkezî bir hükümetin içişlerini yoluna koymasını arzu eden Francisco Morales Bermúdez liderliğindeki grup, ordunun içinden çıkan bir darbeyi örgütledi. Darbenin ardından hükümetin ilk icraatlarından birisi; ABD yanlısı Latin Amerika devletlerinin gizli servislerince, SSCB yanlısı ülkelere karşı eyleme konan bir işbirliğini ifade eden Condor Planına dahil olmak oldu.
Dış politikada Velasco ile uzlaşamayan Bermudez, iktisadi ve sosyal politikalarda ise Velasco dönemi ile hesaplaşır bir çizgide hareket etmedi. Zira kendisi de söz konusu dönemde Ekonomi Bakanı olarak görev yapmıştı. 1968 darbesini gerçekleştirenler arasındaki iç çatışma dolayısıyla onbir yıl boyunca hazırlanamayan yeni anayasayı hazırlamak, 1979’da bir kurucu meclis ile mümkün oldu.
Washington’un Öncelikleri Değişirken Gelen Sosyal Devletçi Anayasa
İç çatışma sürecinde tasfiye olan Velasco’nun destekçileri, kurucu meclisi boykot etti. 79 Anayasası’nı öncülü 33 Anayasası’ndan ayıran yönü, hâlâ iki meclisli bir başkanlık sistemini benimsiyor olsa da hükümetin yetkilerini artırmasıydı. Bunun yanı sıra, o dönem dünyanın farklı yerlerinde yapılan diğer birçok anayasa gibi, 79 Anayasası da sosyal devletçi maddeler barındırıyordu. Örneğin, çeşitli hizmetlerin vatandaşlara sağlanması (eğitim, sağlık vb.) konusunda devleti yetkili ve görevli kılmıştı. Benzer şekilde, iktidarı hedefleyen bir nitelik kazanmadıkça, meslekî/sektörel hakların savunulmasının ötesine geçmedikçe toplanma ve örgütlenme özgürlüğü de tanınıyordu. Bu anlamda, Türkiye’deki 1961 Anayasası ile benzerlikler mevcuttu. 1979 Peru Anayasası’nın karakteri, ABD’nin kalkınma planı ile SSCB’nin “kapitalist olmayan yoldan” kalkınma planı arasında esaslı bir fark olmadığını da gösteriyordu. “SSCB yanlısı” Velasco hükümeti ile “Amerikancı” Bermudez hükümeti, sosyal devletçi politikalarda rahatlıkla buluşuyorlardı.
1979’a gelindiğinde Peru nihayet yeni bir kalkınmacı anayasaya kavuşmuştu kavuşmasına ama bu sırada uluslararası finans kapitalin ihtiyaçları da değişiyordu. Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri, 70’lerin iktisadi dar boğazını aşmak ve asalak sermayesini korumak için dünyadan yüksek faizle borçlanmaya başlamıştı. Bu da öncesinde dünyanın dört bir tarafına ABD tarafından dağıtılan finansal kaynakların evine dönmesi ve özellikle de gelişmekte olan yüksek borçluluk oranına sahip ülkelerin finansal kaynak arayışına girmesine sebep olmuştu. Tarihin bir cilvesi olarak, 1968’de SSCB yanlısı kalkınmacı subaylarca devrilen Belaúnde, 1980 yılında, darbenin ardından kurulan ilk sandıkta galip geldi. Bu yeni dönemde uygulanması gereken iktisadi politikalar farklıydı. Belaúnde’nin özelleştirmeye ve sosyal hizmetlerin tasfiyesine dayalı neoliberal dönemi, elinde yeni hazırlanmış sosyal devletçi bir anayasa altında böyle başladı.
Washington’ın dayattığı politikaları uygulamakta hem Fernando Belaúnde hem de selefi Alan Garcia başarılı olamadılar. Zira Peru’ya anayasal yapı kadar hâkim olan sosyal-demokrat siyasi iklim, sendikal örgütlenmeleri tasfiye etmeye elverişli değildi. Zaten 1979’da nihayet kurulabilen rejim de bu hedef doğrultusunda kurulmamıştı. Ezilemeyen sendikal hareketin yanı sıra, bir yanda Túpac Amaru hareketi bir yanda da Maoist Aydınlık Yol hareketinin gerilla savaşını şiddetlendirmesi burjuva partilerin hareket kabiliyetini kısıtlıyordu. Yönetenler, zaten yönetmekte güçlük çektikleri Peru’yu, eskisi kadar da yönetemiyordu artık.
Fujimori Bir Bonaparte Değildi
1990 yılına gelindiğinde ise ülkede yapılan genel seçimlerde mevcut başkan Alan Garcia’nın yerini Alberto Fujimori aldı. Seçimlerde ilk tura tüm siyasi akımlar kendi adaylarıyla girdi, ikinci tura ise sadece kalemini sermayenin hizmetine sunması bakımından değil Amerikancılığın bayraktarlığını yapması bakımından da Peru’nun Orhan Pamuk’u olan Vargas Llosa ile Fujimori kaldı. Llosa seçimlere girerken genel olarak özelleştirmeci/piyasacı politikaların uygulanmasının ne kadar elzem olduğunun propagandasını yaptı. Fujimori ise Washington’ın dayattığı politikalara direnen toplumsal muhalefet hareketine yaslandı. Peru Komünist Partisi (Birlik)’in de içinde olduğu Birleşik Sol cepheden sosyal demokrat APRA’ya, Peru’da hayli güçlü olan sol akımlar özelleştirmeciliği açık açık savunan Llosa yerine, Milli Ziraat Üniversitesi rektörü olmasına karşın kendini “halktan” bir politikacı olarak sunan Fujimori’yi açık ya da örtük olarak desteklediler. Neticede de aslında adı sanı seçim sürecine kadar çok da bilinmeyen Fujimori, 1990 senesinde hükümeti kurdu.
Seçimleri kazanmış, üstelik devlet başkanı olmuş bir burjuva politikacısının bir hükümet darbesi yapması pek sık rastlanan bir durum değildir. Fujimori’nin 1992 yılında gerçekleştirdiği hükümet darbesi de bu anlamda Peru’daki gelişmeleri yorumlamaya çalışanların kafasını kurcalamıştır. Latin Amerika’yı ABD merkezli solcu ve sağcı uzmanlardan takip edenler kolaycı ve ezberci bir biçimde Fujimori’nin darbesini bir autogolpe (öz-darbe, kendi kendine darbe) olarak tanımladılar. Halbuki Fujimori’nin darbesini, fazla düşünmeden, yeğen Napolyon’un Brumaire ayının on sekizinde yaptığı darbeye benzetmek, Fujimori’nin rejimini de bonapartizm olarak tanımlamak yanlıştır. Hatta aslında bu darbeyi Fujimori darbesi olarak tanımlamak da doğru olmaz, böyle bir adlandırma darbenin arkasındaki güçleri ve asıl maksadını görmeyi zorlaştırır. Fujimori kendi iktidarını tartışmasız ve değişmez kılmak için kendi başına bir darbe yapmamıştır. Zaten akıbetinden anlaşılacağı üzere efendileri tarafından sekiz sene sonra kullanıldıktan sonra çöpe atıldı. Fujimori’nin tarihsel rolü, ABD’nin, onun uzantısı olan Peru sermayesinin ve Peru ordusunun gücüne yaslanarak, eski rejimin tasfiye edilip yeni bir rejim kurulmasına aracılık etmek oldu.
1979’da kurulan rejim Amerikan emperyalizmi ve onun uzantısı Peru sermayesi için bir ayak bağıydı; diğer yandan hükümet ordunun talep ettiği “terörizm karşıtı” önlemleri alıp uygulayacak kadar da yetkili değildi. Nitekim tam da bu nedenle 1980’lerin sonuna doğru Peru ordusu içinde Garcia hükümetini devirmeye yönelik gizli bir darbe planı hazırlanmıştı. SSCB’nin tasfiye olduğu bir uluslararası iklimde ABD’nin genel “dünyayı demokratikleştirme” eğilimiyle uyumlu olmayan bu plan ABD büyükelçisi tarafından Peru’da seçimleri zaten serbest piyasa yanlısı bir hükümetin kazanacağı gerekçesiyle reddedilmişti. Bir açıdan Amerikan büyükelçisi yanılmamıştı. Fujimori de seçimleri kazandıktan hemen sonra bu uluslararası havaya uygun bir pozisyon takındı, seçim vaadlerini elinin tersiyle bir kenara itti, “terörizm karşıtı” söylemini “serbest piyasa savunuculuğuyla” birleştirdi. Ancak büyükelçi başka bir açıdan yanılmıştı. Kongredeki güçlü muhalefet Fujimori’nin ABD’nin dayattığı, ordunun talep ettiği politikaları hayata geçirmesini engelliyordu. Peru’daki güç dengelerinin yol açtığı siyasal kilitlenme bir darbeyi davet ediyordu.
Burnu iyi koku alan Fujimori, 5 Nisan 1992’de, otuz yıl sonra Castillo’nun tekrardan bir kararnameyle yapmaya çalışacağı gibi, kongreyi feshetti, yeni bir anayasa yapılana dek yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini “şahsında” topladığını televizyon aracılığıyla halka duyurdu ve ekrandan Peru ordusuna kongrenin önüne giderek, kongre üyelerini tutuklama talimatını verdi. Açıklamanın ardından kongre önüne yığınak yapan ordu Fujimori’ye tam destek verdi, içeride toplantı yapmak isteyen kongre üyelerini biber gazıyla dağıtıp tutukladı.
Fujimori’nin hazırlattığı 1993 Anayasası ile Peru’da eskisine kıyasla çok daha merkeziyetçi, hükümetleri kongrenin karşısında güçlendiren, yerel yönetimleri göbeğinden merkeze bağlayan bir rejim tahkim edilmiş oldu. Peru burjuvazisi yeni rejimiyle birlikte artık hem “Washington Uzlaşması” ile uyumlu politikaları yürütebilecek hem de devrimcileri tasfiye harekâtına girişebilecekti.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde 1992 darbesi aslında ondan on iki yıl önce Türkiye’de gerçekleşen 12 Eylül darbesiyle aynı amacı taşıyordu. Üstelik birçok anlamda da ondan daha başarılıydı. Ortaya çıkan devlet aygıtı çok daha merkezîydi, kongrenin yetkileri iyice budanmış, tüm yetkiler devlet başkanının elinde, 12 Eylül Rejimi’ni son sınırına vardırmaya çalışan Erdoğan’ın rüyasında göremeyeceği şekilde toplanmıştı. Daha da önemlisi, 12 Eylül generalleri Türkiye’nin batısında sol hareketin önüne bir set çekmiş olsa da Kürdistan’da ne yetmişlerde başlamış yükselişin önünü kesebilmiş ne de PKK’yi etkisizleştirebilmişti. Buna karşılık darbe öncesi Latin Amerika’nın en önemli gerilla hareketlerinden biri olan Aydınlık Yol’u önce lideri Abiel Guzman’ı teslim alıp bir pişmana çevirerek sonra da gerillaları fiziksel olarak imha ederek tasfiye edebilmişti. Kürdistan’da tasfiye edilemeyen devrimci dinamikler Türkiye’nin batısındaki tasfiye sürecini de sekteye uğratırken, Peru’da da, başta Türkiyeli reformistlerin de gıptayla seyrettiği Arjantin olmak üzere, diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi pişman, kendini işçiciliğe, yoksullar hareketine vermiş bir sol yarattı. Türkiye’de karıştır barıştır projesi bir türlü dikiş tutturamadı. Peru’daysa devrimci hareketler önce ezildi, sonra iddiasız, ilkesiz bir yasal çatı partisi zemininde, “bir muhalefet platformu olarak” tekrardan ayağa kalkmaya çalıştı.
Yoksulların Babası Fujimori
Bununla birlikte zamanlaması nedeniyle Peru’daki darbe hiçbir zaman Şili’deki gibi kapsamlı bir “neo-liberal saldırıyı” beraberinde getirmedi. Fujimori IMF’nin öngördüğü özelleştirmeleri harfiyen ve hızla yerine getirse de, hedef tahtasına daha çok toplumun örgütlü kesimlerini koydu, işçi sınıfının en alt katmanlarına, onların örgütlenmesine müsaade etmeden, kırıntılar dağıtmayı ihmal etmedi. Bu politikalar, Fujimori’nin kendisini yoksulların babası olarak sunmasını mümkün kıldı. Sonradan “neo-popülizm” olarak tanımlanacak politikaların ilk uygulayıcılarından biri de Fujimori oldu.
Fujimori’nin hazırlattığı yeni Peru Anayasası, bir kişiye en fazla iki kere Cumhurbaşkanı olma imkânı tanıyordu. İkinci Cumhurbaşkanlığı süresi 2000 yılında dolan Fujimori, önce anayasanın ilgili maddesini değiştirmeye çalışıp başarısız oldu. Sonrasındaysa on yıllık iktidarı içinde yarattığı kendine bağlı kadrolara dayanarak, seçim kurullarından üçüncü kez Cumhurbaşkanı olabileceğine dair onay alarak seçimlere gitti ve muhalefetin ikinci turda geçersiz oy kullanma çağrısında bulunduğu seçimleri “kazandı”.
Hükümet Değişikliği Araçlarından Biri Olarak Skandallar
Gelgelelim Peru’nun 1993 sonrası rejimi aynı zamanda Fujimori’ye darbe için yol veren sermayenin istediği gibi at koşturabildiği bir rejimdi. Sermaye hükümetleri “yolsuzluk skandallarına” ve “kaset siyasetine” başvurarak değiştirebiliyordu. Sermayenin bu tür skandallarla aldığı ilk kelle de Fujimori’ninki oldu. 2000 Eylül’ünde televizyonda yayımlanan bir kasette Fujimori’nin kongre üyelerini rüşvetle satın aldığı “açığa çıktı”. Fujimori ülkeyi terk etti, 2006’da Peru’ya tekrar dönmeye çalışınca tutuklanarak hapse atıldı. 2001’den bu yana Fujimori’den sonra seçimleri kazanan tüm başkanlar yolsuzluk kasetleriyle yıpratıldı. Öyle ki 2001’den 2022’ye kadar seçimleri kazanmış dört Peru başkanından dördü de yolsuzluk suçlamasıyla ya görevden alındı ya da sonrasında hüküm giydi. Nitekim Castillo da darbe girişimine kongrenin onu yolsuzluk suçlamasıyla görevden azletmeyi oylayacağı günde kalkışmıştı.
Siyasi partilerin düzenli olarak yolsuzluk suçlamasıyla yıpratılmasını etkin bir mekanizma olarak kullanan Peru rejimi, başkanlar gelip gitse de işleyişini sürdürdü. Ama kaset mekanizmasının bu şekilde kullanılması hem bir siyasi krizi adım adım derinleştirdi hem de emekçi hareketinin önüne set olabilecek güçlü bir düzen partisinin çıkmasını güçleştirdi. Siyasetten çok sendikacılıkla ilgilenen ve 2017 öğretmen greviyle birlikte ortanın sağından ortanın soluna kayan Castillo’nun Fujimori’nin sürpriz çıkışı gibi bir çıkış yaparak seçimi kazanması bu iki etmenin bir bileşik bir sonucu oldu. Sol hareketlerin tamamının desteğini arkasına alan Castillo, babasının davasına sahip çıkan Keiko Fujimori karşısında, seçimleri kıl payı farkla kazandı. Reformist sosyalistlerin çatı partisi “Özgür Peru” kongre seçimlerinin birinci partisi olsa da, kongre çoğunluğu Fujimori’nin destekçilerinin eline geçti.
Castillo’nun Yükselişi ve Düşüşü
Castillo’nun hükümet olması reformist sol kesimleri heyecanlandırdı. Hükümet olmanın iktidarı almakla eş tutulduğu bu çarpık anlayışın ürünü olarak sol bir hükümetle birlikte devletin emekçilerin yararına çalışabileceği fikri yine yaygınlaştı. Castillo’nun “partisiz olması”, “sınıfın içinden gelmesi” bu hayalleri pekiştirdi. Halbuki aslında müflis olmaya ebediyen mahkûm bir projenin başına, şimdi de her türlü siyasi dayanaktan yoksun bir figürün kendi iç çekişmeleriyle boğuşan bir koalisyonun desteğiyle geçmişti sadece. Yolsuzluk skandallarıyla çalkalanan, hapishaneleri ismi bu gibi olaylara karışmış burjuva siyasetçilerle dolu olan Peru da Castillo’nun devr-i iktidarı da uzun ömürlü olmadı.
Castillo hükümeti kurar kurmaz kendisini yolsuzluk soruşturmalarının, hükümet üyelerinin medyaya servis edilmeye başlanan kasetlerin, koalisyonu içerisinde patlak veren çıkar kavgalarının göbeğinde buldu. Çözümü kabine değişikliğinde aradı, bir senede seksen bakan beş tane de başbakan değiştirdi. Ancak Castillo’nun her kabinesi ayrı bir skandalla gündem oldu. Dahası kabinede yaptığı değişiklikler kendisini destekleyen ittifakta huzursuzluğa yol açtı. Sosyalist partilerden aldığı destek zayıfladıkça, Castillo kongrede azil tehdidini savuran Fujimori’ye boyun eğmek zorunda kaldı. Fujimori’ye yanaştıkça sosyalistlerin desteğini daha da yitirdi.
2022 Aralık’ına gelindiğinde Kongre’de tüm desteğini kaybetmişti. Yapılan azil oylamalarında henüz gerekli nitelikli çoğunluk sağlanamıyor olsa da Castillo’nun görevden alınmasına giden yol açılmıştı artık. Bu tabloyu değiştirmek için Castillo’nun bulduğu çözüm otuz sene önce Fujimori’nin attığı adımı atmak oldu. Ancak arkasında bizzat ordunun durduğu, bir siyasi partinin kararlı desteğine sahip olan Fujimori’nin aksine ordudan en ufak bir destek görmeden, kendisini destekleyecek tek bir siyasi parti olmayan, kerameti kendinden menkul, “bağımsız” Castillo’nun son dansı birkaç saat dahi sürmedi.
2021 seçim sürecinde mevcut anayasanın maddelerini, yeni bir anayasayı yazacak kurucu meclisin kurulmasına izin verecek şekilde, değiştirme vaadiyle halkın karşısına çıkan Castillo bu değişikliği henüz öneremeden koltuğundan indirilmiş oldu. Darbe girişiminin akıbetinin ne olduğu aradan geçen kısa sürede anlaşılınca çözümü ülkeden kaçmakta arayan devrik lider bunu da başaramadı ve Peru devleti tarafından hapse atıldı.
Reformizmle Devrimcilik Arasındaki Ayrım
Castillo sadece Peru Solu’nu değil bu topraklardaki solu da “Titre Amerika” başlıklı değerlendirmeler yazacak denli heyecanlandırmıştı. Aynı akımlar Castillo’nun tutuklanmasını onun Castillo’nun seçime girerkenki pozisyonuna kıyasla ‘sağcılaşması”yla açıkladılar. Castillo’nun yenilgisini sermayenin kuşatmasına karşı koyamamasında, ‘düzenin parçası olmasında’, saldırılara karşı yeterince ‘cesaret’ sergileyemeyişinde arayan bu anlayış; reformizmin bir yansıması olarak ortaya çıkar. Buna karakterini verense devrimin ne olduğuna dair kavrayışsızlıktır.
“Proletarya siyasi hâkimiyetini tüm sermayeyi burjuvazinin elinden adım adım söküp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani hâkim sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezîleştirmek ve üretici güçler kütlesini elden geldiğince hızlı bir biçimde artırmak için kullanacaktır.” (Komünist Parti Manifestosu)
Reformist akımlar, Manifesto’nun bu saptamalarını “komünizmin ani bir dönüşümle kurulmayacağını”, burjuvazinin iktidarının adım adım daraltılacağının kanıtı olarak kullanırlar. Sermayeyi adım adım burjuvazinin elinden almanın ilerici bir adım olduğunu, bu nedenle Castillo’nun yahut bir başka sosyal demokratın kamucu uygulamalarının proletaryayı adım adım sosyalizme götürdüğü sıklıkla savunulur. Bu itibarla da ‘aşırı sağ’ karşısında demokrasi güçlerinin ittifakıyla kazanılan zaferlerin de destekçisi/parçası olmak gerektiğini savunurlar. Toplumsal basınç ile ileri gidebilecek, düzenden kopabilecek, arkasındaki halk desteğine dayanarak sermayeye karşı koyabilecek, cesaret sahibi burjuva liderlere ‘bayrakları karıştırmaksızın’ ‘dışarıdan destek vermek’ bu yüzden doğru siyaset olarak görülür. Castillo gibi örneklerin başarısızlığı da bu yüzden bu liderlerin karakteri üzerinden analiz edilir ve bu kesimlerin kendi reformist siyasetlerinde kusur bulunamaz. Böylelikle aynı proje tekrar ve tekrar denenebilir, yaygın görüş olarak kabul edilebilir.
Halbuki Komünist siyaset, burjuvaziyi ilerlemeye zorlayarak sosyalizme erişmeyi hedefleyen bu anlayışı dışlar. Manifesto’da anlatılmak istenen tam tersidir. Sermayenin burjuvazinin elinden kerte kerte alınacağı doğrudur doğru olmasına ama bu hamleleri yapabilmek için öncesinde iktidarı bir devrimle ele geçirmek gereklidir. Nitekim aynı Manifesto’da bir cümle iktidarı alma görevine işaret edilmektedir: “işçi devriminde ilk atılacak adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasi savaşının kazanılmasıdır.” Başka bir deyişle demokrasi savaşını kazanmak için atılacak ilk adım devrimdir. Castillo’nun bayraktarlığını yaptığı kurucu meclis talebi de demokrasi savaşının öğelerinden biridir. Proletaryanın ihtiyaç duyduğu bir anayasayı da burjuva egemenliği altında, burjuvazinin rızasını alarak yapmak mümkün değildir. Reformistlerin savunduğunun aksine Kurucu Meclis bir devrimin yolunu döşemez, tam tersine Kurucu Meclis için devrim gereklidir. Castillo’nun açmazı da tam bu noktada yatmaktadır.
Şili ve Peru Kurucu Meclisin Nasıl Kurulamayacağının Örnekleridir
Bu topraklardaki akımlar çok farkında olmasa da kurucu meclis tarihin tozlu sayfalarında kalmış bir olgu değildir. Bilakis farklı coğrafyalardaki siyasi/anayasal krizler sonucu olarak kendini dayatmaktadır. Kurucu meclis tartışmaları, anayasal krizlerin çözümsüzlükte buluştuğu burjuva diktatörlükleri altında yaşayan işçilerin ve ezilenlerin demokratik anayasa taleplerinin bir sonucu olarak tekrar tekrar ortaya çıkmaktadır. “Kurucu Meclis nasıl toplanacak?” “Yeni anayasa nasıl hazırlanacak?” soruları kriz dönemlerinde burjuva siyasetinin olmazsa olmaz parçalarıdır. Bu nedenle kurucu meclis, “demokrasi savaşını kazanmak” isteyenlerin gündemine, masabaşında üretilmiş bir çözüm olarak değil, burjuva siyasetinin çelişkili doğasını dışavuran bir sorun, bir müdahale alanı olarak girmektedir.
İşçi sınıfının egemen olduğu kurucu meclis hedefi bizzat devletin örgütlenmesinde amir rol oynayacak ve temel metnini düzenleyecek bir yapının örgütlenmesi niteliğini taşıdığı için mevcut burjuva parlamentolar yahut iktidarlar tarafından karşılanamayacak, hayata geçirilemeyecek bir talep olarak devrim sorunudur. Zira egemenliği elinde tutan hiçbir odak yahut kurum kendi yetkisi ve iktidarını gönüllü olarak teslim etmemiş ve kendisini tasfiye etmemiştir. Kendi varlığının teminatını oluşturan anayasayı hiçbir burjuva parlamento bugüne kadar tamamen değiştirememiş yahut yeni bir anayasa yapılması için kendisini feshedip bir kurucu meclisin kurulmasına ön ayak olmamıştır. Aynı nedenlerle, burjuva parlamentosunun kendi içinden bir kurucu meclis çıkarması ve işçi sınıfının bu kurucu mecliste egemen rol oynaması da mümkün değildir.
Komünistlerin kurucu meclise yaklaşımı burjuvazinin ve dolayısıyla burjuva sosyalistlerinin yöntemlerini dışlar biçimdedir. Ekim Devrimi öncesinde Bolşeviklerin de taktiksel olarak yaklaştığı ve propaganda faaliyetinde geniş bir yer verdiği kurucu meclis, ancak Ekim Devrimi sonrasında kurulabilmiştir. Bolşeviklerin ‘Kurucu meclis için devrim’ yaklaşımını tersten sahiplenen reformist yaklaşımın takipçileri bu hareketlerde etkili olmuşlardır, sonucu belirleyen esas unsurların başında da bu gelir. Reformistler, ‘Devrim için kurucu meclis’ yaklaşımıyla hareket etmiş ve kurucu meclis söylemini de bu eksende yükseltmişlerdir. Bu kesimlere bakılırsa kurucu meclis devrim olmaksızın da karşılanabilecek bir taleptir. Yine bu akımlara göre kurucu meclis bir bakıma devrimin yolunu açacak, ön sağlayacak bir kurum ve hatta kimilerine göre devrimin ön şartıdır.
Reformistlerin devrimi ele alışındaki aşamacılığın bir başka tezahürünü oluşturan bu kavrayış, devrimin mümkün olması için proletaryanın öncelikle bir kurucu meclise sahip olmasının gerekli olduğu, bunun sonrasında gerçekleşecek devrim için bir ön aşama olduğu, işçi sınıfının ancak bu gibi reformlarla kuvvetleneceği ve artan bir politizasyonla iktidarı alabileceği varsayımlarına dayanır. Bu kavrayış, İkinci Enternasyonal çizgisinin devrimcilik sosuna biraz daha fazla bulandırılmış bir versiyonundan başka bir şey değildir. İşçi sınıfının bilinç kazanması ve iktidarı ele alabilecek cesarete kavuşması için reformları zaruri gören burjuva sosyalistleri, burjuva egemenliği altında bir kurucu mecliste yer alan işçilerin de bu vesileyle bilinç kazanacaklarını ve egemenliği de alma cüretini göstererek devrime yürüyeceklerini savunurlar. Zira işçi sınıfı öncelikle burjuvazinin kurumlarında güçlenecek, sonra da iktidarı burjuvaziden alacaktır. Bu varsayımın elle tutulur bir yanı olmamasını bir kenara bırakalım, Şili ve Peru gibi en yakın örneklerin de gösterdiği gibi burjuva egemenliği altında işçi sınıfının kontrolünde bir kurucu meclisin imkânı yoktur. Ekim Devrimi’ni muzaffer kılan Bolşevikler de bunu göstermiş, kurucu meclisin ancak bir devrimle kurulabileceğini somutlaştırmış, işçi sınıfının egemenliği için değil, işçi sınıfının egemenliği altında kurucu meclisi işaret etmişlerdir.
Bugün Peru ve Şili örneklerinde de görüldüğü gibi aşamacı, burjuvaziden medet uman anlayış Castillo ve Boric’in de girişimlerinde yenilmiştir. Castillo vakası ortada; kurucu meclis vaadinin gerçekleşmesi için mevcut Kongre’yi feshetmek, darbe girişiminde bulunmak zorunda kalan Castillo’ya Peru devleti kendisinden beklenen yanıtı verdi. Şili’de ise ‘dünyanın en ilerici anayasası’ referandumda reddedildi, barışçıl yoldan kurucu meclis hayalleri yine suya düştü. Kitlelerin fikirlerinin hâkim sınıftan bağımsız düşünülemeyeceğini unutmadığımız koşulda, bu referandum sonuçlarını da egemenlik sorunuyla açıklamak gerekir.
Erdoğan’ın Yapamadığını Castillo Da Yapamazdı
Peru örneği Türkiye’deki rejim kriziyle karşılaştırılarak da ele alınmalıdır. Castillo’nun darbe girişiminin başarısızlığı değil başarısı sürpriz olurdu. Bir ulusal sorunun bulunmadığı, silahlı kuvvetlerin devlet içinde tanımlı bir yerinin bulunduğu ve bütünlüğünü koruduğu, devlet mekanizmalarının işlediği, devrimci hareketin çoktan ezilmiş ve tasfiye edilmiş olduğu Peru’da bir darbe girişiminin zemini bulunmamaktadır. Arkasındaki seçmen desteğine güvenerek böyle bir girişimde bulunmak maceracılık bile değildir, olsa olsa kumarbazlıktır. Nitekim Castillo maceracı bir şekilde çatışmayı değil Meksika’ya doğru kaçmayı tercih etmiştir.
Devlet mekanizmalarının işlemediği, ezilen ulus başkaldırısının çürük temeller üzerinde yükselmiş rejimin dikişlerini patlattığı, ordunun bütünlüklü şekilde hareket edemediği Türkiye Cumhuriyeti’nin reisi Castillo’ya kıyasla birçok bakımdan avantajlı konumdadır. Partisinin üzerinde denetimi giderek azalmaktadır ama partisiz bir Castillo değildir. Devlete de hâkim değildir ama devletin bir dizi kurumunu bir içsavaşı başlatıp sürdürecek kadar etkisi altında tutmaktadır. Gelgelelim tüm bu avantajlarına karşın bir kitle partisiyle darbe yapamayacağının bilincindedir. Erdoğan’ın darbe yapamadığı koşullarda; ne parti desteğine ne devlet gücüne sahip olan Castillo’nun başarılı bir darbe gerçekleştirebilmesi hayaldir.
Türkiye’den Neden Bir Castillo Çıkmaz?
Castillo’nun tutuklanmasının ardından sokaklara çıkan kitlelere karşın Türkiye’de Peru’dakine benzer bir hareketliliğin olmaması da bir karşılaştırma konusudur. Benzer bir karşılaştırmayı Venezuela ve Sri Lanka örneklerinde de yapmıştık.
Peru’daki kitleler barikat kurarken ve Türkiye’deki temel gündemin sandık olmasına, miting meydanlarının boş kalmasına bakanlar sokakların dolu olduğu Sri Lanka ve Peru’da solun güçlü olduğunu, Türkiye’de ise 12 Eylül yenilgisinin aşılamaması nedeniyle böyle bir durumun olmadığını savunuyorlar.
Halbuki, Peru’da sokaklar protestocular ile doluyken Türkiye’de böylesine bir hareketliliğin olmamasının nedenlerinden biri, Türkiye’de güçlü olan soldur. Seçim sürprizleri bir yana Peru’da HDP kadar güçlü bir sol hareket yoktur. HDP ise sokakların hareketliliğinde de hareketsizliğinde de belirleyici rol oynamaktadır. HDP’nin bugünkü önceliği ise CHP’nin seçim zaferini engelleyecek bir provokasyonu engellemek, bunun için kitle eylemlerini sembolik düzeyde tutmaktır. Seçimlerde belirleyici bir rol oynayacak olan HDP merkezli sol bloğun büyük bir inançla sandığı işaret etmesi, sahip olduğu güçtendir. Bu güç, kitleleri sokaktan geri tutabilecek kuvvettedir. Peru’da ise böyle bir kuvvet bulunmamaktadır. Parçalı ve herhangi bir merkezde buluşamayan Peru solu, seçimlerde bir araya gelerek ‘faşist’ Fujimori’nin karşısında yer alan tüm güçlerle birleşmekte, seçimlerden kısa bir süre sonra ise yeniden ayrışarak siyasal krizin daha da içine girmektedir. Son yedi yılda altı başkan değişmesi bu siyasal krizin yansımasıdır.
Peru’daki hareketliliğin Türkiye’de yaşanmamasının ardındaki en az bu kadar önemli bir diğer neden ise Türkiye’deki rejim krizinin derinliği, devrimci durumun şiddetidir. Devrimci durum yalnızca burjuvaziyi değil, burjuva sosyalistlerini de temkinli kılmaktadır.
Peru’da Keiko Fujimori ‘tehdidine’ karşı kendisini ‘Marksist-Leninist’ olarak tanımlayan Castillo’yu destekleyebilen burjuva kesimler, Türkiye’ye geldiğimizde böyle bir destek gösteremezler. Türkiye’deki devrimci durum bunu imkânsız kılar. Örneğin; Peru’da Castillo’nun cumhurbaşkanı seçildiği gibi Türkiye’de Selahattin Demirtaş cumhurbaşkanı seçilmesi, Erdoğan tehdidi karşısında burjuva muhalif kesimlerden destek görmesi imkansızdır. HDP’nin seçimlerde 80 vekil çıkarması ve hükümetin kurulamaması rejimi böylesine bir krize sokarken, burjuva muhalefet HDP ile bir araya gelerek hükümet kuramazken, AKP hükümeti seçim yenilgisine yanıtını hedefinde HDP’nin olduğu bir içsavaş başlatarak verirken, böyle bir ihtimal söz konusu olamaz. Peru’daki hikayenin aksine Türkiye’de sol, ‘büyük tehdide’ karşı burjuva düzen partilerine destek vermektedir. Bu durumun sebebi devrimci dinamiklerin zayıflığı değil, şiddetidir. Türkiye’de mesele “ciddi” olduğu için hem burjuvazi hem sol “sorumlu” davranmaktadır.
Devrimci Partiyi Yaratmak İçin Reformizme Teslim Olmayan Güçlerle Buluşmalı
Yakın zamanda gerçekleşen Şili ve Peru örneklerindeki kurucu meclis girişimlerinin de başarısızlıkla sonuçlanmış olması, reformist kurucu meclis anlayışının iflas ettiği anlamına gelmez. Bugün İkinci Enternasyonal çizgisi nasıl daha yaygınsa, kurucu meclisin reformist kavranışı da daha yaygındır. Temel neden aynıdır: ne İkinci Enternasyonal çizgisiyle savaşacak ne de kurucu meclisi taktiksel olarak ele alarak devrim mücadelesinde kullanacak bir dünya partisi, Komünist Enternasyonal vardır. Komünist partinin var olduğu koşullarda meydana gelecek Şili ve Peru vakalarına komünistlerin yanıtı, bu olaylar sırasında sokaklara çıkmış olan kitlelere devrimci siyaset taşımak olurdu, durduğu yerden devrim lafızları yükseltmek değil. Saman kağıtlarının arkasına saklanarak veyahut kriz doğuran her dönemeçte devrim naraları atmakla sınırlı, taktikten yoksun apolitik bir faaliyete girişilerek reformizmle mücadele edilemez; böyle tutumların komünist partinin yürüteceği siyasetle bağdaşır yanı yoktur.
Komünist bir dünya partisinin olmadığı bugünkü koşullarda da ‘parti olsa ne yapmak gerekirdi?’ sorusuna yanıt vererek hareket etmek komünistlerin sorumluluğudur. Bağımsız devrimci bir tutum ile seçimlere siyasal müdahalede bulunmak da bu kapsamdadır, salgın döneminde burjuvazi evlere kapanmayı emrederken sokaklara çıkıp devrimci siyasete devam etmek de. Ezilen ulus tüm gerçekliği ve devrimci dinamiğiyle yanı başında dururken ezen ulus komünistleri olarak ayrılma hakkını savunmak da bu kapsamdadır, anayasal bir kriz ortaya çıktığında ‘kurucu meclis’ diyerek ortaya çıkmak da.
‘Devrimci parti ne yapardı?’ sorusuna verilen yanıt, Köz’ün arkasında duran komünistler açısından, bu partiyi sınırlı eylem ve analizlerle ikame etmeyi değil, bu ihtiyacın yakıcılığını anlatmayı, daha da önemlisi Peru da dahil olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde reformizme teslim olmayan bir siyasi mücadele yürüten güçlerle buluşmayı amaçlar. Masabaşı mutabakatların ürünü olmayan bir enternasyonali kurmanın başka bir yolu yoktur.