Korona salgını karşısında dünya çapında sol hareketlerin ve işçi hareketlerinin bir kez daha tümüyle reformizmin etkisi altında olduğunu gösterdiği günlerden geçiyoruz. Türkiye’de de reformizme teslimiyetin, birçok sebeple çok daha çarpıcı biçimde gerçekleştiğini daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Türkiye solu, burjuva sosyalizminin çizdiği çerçeve içerisinde hareket etmekte ve onun ideolojisini üretmektedir. Bu teslimiyeti hem sınıf uzlaşmasına dayanan geniş bir seçim ittifakıyla yüzde elli artı biri bularak Cumhur İttifakı’ndan kurtulma stratejisinde hem de korona salgını karşısında gönüllü karantinaya verilen destekte gördük. Kuşkusuz örnekler bunlarla sınırlandırılamaz. Bu akımların teorik kavrayışlarından siyasal çalışmalarına, güncel siyasete yaklaşımlarından tarihsel olguları kavrayışlarına her uğrakta burjuva hassasiyetlerini taşıdıklarını görebiliriz. 30 Ağustos’u anti-emperyalist bir gün olarak ananları ve 29 Ekim’i sınırlı da olsa ileri bir adım gibi görenleri biliyoruz.

Birinci Meclis’e karşı tutum da bu ayraçlardan biridir. 23 Nisan’da da gördüğümüz gibi Türkiye solunun birçok kesimi bir kez daha 1920 Meclisi’ni rahmetle andı veya tekrar tekrar ruhunu çağırdı.

Bu ortak yaklaşımın temelinde öncelikle Mustafa Kemal’in bir burjuva/küçük burjuva devrimcisi olduğuna ve Türkiye’de bir kurtuluş savaşı yaşandığına dair tezler yatmaktadır. Bu gerici tezler benimsendiğinde Kürtlerin boynuna ulus devlet ilmeğinin geçirilmesindeki ilk hamle olan 1920 Meclis’ini ileri bir adım olarak görmemek mümkün değildir.

Eğer bu durumu tarihe yanlış bir yerden bakmaktan ibaret olarak görmüyorsak, bu durum gerici burjuva söylemlerin sol içerisindeki etkisini göstermektedir. Bu nedenle burjuvazinin hassasiyetleri ve kategorileri ile birlikte 1920 Meclisi etrafına çekilmiş perde kaldırılırken, gerici burjuva söylemlerin maskesi de düşürülmelidir.

Bu tezlerin gerici ve sınıf uzlaşmacı yönü ancak proleter devrimin ışığında, Çarlık Rusya’sını liberal burjuva akımlarla birlikte tarihin çöplüğüne gönderen Ekim Devriminin dersleriyle anlaşılabilir. Emperyalizm çağı aynı zamanda proleter devrimlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin çağıdır. Bu nedenle birinci emperyalist paylaşım savaşı bir yandan belli başlı emperyalist merkezlerin dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşması için gerçekleşen bir dünya savaşını ifade ederken diğer yandan bu süreç dünya çapında devrimler ve karşı devrimlerle belirlenmiştir.

Birinci dünya savaşı ilk büyük emperyalist savaştır fakat bu savaş sadece emperyalist merkezler arasında yaşanmamıştır. Emperyalist çıkar çatışmaları ve savaştan karlı çıkma arzusu farklı ülkeleri de savaşın içine çekmiştir. Osmanlı Devleti de bu paylaşım savaşına emperyalist çıkarlarla, pay almak adına aktif bir taraf olarak katılmıştır. Osmanlı’nın savaştan mağlup olarak çıkması Osmanlı’nın savaşa emperyalist emeller ile girdiğini gölgelememelidir. Savaşı kazanan ordular kadar kaybeden ordular da emperyalist ordulardır. Buna rağmen Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu tarafın yenilgisi ile başlayıp Lozan Antlaşması ile sonuçlanan bu süreç Türkiye’de nüanslarla da olsa genellikle emperyalist işgale karşı meşru bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak kabul edilir. Bununla birlikte Birinci Paylaşım Savaşına Antant Devletleri karşısında katılan imparatorluğun hâkim ulusunun ve kendi topraklarında ezilen ulusların bağımsızlık mücadelelerini bastıran Kuvayı Milliye hareketinin aslında bir ulusal kurtuluş mücadelesini yürütemeyeceği konusunda ise sessizlik ve kafa karışıklığı hakimdir. Komünistler ise yaşananın Osmanlı kalıntılarının işgal ve ilhaklara uzanan bir beka kavgası olduğunu söylemek zorundadır. Çünkü yaşanan Osmanlı kalıntılarının Ekim Devrimi’nin korkusuyla tescil edilen bir kirli barışa dayanarak karşı devrimci bir cumhuriyetin temellerini atmasıdır.

Bu açıdan baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti hiçbir adımında ilerici bir adımı temsil etmemektedir. Kuvayı Milliye hareketinin “milli” bir hareket olduğu ve Osmanlı topraklarının kaybına karşı “milli” bir tepkiyi yansıttığı doğrudur, fakat bu noktada milli kavramının Kuvayı Milliye hareketi için ne anlama geldiğini düşünürken ezen/ezilen ulus ayrımını devreye sokmamız gerekir. Kuvayı Milliye hareketinin milliliği ezen ulus milliyetçiliğidir. Bunu ilk olarak Kuvayı Milliye’nin Erzincan Kürt-Ermeni şurasına karşı tutumunda da görebiliriz. Ekim Devrimi’nin Doğu Anadolu’daki yaygın etkisine karşı Mondros Mütarekesi’ne ve padişaha bağlılığını ilan ederek başlayan Kuvayı Milliye hareketi bu arayışa bir yanıttır. Erzincan Şurası İngilizlerin talimatıyla Kuvayı Milliye tarafından ezilmiştir. Bu karşı devrimci cumhuriyet özellikle Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş dinamiklerini ezerek kurulmuştur.

Aynı şekilde Sivas Kongresi ve Birinci Mecliste halifeye ve padişaha edilen bağlılık yemine bu kriterlerle baktığımızda Kuvayı Milliye için vatanseverliğin padişaha ve halifeye bağlılık olduğu gözler önüne serilir. Bu sebeple 1920 Meclis’i laik bir cumhuriyetin temellerinin atıldığı bir yer olarak değil Osmanlı Mebusan Meclisi’nin devamı olarak ele alınmalıdır. Bu sebeple Kuvayı Milliye hareketine karakterini veren ilke cumhuriyetçilik değil meşrutiyetçiliktir. Geçmişe dönük resmi tarih yazımını bir kenara bırakırsak bu hareketin cumhuriyet yönünde gelişen bir hareket olduğuna dair hiçbir örnek bulamayız. Saltanatın ve hilafetin lağvedilmesi ise Ekim Devrimi’nin ışığında gelişen uluslararası koşullar kavranarak anlaşılabilir.

Paylaşım Savaşının sonuçlarını ve savaş sonrası tarihin seyrini belirleyen en büyük etmen Ekim Devrimi ve devrimin ardından yaşanan iç savaşın evrimidir. Kemalizm bu uluslararası koşullar altında Ekim Devrimi’nin yayılmasını önlemek amacıyla emperyalistlerin teşvik ve desteği ile kurulan gerici karşı devrimci burjuva akımı olarak şekillenmiştir. Ekim Devrimi’nin ardından yaşanan iç savaşın galibinin Sovyetler olması ile birlikte halifelik ve saltanat makamı emperyalistler açısından eski önemini kaybetmiştir. Hatta emperyalistlerin elindeki topraklarda yaşayan Müslüman halkların yüzünü Ekim Devrimi’ne dönmesiyle birlikte hilafet emperyalistler açısından kaldırılması ya da işlevsiz hale getirilmesi gereken bir makam haline gelmiştir. Hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının emperyalistlerin çıkarlarıyla çatıştığına dair tek bir emare yoktur. Yazının başında söylediğimiz gibi gerçekte yaşanan Ekim Devrimi’nin yarattığı uluslararası koşullar içerisinde Osmanlı Devleti’nin mirasçılarının ebeliğini yaptığı TC’nin yeni ilhakları tescil eden bir kirli barışa dayanarak kurulmasıdır.

Bunun yanında komünistler açısından TC’nin karşı devrimci temelini görmek için Eski Çarlık Rusya’sı topraklarındaki gibi bir “İşçi-Köylü Şuralar Cumhuriyeti” kurmanın güncel ödev olduğunu ilan eden Mustafa Suphi TKP’sinin varlığı dahi yeterlidir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerine Kürtlerin ilk ulusal kurtuluş girişimlerini ezen ve bir proleter devrimi ikame eden karşı devrimci bir burjuva cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Bu açıdan baktığımızda cumhuriyetin ilanı hükümet darbesinden ileri bir mahiyet taşımamaktadır

Bu gerçekleri ortaya koyduktan sonra burjuvazinin düşünceleri ve hassasiyetlerinin Türkiye solunun siyasal çizgisini nasıl şekillendirdiğini anlamak adına kimi açıklamalara ve yazılara bakmak iyi olacaktır.

Siyaset Dergisinin 2016 Aralık-Ocak sayısında o dönem SYKP MYK görevini yürüten Kenan Kalyon’un dergiye verdiği röportajında Cumhuriyet’in kuruluşunu ve inşasını değerlendirmiştir:

“…Cumhuriyet, eski düzenden bir “kopuş”tu. Ama bu kopuş gökten zembille inmediği gibi, M. Kemal’in dehasının ürünü de değil. O, ancak Batı karşısında gerileyen Osmanlı’nın geçirdiği en az iki yüz yıllık tedrici, ürkek ve kısmi burjuva dönüşümlerin ve özellikle de bu güzergâhta başlı başına bir sıçrama uğrağı olan 1908 Jön Türk Devrimi’nin sağladığı birikim ve süreklilik içinde yerli yerine oturtulabilir….
… Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; yarı-sömürge konumunda ve sömürgeleştirilme tehdidi altındaki bir ülkeyi siyasal bağımsızlığa kavuşturdu. Sadece bu anlamda ve bu sınırlılık içinde “anti-emperyalist”ti…
… Ama şöyle bir sorudan kaçılamaz: Cumhuriyet’in geliştirilmesi, kasten korunması demiyorum, gereken kazanımları yok mu? Yukarıdan bir devrim olsa bile, Cumhuriyet’in kazanımlarının olmaması düşünülemez. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu, dünyevi ama boğucu bir “Leviathan” ile sonuçlansa bile egemenliğin her türlü kutsi ve göksel gönderme ve haklılaştırmadan yoksun bırakılması, hilafetin ilgası, ulemanın Osmanlı iktidar yapısı içindeki ağırlığına son verilmesi, laiklik, Tevhid-i Tedrisat, kadın hakları, pozitivist bir tıkızlıkla da olsa bilimin “mürşit” konumuna yükseltilmesi vb. bunlar ilk akla gelenler. Daha sayılabilir…

Kenan Kalyon sivil toplumcu tezlerle bezese bile Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir kopuş olduğunu belirtmekten, cumhuriyetin kuruluşunun anti-emperyalist karakterine atıf yapmaktan ve cumhuriyetin kuruluşuna bir burjuva devrimi olarak ilerici bir anlam yüklemekten kaçınamamıştır. Kemalizm’den en uzakta olduğunu iddia edenlerin Kemalist tezleri bu şekilde kabul etmesi sınıf uzlaşmacı çizginin hakimiyetinin göstergesi olarak iyi bir örnektir.

Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nin sitesinde yayınlanan Haydar Özkan imzalı Kemalizm ve Komünizm isimli yazısı da çarpıcı örnekler sunmaktadır:

“…Kemalizm, hem Anadolu’da emperyalist işgal koşullarında gelişen ulusal direnişin başına geçen ve ilerici bir rol oynayan milli burjuva hareketinin adıdır; hem de Osmanlı ve Hilafet’in tasfiyesiyle yeni tipte bir devleti, Türk burjuva cumhuriyetini kuran politik devrimi gerçekleştiren devlet kadrosunun ideolojisidir. Kemalizm, hem 20’li 30’lu yılların Kürt ve gayrimüslim düşmanı Türk şovenizminin bayraktarıdır, hem de 1930’larm Mussolini ve Hitler’in etkisindeki kafatasçı Türk ırkçılığının kurucusudur…
…Burjuva modernleşmeciliği bakımdan ilerici rolünü ise feodal Osmanlı devletinin ve Hilafetin tasfiyesi ve yerine yeni tipte bir devletin, burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla ortaya koymuştur. Kuşkusuz, feodal Osmanlı’nın yerine burjuva cumhuriyetinin kurulması, İslami-feodal Osmanlı hukukunun yıkılması, burjuva hukukun benimsenmesi, dine dayalı eğitim ve yargı sisteminin kaldırılması, dinin siyasal üstyapıdan sürülmesi, bir politik devrimdir ve tarihsel bakımdan da ileri bir adımdır…”

Bu yazıda da cumhuriyetin ilericiliği damgalanmış ve “ulusal direniş”in anti-emperyalist karakteri vurgulanmıştır. Haydar Özkan’ın bu yazıda ayrıca şovenizme karşı tutum almaya çalıştığı görülmektedir, fakat bunu yaparken sosyal-şovenizmin dümen suyuna karışmadan edememiştir. Çünkü sosyal-şoven olmamanın kriteri düpedüz şoven olmamak değil, şovenizm ve sosyal-şovenizme karşı Komünist Enternasyonali kuranların çizdiği proleter enternasyonalizmi çizgisinde durmaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu herşeye rağmen! ileri bir adım olarak tariflemek ve burjuva devriminin yaşandığını iddia etmek ise ancak ve ancak gerici burjuva söylemlerin Türkiye solundaki etkisini anlamak için bir kıstas olabilir.

Bu sene 23 Nisan’da en çok gündeme gelen konuşma ise HDP Eş Başkanı Mithat Sancar’ın Birinci Meclis’e ve 1921 Anayasası’na güzellemeler yaptığı konuşmaydı. Bu konuşma birçok kesim tarafından HDP’nin çizgisine aykırı bir konuşma olarak damgalandı. Oysa bu konuşmanın HDP’nin siyasal çizgisiyle uyumunu görmek için HDP Merkez Yürütme Kurulu’nun geçtiğimiz sene “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” dolayısıyla yaptığı yazılı açıklamaya bakmak yeterlidir.

“96 yıl önce bu topraklarda yaşayan bütün halklar ‘eşit yurttaşlık temelinde ortak yaşam’ için bir araya geldi. Anadolu, Mezopotamya ve Trakya’nın insanları ortak bir gelecek, eşit ve özgür bir yaşam için kader birliği yaptı. 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’nde ve 1921 Anayasası’nda, ülkedeki farklılıkları zenginlik gören anlayış hâkim oldu. Kapsayıcılık ve çoğulculuk, ademi merkeziyetçilik ve temsilde adalet prensipleri esas alındı. Herhangi bir etnisiteye vurgu yapılmadan, Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan temsilciler kendi kimlikleriyle Meclis’te yerlerini aldılar. Tüm yurttaşların yaşadıkları yerellerde, farklılıklarıyla yönetime katılma imkânları ortaya çıktı. Ne yazık ki, bu çoğulcu, eşitlikçi anlayış yerini 1924 Anayasası’yla ‘tekçi’, merkeziyetçi ve otoriter bir yönetim anlayışına bıraktı ve demokratik bir Cumhuriyet yaratma fırsatı heba edildi. Tek bir ırkı, tek bir inancı ve toplum yerine devleti merkeze alan bir anlayış büyük acıların yaşanmasına neden oldu…”

Bugün Türkiye solunun büyük bir kısmı HDP etrafında ve ona tutunarak ayakta kalmaktadır. Sosyal şovenizm bu bağlamda açıkça devletin yanında yer almak biçiminde değil bir nevi barış ve “halkların kardeşliği” çizgisinde şekillenmektedir. HDP Birinci Meclis’e bakışıyla dahi sosyal şovenist duruşunun izlerini göstermektedir. Kürtlerin ilk ulusal kurtuluş girişimlerini ezen ve temellerini komünistlerin cesetleri üzerine atan gerici burjuva diktatörlüğü kapsayıcı ve çoğulcu olarak sunulmaktadır.

Bunların yanında DİP’li troçkist Sungur Savran’ın “23 Nisan 1920: Türkiye’nin İlk Kurucu Meclisi Açılıyor” başlığı ile yazdığı yazı da Kemalist tezlerin soldaki etkisini göstermesi açısından çarpıcı örnekler taşır.

“…Ama adı ne olursa olsun, daha sonra “Birinci Meclis” olarak da anılacak olan bu meclis, bir Kurucu Meclis olarak iş gördü. Ne demektir Kurucu Meclis? Yeni bir devletin kuruluşuna kendi iradesiyle karar veren (“kurucu irade”) ve bu devletin özelliklerini belirleyen belgeleri (en başta devletin anayasasını) kabul eden bir meclis. Daha kuruluşunun ertesi günü ülkenin bütün işlerini yürütme yetkisini kendi üzerine aldı. Bu, padişahlıkla yönetilmekte olan bir ülkede zaten bir kurucu iradeyi ortaya koyuyordu. Sultan ve halifeyi kurtarmak amaç olarak ortaya konuluyordu, ama onun ülkeyi yönetme bakımından yetkileri konusunda tek söz yoktu!
Ama BMM’nin Kurucu Meclis karakteri asıl ertesi yıl 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu, yani yeni bir anayasayı kabul ettiğinde açıkça ortaya çıkıyordu. Ülkenin 1876 yılında kabul edilmiş bir Kanun-u Esasi’si (anayasası) vardı zaten. Ama bir Kurucu Meclis olarak BMM yeni bir anayasa kabulünü gerekli görmüştü. Bunun anlamı açıktı. BMM “ben anayasa yaparım, ben kurucu iradeyim” diyor ve yeni bir devletin kuruluşuna adım adım yürüyordu…..
…. Bugün sosyalistlerin 23 Nisan 1920’de kurulan BMM’yi “Mustafa Kemal’in meclisi” diye küçümsemeleri, cumhuriyetin kurulmasından sonra TKP’nin uzun onyıllar boyu Kemalizme kuyrukçuluk yapmış olmasına tepki içinde ters yöne savrulmak anlamına gelir. BMM, kapitalizm öncesi Osmanlı devletine karşı burjuva devrimini örgütleyen ve eski devletin yerine modern bir burjuva devleti kuran bir ihtilal organıdır. Bu niteliğiyle selamlanmalıdır….
… Kemalizmin resmi ideoloji olarak yerleşmesinden sonra 23 Nisan’ın “çocuk bayramı” olarak asıl büyük tarihi anlamından kopartılması, sosyalistlerin bu yaklaşımı kabul etmesi için bir neden değildir. Sosyalistler işçi sınıfına bu ülkenin, bu devletin, bu cumhuriyetin bir devrim yoluyla kurulduğunu, bugünkü meclisin atasının bir Kurucu Meclis olduğunu anlatmalıdırlar…”

Sungur Savran da diğer örneklerdeki gibi anti-emperyalist bir kurtuluş savaşından bahsetmekte ve cumhuriyetin bir devrim yoluyla kurulduğunu vurgulamaktadır. Birinci Meclisi ise bir kurucu meclis bir ihtilal meclisi olarak selamlamaktadır. Bu tutumunun kaynağında Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresinde Manuilsky tarafından sunulan ve oylanarak karar haline getirilen rapor bulunmaktadır. Bu rapor Türkiye’de komünistlerin de dışarıdan desteklemek zorunda olduğu bir burjuva devrimi olduğunu ifade etmektedir. Troçki’nin o kongrede hazır bulunması ve bu karara ne kongre sırasında ne de sonrasında itiraz etmemiş olması ile Sungur Savran’ın bu tutumu arasındaki benzerlik tesadüfi değildir. Devrim ve reform arasında titizlikle ayrım yaptığını iddia eden, Marksist temelde hareket ettiğini iddia eden Sungur Savran aslında bu yazısıyla Menşevik tutumunu ilan etmektedir. İkinci ve dördüncü kongrelerdeki Bolşevik çizgiyi temsil eden kararlar da böylece revize edilmiştir. Türkiye’de bir burjuva devrimi gerçekleştiğini söylemek revizyonist çizginin tekrarından başka bir şey değildir.

Bu ve bunun gibi örneklere birçok yazı ve açıklama ile devam edebiliriz. Fakat bu örneklerin çoğaltmaktansa SYKP’li Kenan Kalyon’u, ESP’li Haydar Özkan’ın, DİP’li Sungur Savran’ı ve HDP MYK’yı aynı noktada buluşturan ortak paydaya vurgu yapmak önemlidir. Bu payda ise ortacı yani merkezci reformizm paydasıdır. Reformistler onlarca nüansla olsa da 1920 Meclisinin karşı-devrimci niteliğini perdelerken, hakim sınıfın fikirlerini benimsemekte ve üretmektedirler. Komünistler ise Komünist Enternasyonal’inilk dört kongresindeki temel tespitler ışığında gerçekleri haykırmaktan geri durmayacaklardır.