Rejim Krizi ve İçsavaş
31 Mart seçimleri bir rejim krizinin içinde yaklaşıyor. Kriz Erdoğan’ın siyasi akıbeti konusunda düğümlense de, Erdoğan’ın koltuğundan indirilememesi onun nedeni değil sonucu. İktisadi ve siyasi kökleri derinde olan rejim krizi, ABD’nin, emperyalistler arası paylaşım kavgasının odağındaki Türk devletini kendi ihtiyaçlarına uygun olarak şekillendirememesi üzerine patlak verdi. Kürdistan’ın parçalarında bastırılamayan devrimci dinamikler nedeniyle üniter Türk devletinin kriziyle, ABD emperyalizminin zayıflaması ve emperyalistler arası paylaşım kavgasının kızışması nedeniyle de emperyalist dünyanın genel kriziyle iç içe geçti.
Rejim krizi, Türk devletinin payandalarının çatırdaması, mahkemelerden orduya temel kurumlarının işlememesi anlamına geliyordu. Devletin hükümeti kendi mekanizmalarıyla değiştirmesinin önü kapandı, eş zamanlı olarak hükümetin devlet üzerindeki denetimi de ortadan kalktı. Bu kriz ortamında hükümetin ayakta kalmasının koşulu tüm muhalif güçlere karşı savaş açmasıydı. Gerileyişine ve boşluktaki varlığına karşı gönderilemeyen Erdoğan hükümeti ise o günden bugüne yürüttüğü içsavaş sayesinde ayakta kaldı. Gelinen noktada söz konusu krizi seçimler yahut rejimin başka bir mekanizmasıyla çözüme bağlamak mümkün değil. Krize son vermek için devrim yahut darbe dışında bir üçüncü seçenek yok.
Dokuz yıldır süregelen içsavaşa rağmen, tarafların bu krizi seçim yoluyla çözmeye çalışması Türkiye’deki rejim krizinin özgünlüğü. Bu bir yönüyle hakim sınıf içi çatışmanın orduyu ve yargıyı felç etmesi, siyaset sahnesinin dışına atması, bu sahnede sadece kitle partilerinin kalmasıyla ilişkili. Ama bundan daha çok Kürdistan’daki, ve ona bağlı olarak Türkiye’deki, devrimci dinamiklerin ezilememesinden kaynaklanıyor. Bu dinamikler nedeniyle Türkiye bir devrim toprağı ve emperyalist zincirin zayıf halkasıdır. Emperyalist güçlerin ve uzantılarının hiçbiri rejim krizini çözmek için kitle hareketinin önünü açan bir yola başvuramıyor. Burjuvazi seçimle çözülmesi mümkün olmayan bir sorunu seçimle çözmeye kalkışmaya mahkûm olduğu için her seçim rejim krizini daha da derinleştiriyor.
Dönemeçler
Krizin on yılı devirmiş olması bu süre zarfında onun sadece şiddetinin arttığı anlamına gelmez. Yeknesak bir kriz içinde değiliz. Bilakis, geride bıraktığımız her seçim aslında krizin evriminde başka bir dönüm noktasına işaret ediyor. 2009 seçimleri Erdoğan’ın gerileyişinin işaret fişeğiydi. 2009-15 arasındaki dönemde Amerikancı muhalefet Erdoğan’ı önce dengelemeye sonra da yıpratıp, kuşatarak koltuğundan indirmeye çabaladı. AKP-CHP koalisyonunu tek gerçekçi seçenek olarak dayatan 7 Haziran 2015 seçimleri bu çabanın doruk noktasıydı. Bu seçeneği kabul etmeyen Erdoğan, MHP’ye siyasi olarak teslim olup içsavaşı başlattı. Takip eden dört yılda Erdoğan’ın MHP’ye olan bağımlılığı artarken içsavaş derinleşti, Türkiye’de tıkandığı noktada Kürdistan’ın güneyine taştı. 2019 seçimleri, Erdoğan’a içsavaşı daha fazla şiddetlendiremeyeceğini, MHP’ye olan bağımlılığının seçimde bindiği dalı kesmek anlamına geldiğini gösterdi. Amerikancı muhalefet tüm muhalif güçleri tek bir adayın etrafında birleştirerek Erdoğan’ı yenme hayallerine inanmaya başladı. Erdoğan MHP’den kurtulmak için adımlar atmaya çalışırken, Amerikancı muhalefet önce erken seçim için bastırmaya sonra tüm düzen muhalefetini bir masada toplayıp HDP’nin kitlesini kendi seçmeni yapmak için görüşmeler yürütmeye başladı. Erdoğan kararsız ve hiçbir zaman sonucuna varmayan yumuşama girişimlerinde, demokratik anayasa önerilerinde bulunurken, muhalefet bu tarihten sonra “provokasyona gelmemek”, yaklaştığını düşündüğü cumhurbaşkanı seçimindeki zaferine gölge düşürmemek için her türlü eylem ve etkinlikten kaçmaya başladı.
2023 cumhurbaşkanı seçimi ise sadece Erdoğan’dan seçimle kurtulma hayallerini tuzla buz etmedi aynı zamanda rejim krizinin yeni bir perdesini başlattı. 28 Mayıs’ın ardından en çok Millet İttifakı’nın başarısızlığı konuşuldu. Halbuki bu eğreti ittifakın başarısızlığı seçimin en az şaşırtıcı olması gereken gelişmesiydi. Millet İttifakı’nın amacına ulaşamayacağı bir bakıma 2018’den hatta daha öncesinden belliydi. Nitekim Köz 2014’ten beri Erdoğan’ın seçimle gitmeyeceğini döne döne vurgulamıştı.
Erdoğan’ın seçimle gitmeyecek olması onun adım adım faşist bir rejimi konsolide ettiği anlamına gelmiyor. Bilakis onu çatırdayan rejim içinde gerileyen, güç kaybeden bir cambaz olarak görmek daha doğru olur. İki sene önce yazdığımız gibi, muhalefetin Erdoğan’dan seçimle kurtulması üç nedenden ötürü mümkün değil. Herşeyden önce, Erdoğan seçimleri kaybettiği için içsavaşı başlattığına göre seçimleri kaybetti diye de koltuğundan inmeyecektir çünkü halihazırda devlet içinde onu koltuğundan indirebilecek herhangi bir otorite bulunmuyor. İkincisi, tıpkı AKP ve MHP gibi, Millet İttifakı’nın bileşenleri de, 12 Eylül rejiminin ürünü ve bu rejimin kodlarına sadıklar. AKP’yi onun silik kopyalarıyla yenmeyi beklememek gerekir. Üçüncüsü Amerikancı bloğun, seçimlere bütünlük içinde girmesi her zaman için düşük bir ihtimaldir. 2023’te dar çıkarlarını ortak sınıf çıkarının üzerinde tutan burjuva partileri birbirine pamuk ipliği ile bağlıydı. ABD’nin genel olarak güç kaybettiği koşullarda bu bağ daha da zayıflıyordu. Nihayetinde, HDP’yi bu masaya dahil etmeden, HDP’nin tabanını bu burjuva bloğun seçmeni kılmak sürdürülebilir bir beklenti değildi. HDP’yi masaya yaklaştıracak herhangi bir adım ise masadakilerin bir arada hareket etmesini daha da güçleştiriyordu.
Bu nedenlerden ötürü, 2019 seçimlerinin ardından, Türkiye’nin nihayet iki partili bir sisteme doğru ilerlediğini savunan naif liberallerden, herkes CHP’ye teslim olduğu için ülkede devrim ve sol namına bir şeyin kalmadığını ileri süren lafazanlara varan geniş yelpazenin aksine Köz, sol akımların CHP’ye oy verme çağrısında bulunmasının önemli bir kırılmaya yol açmayacağını, devrimci dinamiklerin bu kadar baskın yaşandığı Türkiye’de iki partili bir sistem oturtmanın koşullarının bulunmadığını, solun istese de CHP’nin peşine kalıcı bir biçimde takılamayacağını vurguladı.
Cumhurbaşkanı Seçiminin Ardından
2023 Mayısı’nda, seçimleri kaybeden bir Erdoğan’ın koltuğunu terk etmeyeceğini sınamak mümkün olmadı ama Millet İttifakı ve destekçileri cephesinde yaşananlar sıraladığımız diğer tüm gerekçeleri doğruladı. Grup çıkarlarını sınıf çıkarlarının üstünde gören Millet İttifakı bileşenleri ortak bir adayın arkasında birleşemediler. Masa önce dağıldı, sonra da bir türlü toparlanamadı. Zoraki bir birlikteliğin adayı olan Kılıçdaroğlu, AKP’nin silik bir kopyası, AKP’den çok AKP’li olan çizgisiyle elbette her iki turda da Erdoğan’ın gerisinde kaldı. CHP, İYİP, DEVA ve Saadet İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerine kendi adaylarıyla katılıyorlar.
HDP tabanı cumhurbaşkanı seçiminin her iki turunda da firesiz bir biçimde Kılıçdaroğlu’nu desteklemişti ama 2024’te DEM Parti Türkiye’nin neredeyse her yerinde kendi adaylarını çıkardı. Böylelikle İstanbul büyükşehir seçimlerinde de 2023 ve 2019’dakinden farklı bir tutum takınmış oldu.
Millet İttifakı, parçalanmaya ve başarısızlığa mahkûm bir koalisyon olduğu için bu gelişmelerin hiçbiri şaşırtıcı değil. Ancak ittifak bileşenlerinin de onları yönlendiren ABD’nin ve uzantısı sermaye gruplarının önünde bu denenmiş yolu bir kez daha denemekten başka bir seçenek görünmüyor. Seçim başarısızlıkları, dar grup/zümre çıkarları bu kesimleri 2024 İstanbul seçimlerinde olduğu gibi birbirinden uzaklaştırırken, seçeneksizlikleri onların bu bağları toptan koparıp atmasını engelliyor. Nitekim bu partiler, kendi varlıklarını göstermek için, İstanbul’da aday çıkarmış olsalar da, hiçbiri seçim çalışmasını milletvekili seçimlerine benzer bir enerjiyle yürütmüyor.
Benzer bir durum DEM için de geçerli. Tabanının karakteri nedeniyle hiçbir zaman 12 Eylül’ün partileriyle ortak bir masaya oturamıyor, hasbelkader oturduğunda da, çözüm sürecinde ya da Dolmabahçe Mutabakatı’nda olduğu gibi, apar topar o masadan kalkmak zorunda kalıyor. DEM masalarda kendine yer bulamadığı için düzen ittifaklarının dışında hareket etmeye mecbur kalırken bağımsız bir iktidar perspektifi olmadığı, dahası böylesi bir perspektifi peşinen reddedip kendini bir muhalefet partisi olmaya şartladığı için, başta Erdoğan sorunu olmak üzere herhangi bir iktidar sorunu gündeme geldiğinde düzen ittifaklarının çekim alanına giriyor.
Asıl Cumhur İttifakı İçindeki Krizin Üzerinde Durmalı
Millet İttifakı’nın ve onun yörüngesinden kopamayanların öngörülebilir açmazlarına yoğunlaşmak, 31 Mart’a doğru ve 31 Mart sonrasında asıl kriz dinamiğinin nerede yattığını görmeyi engeller. Asıl üzerinde durulması gereken Cumhur İttifakı içindeki krizdir. Kurduğu koalisyonu genişletmesine rağmen, 2023 seçimlerini güç bela, ve milletvekili cephesinde önemli kayıplarla, kazanabilen Erdoğan’ın partisi içsavaşın ve MHP ile olan ittifakın yükünü artık hiç taşıyamıyor. Onu piyasadaki diğer politikacılardan ayırt eden bu araç aşınıp zayıfladıkça, Erdoğan’ın parti üzerindeki denetimi de azalıyor.
MHP’nin dayatmasıyla yürüyen içsavaşın tek bedeli, seçim zemininde kaybedilen bu mevziler değildir. Hükümet içsavaşı ancak kredi musluklarını kapamadığı, asgari ücreti belli bir seviyenin üzerinde tuttuğu enflasyonist ekonomi politikalarıyla, devletin borç yükünü arttırarak sürdürebiliyor. Borç yükü arttıkça Erdoğan ekonomide 2015-20 döneminde sahip olduğu hareket kabiliyetini yitiriyor. Daha da önemlisi içsavaşın Erdoğan’ın emperyalistlerle, özellikle de Amerikan emperyalizmiyle olan ilişkisine yönelik maliyetidir. Hükümet ABD’den, ve onun denetimindeki finans kurumlarından, uzaklaştıkça, sadece boynundaki borç ilmiği daralmıyor; aynı zamanda Ortadoğu’da diğer devletlerle olan ilişkisinde de ikinci sınıf bir pozisyona sürükleniyor. Sırf ABD’yle daha uyumlu bir çizgiye gelmek için bile Erdoğan’ın içsavaşı bitirmesi, MHP’nin taktığı bukağıdan kurtulması şart.
Erdoğan’ın MHP’den kurtulma girişimleri ise yeni değil. 2019’da, o İstanbul yenilgisini sineye çekmeye razı iken, yine içsavaşı derinleştirme dayatmasının sonucunda, İstanbul seçimlerini tekrarlamaya mecbur kaldı. O tarihten itibaren de MHP’nin AKP içindeki uzantısı Süleyman Soylu’dan kurtulmaya çalıştı. Korona günlerinde Soylu’yu istifa ettirmeye zorladı ama başaramadı. Sonrasında 1921 ruhuna uygun anayasa fikrini tedavüle sokma girişimi de kadük kaldı.
2023 seçimlerindeki başarısızlığın ardından Erdoğan bu girişimleri yeni bir boyuta taşıdı. ABD’ye yanaşmak, MHP’den kurtulmak, içsavaşı bitirmek için öncekilere kıyasla çok daha kararlı adımlar attı. Kabine içinde başta Soylu olmak üzere MHP etkisini taşıyan bakanları tasfiye etti, İsveç’in NATO üyeliğinden faiz politikasına, ABD’ye beyaz bayrak sallamaya başladı. Soylu’nun fotoğraf arkadaşlarının İçişleri Bakanı’nın yürüttüğü yolsuzluk operasyonlarıyla tutuklanması, Sinan Ateş davasının adım adım ilerlemesi MHP’nin etrafındaki çemberi daraltıyor.
Bununla birlikte, Erdoğan’ın ABD ile barışmak istemesi ABD’nin de onunla barışmak istediği anlamına gelmediği gibi Erdoğan’ın MHP’den kurtulmak istemesi Bahçeli’nin bu girişimleri seyredip, dışlanmayı sessizce kabul edeceği anlamına gelmiyor. Bilakis tüm bu süreçlerde eli kuvvetli olan ABD ve MHP’dir. ABD’ye yanaşmak isteyip yanaşamayan, MHP’den kopmak isteyip kopamayan, içsavaşı bitirmek isteyip bitiremeyen Erdoğan’ın debelenişi 2024 seçimlerine giderken asıl yeni ve üzerinde durulması gereken faktördür.
Erdoğan’ın Belediyeleri Kazanmaktan Çok Zaman Kazanmaya İhtiyacı Var
Can Atalay vesilesiyle patlak veren kriz, tam da Cumhur İttifakı’nın içinde büyüyen bu gerilimin ürünüdür. Atalay’ı serbest bırakmayıp vekilliğini düşürmek, çoklarının sandığı gibi, AKP-MHP eliyle ortaklaşa yürütülen bir faşist darbe girişimi değildir. MHP Erdoğan’ın yumuşama girişimlerine çelme attı, onu içsavaşı sürdürmeye niyetinin olup olmadığını beyan etmeye zorlayarak ortağına meydan okudu. Bu gerilimde anayasanın son kalesini savunmak adına üyelerinin üçte ikisini Erdoğan’ın belirlediği Anayasa Mahkemesi’ne sahip çıkmak, MHP ile Erdoğan arasındaki gerilimde Erdoğan’ın arkasında saf tutmak, onun demokratikleşme kisvesinde MHP’yi tasfiye etme girişimlerine eleştirel destek vermek anlamına gelir.
Erdoğan’ın yumuşama yönünde atacağı adımların akıbetinin 1999-2004, 2010 Anayasa değişikliğinden, 2012-15 çözüm sürecinden farklı olamayacağını da söylemek gerekir. Bugünkü hükümet o zamankilere kıyasla çok daha zayıf bir pozisyonda, emperyalistler arasındaki çatışmalar ise o zamana kıyasla çok daha şiddetli boyutta olduğuna göre Erdoğan’ın girişimleri olsa olsa bir demokratikleşme müsameresiyle son bulabilir.
Erdoğan’ın, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararının takipçisi olmayıp, krizi ortacı bir tutumla geçiştirme çabasına girmesi, Uluslararası Anadil Günü’nde mecliste DEM milletvekillerine Kürtçe konuşturulmaması bu müsamerenin sınırlarını çiziyor, eli güçlü olan tarafın Erdoğan değil MHP olduğunu doğruluyor.
Bununla birlikte Erdoğan’ın 2023 seçimleri ardından açığa çıkan bir başka açmazı daha var. Bir kez daha cumhurbaşkanı olması için anayasayı değiştirmesi şart. İşleri anayasayı değiştirmeden daha önce olduğu gibi oldu bittiye getirebilmesi için bile meclise bir erken seçim kararı aldırması gerekli. Bu dalaverenin bizatihi bir anayasal kriz olması bir yana, Cumhur İttifakı’nın sandalye sayısı erken seçim kararını almaya dahi yetmiyor. Erken seçim kararı için İYİP’in yanı sıra CHP’nin meclise taşıdığı diğer küçük partilerin de Cumhur İttifakı’na destek vermesi lazım. MHP’nin, onu oyun dışına çıkaracak bu hamlelere, destek vermediği koşullarda ise Erdoğan, erken seçim yahut anayasa değişikliği konusunda CHP’nin desteğine muhtaç duruma geliyor.
2024 seçimlerini bu bakımdan belediye seçimleri olarak değil, önümüzdeki dönemde su yüzüne daha belirgin bir şekilde çıkacak anayasal krizlerle bağlantılı önemli bir dönemeç olarak değerlendirmeli. 2024 seçimlerinin en önemli ve belki de belirleyici ayağı olan İstanbul seçimlerini dahi, Erdoğan hakkında bir güven oylaması olarak görmemek gerekir. En azından Erdoğan’ın böyle bir referanduma hiç ihtiyacı yoktur, hatta bu seçimlere gerileyerek girdiğini bildiği için, zaten güç bela kazandığı cumhurbaşkanı seçimlerine gölge düşürmemek kaygısıyla böyle bir intibayı uyandırmaktan özellikle kaçınmaktadır. Erdoğan 2024 seçimlerine 2019’da olduğu gibi kendisini öne çıkarak, aktif ve agresif bir seçim çalışması yürüterek katılmıyor. Seçimleri siyasi gerilimi yükselterek değil bir anlamda düşürerek, karşısındaki adayların birbirine düşüp, birbirini zayıflatıp belediyeleri kendisine hediye etmesi sonucunda kazanmayı umuyor. Bu bakımdan yerel seçimleri mahalli boyutta tutmakta ısrar ediyor.
Erdoğan’ın deprem sonrasında Hatay’ın “nasıl da garip kaldığına” dair yaptığı konuşma, onun seçimleri mahalli seçimler olarak sunma taktiğiyle uyumludur. Erdoğan Hatay seçimini ülkenin bekası için politik bir seçim olarak sunmak, Hataylıları politik bir tutum almaya davet etmek yerine, tehditkar bir biçimde de olsa, Hataylılara hangi parti kazandığında daha etkin bir belediye hizmeti alacaklarını hatırlattı.
Önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın umutsuz gayretinin hedefi ve önceliği içsavaşı bitirmek, sürecin kabahatlerini Süleyman Soylu’ya ve MHP’ye yükleyerek kendini temize çıkarmak, demokratik anayasa ve yumuşama vaatleriyle MHP’den kurtulmak olduğuna göre onun seçimlerden ve sonrasından beklentisi şu ya da bu belediyeyi kazanmak olmasa gerekir. Dokuz senede yitirdiği manevra kabiliyetini tekrar kazanmak, halihazırda Millet İttifakı içinde olan partilerle ittifak imkanlarını yaratmak onun için çok daha önemli. 31 Mart’ta yeni belediyeler kazanmaktan çok, bu sıkışık durumunda, zaman ve manevra kabiliyeti kazanmaya ihtiyacı var.
Erdoğan’a Can Simidini Ancak İmamoğlu Atabilir
Onun ihtiyaç duyduğu bu manevra kabiliyetini ise paradoksal olarak ancak CHP ve onun İstanbul’daki “kazanacak adayı” İmamoğlu sağlayabilir. Kuşkusuz, ortada bir danışıklı dövüş yok. İmamoğlu, Erdoğan seçimleri kazansın diye üretilmiş bir düzmece aday değil, Erdoğan’ı seçimde yenmek isteyenlerin tutunduğu son dal. Görünüşte bu müteahhit Erdoğan’ı 2019’da iki kez mağlup etti. Bugün sahip olduğu siyasi ağırlığın nedeni de Beylikdüzü ya da İstanbul’da sunduğu belediye hizmetleri değil bu seçim zaferleri. Gelgelelim İmamoğlu’nun elindeki tek siyasi sermaye Erdoğan’a karşı kazandığı seçimlerdir, 2028 cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’a karşı “kazanacak aday” olmasıdır. Başka bir deyişle İmamoğlu’na sadece Erdoğan varolduğu sürece, Erdoğan’ı seçimle alt etme hayalleri kurulduğu sürece ihtiyaç vardır. İstanbul belediye seçiminde İmamoğlu’na verilecek seçim desteği, aslında onun 2028’de Erdoğan’ın karşısında aday olması için verilen bir destektir. Bu destek Erdoğan’ın kendi anayasasını çiğneyerek dördüncü kez cumhurbaşkanı olacağını daha baştan varsaymaktadır. Yenilgiyi daha baştan kabul eden bu çizgi, içine girdiği anayasal darboğazda Erdoğan’a verilecek en önemli desteklerden biri olacaktır.
Daha iki ay önce verdiği “aslında anayasadaki yüzde elli artı bir koşulunu değiştirmek iyi olur” demecinden sonra Erdoğan’ın damdan düşer gibi yaptığı “Bu benim son seçimim” açıklamasını da bu çerçevede değerlendirmek gereklidir. Yerel seçim öncesinde yapılan bu açıklama bir yönüyle Erdoğan’ın içinde bulunduğu kıskacın farkında olduğunu diğer bakımdan da onun, İmamoğlu’nun elindeki tek sermayeyi seçim öncesinde değersizleştirmeye gayret ettiğini gösteriyor.
Bununla birlikte bir burjuva partisi olan CHP’nin, kendi mücadele anlayışı nedeniyle, Erdoğan’a verdiği desteği görmek için geleceğe gitmeye gerek yoktur. 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vererek Demirtaş’ın hapsedilmesinin önünü açan CHP’dir. Amerikancı muhalefetin koçbaşı olan CHP, 2023 seçimlerinden itibaren Erdoğan’ın yeni kabinesine, onun Amerikancı yönelimlerine destek verdi. Kılıçdaroğlu içişleri bakanının operasyonlarını, maliye bakanının enflasyonla mücadele programını alkışladı. Özgür Özel Numan Kurtulmuş’un terör karşıtı tezkeresine imza attı. 2019 seçimlerinde aday olur olmaz Erdoğan’ı ziyaret eden İmamoğlu ise, Murat Kurum’a karşı mücadele ederken, Mehmet Şimşek’e “Sen itibarlı bir insansın, iyi bir ekonomistsin. Bu ülkeye dair de güzel hizmetler bekliyoruz sizden.” diye seslenerek aynı yolun yolcusu olduğunu gösterdi.
2019-23 döneminde CHP, Erdoğan’a karşı, eski AKP’lilerle birlikte mücadele etmiş, “AKP’nin asıl misyonuna sahip çıkan biziz” mesajını vermeye çalışmıştı. Aynı CHP bugün de, hem bağlı bulunduğu merkez nedeniyle hem de Cumhur İttifakı’nın içindeki çatlağı büyütme adına, Erdoğan’ın suçu MHP’nin omuzlarına yıkarak içsavaşı bitirme girişimlerine, “yetmez ama evet” diyerek destek veriyor. Çırpındıkça batan Erdoğan’a atılacak asıl can simidi bu olsa gerek.
Demokrasi Savaşı ve İşçi Sınıfı
Yerel seçimlere doğru, hükümet kendisini kurtarmaya yetmeyen bir ittifaka mahkûm bir azınlık hükümeti durumunda. Geriledikçe yumuşama mecburiyetini hissediyor, yumuşama doğrultusunda adım attıkça tel tel dökülen rejimde yeni bir anayasa krizi üretiyor. Yaşadığı bozgunun etkisiyle parçalanmış muhalefet, rejim ve anayasa sorununa kendi çözümünü üretemediği gibi hükümetin gerçekleşmesi mümkün olmayan reform girişimlerine destek veriyor. Demokrasi ve rejim sorununun gündemden çıkmadığı, hükümetin ya da muhalefetin herhangi bir yöne tutarlı bir adım atamadığı bu iklim işçi sınıfının demokrasi savaşının öncü gücü olarak siyaset sahnesine çıkması için en elverişli iklimdir.
Komünist Manifesto “demokrasi savaşı”nı işçi sınıfının iktidar mücadelesinin esas unsuru olarak tanımlamıştı. İşçi sınıfının yerel, kısmi sorunlara, apolitik bir “anti-kapitalizm”e hapsolmadan bu savaşın öncü gücü olması gerektiği ise önce Ne Yapmalı’da sonrasında da Lenin’in ekonomistlerle olan tüm kavgalarında tekrarlanmıştı. Bugün de aynı yoldan yürümek gerekir.
2024 Türkiye’sindeki rejim krizi, 1902’dek Çarlık Rusya’dan daha düşük bir düzeyde değildir. 1902’de işçilerin en basit bir sosyal ve demokratik kazanımı dahi Çar’ın devrilmesine bağlıydı. Bugün de emekçilerin karşısında bir çar değil, çar taslağı, kriz içindeki burjuva demokrasisinde ayakta kalmaya çalışan bir cambaz vardır. Ama emekçilerin en basit kazanımları için bile yine önce onunla hesaplaşıp, onu devirmeleri gereklidir.
İliç’teki katliam, yerin derinliklerine gömülen ve terk edilen işçiler, bu müsamerede iktidar ve muhalefetin emekçilere biçtiği rolü açığa çıkarıyor. Günümüz Türkiye’sinde işçiler, Çarlık Rusya’sının işçilerinden çok daha kalabalık, güçlü ve politiktir. Tam da bu nedenle sermaye partileri onları siyaset alanının dışına atmak, yerin derinliklerine gömmek istiyor ama başarılı olamıyor.
Türkiye solu sınıftan kopuk bir aydın hareketi değildir, emekçi tabanlıdır, üstelik 2015’ten beri siyasi ve moral bir dizi mevzisi tahrip edilmiş olsa da, sadece seçim aritmetiğinde ve parlamentoda tüm dengeleri değiştirebildiği için değil, örgütlenme birikimi, kitleselliği ve tabanının devletle barışmazlığı bakımından, tarihinin hiçbir evresinde, iktidarı ve muhalefetiyle tüm düzen güçlerine bu denli endişe vermediği için de güçlüdür.
2016 şehir savaşlarından 2023 depremine emekçilerin bu gücü hükümeti kitlesel bir emekçi seferberliği ile devirmek için kullanılamamış olması emekçi hareketinin zayıflığının ve örgütsüzlüğünün değil, bu örgütlerin reformist niteliğinin sonucudur. Türkiye’de sola devletle barışamayan bir emekçi tabanını bir muhalefet hareketi olarak sınırlamayı erdem kabul eden, konu iktidar sorununa gelince parlamento zemininde kalmayı ve düzen muhalefetine destek sunmayı görev bilen bir reformizm hakimdir.
Halbuki demokrasi savaşının öncü gücü olmak reformist bir muhalefet hareketinin harcı olamaz, iktidarı devirip kendi iktidar organlarını yaratmak için mücadele eden bir sınıf hareketini şart koşar. Zira demokrasi savaşı aynı zamanda sınıf savaşıdır. Söz konusu sınıf hareketi gökten zembille inmez, zaferi ona devrimci bir partinin önderlik etmesine bağlıdır.
2007-2015 Arasında Yükselen Emekçi Muhalefeti
Devrimci bir partinin önderliği olmaksızın yürütülen bir demokrasi mücadelesinin nasıl sonuçlanacağını görmek için 2007’de Bin Umut Adayları ile başlayıp 2015 7 Haziran seçimlerine uzanan süreci hatırlamak yeterli. 2007-15 arasında rejimin aktörleri arasındaki kavgada taraf olmayan, sokakla parlamento arasında asgari bir bağ kuran emekçi-ezilen tabanlı bir muhalefet hareketi yükseldi. Bu muhalefet, odağındaki DTP-BDP-HDP’nin yaydığı sınıf uzlaşmacı hayallere, başını çektiği tasfiyeci girişimlere rağmen, hatta tam da bu hayal ve girişimlerle bağdaşmadığı için, desteklenmeliydi. Bu nedenle Köz, 2007’de Bin Umut Adayları kampanyasına destek verdi, 2010’da referandumdaki boykot bloğunun, 2011 Emek Demokrasi Özgürlük Bloğunun bir bileşeni oldu. Bu süreç boyunca “DTP/BDP/HDP’yi kapattırma vekiline sahip çık” şiarını tüm eylemlere taşıdı, tüm kitle örgütlerine Halkların Demokratik Kongresi’nin bileşeni olma çağrısında bulundu, 2015 seçimlerinde, oluşacak meclis aritmetiği nedeniyle, HDP’li vekillerin meclisteki varlığının meclisi kitleyeceğini öne çıkararak HDP’ye destek verdi.
Dönemin siyasi gelişmeleri söz konusu muhalefetin önemini gösterdi. Sınıf hareketindeki toparlanma 1996’dan beri süren geri çekilme dönemine son verdi, emekçi hareketi politik ve moral üstünlüğü ele geçirdi. Görkemli Newrozlar, Taksim’in 1 Mayıslara açılması bu dönemin çarpıcı örnekleri oldu. Gezi Ayaklanması da, 6-7 Ekim Kobane eylemleri de söz konusu mevziler olmaksızın düşünülemezdi. Bugün kimi sosyalistler hala TİP’in meclise 15 vekille girdiği dönemin nostaljisini yaparken, HDP o dönemde mecliste grup kurmakla kalmadı, meclisin en büyük üçüncü partisi olarak, asıl ana muhalefet partisi rolünü ele geçirdi.
Gelgelelim HDP’nin meclisteki bu pozisyonuna ve kitle hareketindeki bu yükselişe bağlı olarak, rejim krizi hızla önce bir iktidar sorununa sonra da bir içsavaşa dönüştü. Bu durum bir muhalefet hareketi olarak kalmaya yeminli HDP’yi felç etti, onun 2015-19 arasındaki dönemde şeklen tarafsız fiilen eylemsiz kalmasına, 2019-23 döneminde ise iyice sessizliğe bürünerek muhalefet kürsüsünü, meclise taşıdığı CHP ile HDP arasında çöpçatanlık rolünü üstlenen TİP’li vekillere bırakmasına, seçimlerde CHP’nin peşine takılmasına yol açtı.
2024 Yerel Seçimlerinde Sol
Ancak emperyalistler arası paylaşım kavgasının kızıştığı, rejim krizinin derinleştiği koşulların tek sonucu HDP’nin felç olması değildi. Bu koşullar düzen partilerini durmaksızın itibarsızlaştırdığı için, ortada yeni bir alternatif yokken, HDP’nin gücünü korumasını mümkün kıldı. Bu koşullar, tabanının niteliği nedeniyle HDP’nin herhangi bir ortak masaya oturmasını mümkün kılmayan koşullardı. 2012-15 arasındaki çözüm süreci, HDP’nin masada kalma ısrarına, Erdoğan’ın “Kürt sorununu” çözüyormuş gibi görünmek istemesine rağmen bu koşullar nedeniyle sona erdi. 2019-23 arası dönemde CHP’nin HDP desteğine duyduğu ölesiye ihtiyaca, HDP yönetiminin “tek adam rejimine” karşı Millet İttifakı’yla ortak hareket etme kararlılığına ve Demirtaş’ın “Yürü Bay Kemal” çığlıklarına rağmen HDP, aynı koşullar nedeniyle, Altılı Masa’nın geçelim bileşeni, muhatabı bile olamadı.
Aynı koşullar nedeniyle DEM Parti İstanbul ve Ankara seçimlerinde CHP adaylarına destek veremedi. Hatta 2019’daki türden bir sessiz destek bile sunamadı. kendi adayını çıkarmak zorunda kaldı. Ama tek aday çıkaran DEM Parti olmadı. TKH ve TKP de pozisyonlarını değiştirdi. 2023’te “Kılıçdaroğlu’na oy verme!” çağrısında bulunamayan ancak “Kimseyi desteklemiyoruz” açıklamasında bulunabilen TKH İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkan adaylarını, başvuru tarihinin sona ermesine üç gün kala da olsa açıklayabildi. İki turda da göğsünü gere gere Kılıçdaroğlu’na oy isteyen TKP İstanbul’da aday çıkaracağını önce Yüksek Seçim Kurulu memurlarına bildirdi, resmi başvuru sürecinin tamamlanmasından üç gün sonra da kamuoyuna duyurdu.
Bu üç partinin sermaye partilerine oy istememesi, 2023 seçimlerinden farklı olarak İstanbul’da aday göstermeleri, bunu hangi maksatla yaptıklarından bağımsız olarak, olumlu ve destek verilmesi gereken bir tutumdur. Türkiye’nin muhtelif il, ilçe ve mahallerinde sol akımların kendi belediye başkanı, meclis üyesi ve muhtar adaylarını çıkarmalarını da desteklemek gerekir. Bununla birlikte bu tutumlardan hiçbiri devrimci bir demokrasi mücadelesinin, hükümete karşı bir emekçi seferberliğinin bir parçası değildir. Hükümete karşı tarafsız bir muhalefet hareketi oluşturma iddiasının dahi gerisindedir. Bu bakımdan özellikle İstanbul büyükşehir belediye seçimlerinde, bir bütün olarak da 2024 yerel seçimlerinde, sol 2007-15 arasındaki muhalefet hareketinin gerisindedir. Üç partinin Kurum ve İmamoğlu’nun karşısına kendi adaylarını çıkarmaları sadece seçimlerle sınırlı bir çerçevede düşünsek dahi, hükümete karşı ortak mücadele örme ihtiyacından doğan, kararlı bir tutuma işaret etmez.
Sol akımlar 2023 seçimlerindeki Millet İttifakı’nın yenilgisini kendi yenilgisi olarak sahiplenmekle kalmadı, bir özeleştiri ve değerlendirme furyasına da katıldı. Kitlelere gidememek, örgütlenememek, burjuva siyasetin etkisinde kalmak gibi bir dizi değerlendirmeyi seçimi takip eden aylarda duyduk. Halbuki bu değerlendirmelerin politik açıdan bir anlam taşıması için sorunu doğru tespit edip çözüme dair somut adım atmak gerekiyordu. Sol akımlar Kılıçdaroğlu’nu yeterince solcu olmadığı için bol bol eleştirse de, asıl kendi tutumlarının “yeterince solcu” olmadığını görmek istemedi. Özeleştiri bolluğuna rağmen seçimlerin ardından “Millet İttifakı’nın peşine takılmak yahut açıktan ona destek verilmese dahi karşısında duracak bağımsız somut bir siyaset üretmemek yanlıştır” değerlendirmesini yapan ve bu tutumunu değiştireceği yönünde açıklama yapan çıkmadı. Böylelikle verilen özeleştiriler aslında bu temel kusuru örtbas etmeye hizmet etti. Görünürde 2023 seçimlerinden taban tabana zıt olan renkli yerel seçim tablosunun gerçekte kararlı, bağımsız bir seçim tutumuna işaret etmemesinin ilk nedeni budur.
İkincisi, 2019 yerel seçimlerindeki atmosferin aksine 2024 yerel seçim hazırlıkları “Erdoğan’a evet mi hayır mı?” referandumu havasında geçmiyor. Erdoğan’ın karşısına Altılı Masa kimliğiyle çıkan ve farklılıklarını kalp işaretiyle kapatmaya çalışan Millet İttifakı da sabık cumhurbaşkanı adayını kurban vermiş, dağınık ve rekabetçi bir hatta ilerlemektedir. Kılıçdaroğlu’nu tasfiye etmesine rağmen suların durulmadığı CHP iç hesaplaşmalarla uğraşırken İYİP, Deva, Memleket ve Yeniden Refah Partilerinin hepsi İstanbul büyükşehir için adaylarını çıkardılar. Bu tablo – kısmen mecburi olarak- CHP’nin ve düzen siyasetinin sol üzerinde uyguladığı oyları bölmeme basıncını da azalttı. Aday bolluğu ve bu basıncın azalması doğru orantılı gelişmelerdir.
Üçüncüsü, çeşitli illerde ve ilçelerde burjuva partilerinden bağımsız adaylar göstermenin siyasi ağırlığı İstanbul büyükşehir için aday göstermekle aynı değildir. Kazanacak aday hesaplaşmasının yaşandığı asıl yer olan İstanbul’da seçimleri emekçileri düzen siyasetinden koparmanın önemli bir aracı olarak kullanmak mümkündü. Bugünse aday çıkaranlar da dahil olmak üzere tüm akımların ters istikamette seyrettiğini görmek zor değil. Sol akımlar diğer illerde hatta İstanbul’un ilçelerinde büyükşehire göre daha canlı ve yoğun çalışmalar yürütüyor. Örneğin TKP Kadıköy’de İstanbul’dan daha yoğun bir çalışma yürütürken, DEM İstanbul’da kitlesine adaylık kabul edildi mi edilmedi mi sorusunu sorduracak şekilde başvuru yaptı. Farklı sol akımların rekabetçi bir anlayışla aday gösterdiği Hatay’da ve Defne’de ise yine İstanbul büyükşehire kıyasla daha canlı bir seçim çalışması var. Ellerinin altındaki tüm imkanlara karşın İstanbul büyükşehir adayları dostlar alışverişte görsün misali bir çalışma yürütüyorlar.
Bu bakımdan 31 Mart’a doğru karşımızda hükümete karşı ortak ve bağımsız bir mücadele hattı örme girişimlerinin değil, apolitik, sosyalizm/komünizm soslu sivil toplumcu propagandanın, ekonomizmin ve bunların sonucu olarak sol içi rekabetin damga vurduğu bir siyasi tablo var. Bu rekabetçi tablo 2023 milletvekili seçimindeki didişmeden farklı değildir. O dönem Kılıçdaroğlu’na destek verme konusunda tartışmaya girmeyenler, vekil sayısı ve söylemelerine dair yıpratıcı bir tartışmanın girdabına kapılmışlardı. Hala da bu girdaptan çıkmış değiller. O dönem “Hükümete karşı bağımsız bir çizgide mücadele edemeyen, hükümetle değil birbiriyle kavga eder.” demiştik. Bu tespit bugün de doğrulanmaktadır.
Aynı Nehirde İki Kez Yıkanılmaz
Seçimlere şu ya da bu şekilde katılan partilerin tutumlarının, 2007-2015 arasında odağında DTP-BDP-HDP’nin bulunduğu muhalefet hareketinin gerisinde olduğu doğru ancak eksik bir saptamadır. Zira, seçimde bağımsız bir tutum takınmak, hükümete karşı kitlesel bir emekçi seferberliği örmekle bir aynı şey değildir. Seçimlerde düzen partilerinin peşine takılanların sınıf mücadelesini büyütmek şöyle dursun işçi sınıfı saflarında sadece güvensizlik yayacağı açık olmasına açıktır ama seçimde bağımsız tutup takınıp, işçi hareketini prangaya vuran, bölen yığınla akım vardır. Seçimde takınılacak bağımsız bir tutum bağımsız bir emekçi seferberliğinin yerini tutmaz ancak onun bir koşuludur. İkincisi, daha önce de ifade ettiğimiz gibi “aynı nehirde iki kez yıkanmak” mümkün değildir. Erdoğan’ın ABD ile 2002-2007 arasındaki gibi bir ilişkiyi tekrar kurması, Öcalan ile 2011’de kurduğu çözüm süreci masasına aynı şekilde oturması neden mümkün değilse, rejim krizinin geldiği aşama, iktidar sorununun bu denli merkeze oturması nedeniyle 2007-15 döneminin bir kez daha yaşanması, Gezi’nin bir kez daha aynı şekilde ortaya çıkması, HDP’nin silkinip aslına dönerek o zamanki haline dönmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla hükümete karşı bir işçi emekçi seferberliği çağrısında bulunanların DTP/HDP’nin 2007-15 dönemindeki ruhunu çağırmaktan kaçınması şarttır.
Siyasi Gerçeklerin Eylemli Propagandası
Devrimci durum içindeki Türkiye’de, hakim sınıf içsavaşı bir türlü bitiremezken, karşımızda sereserpe bir iktidar sorunu duruyor. Erdoğan’ın akıbetinde düğümlenmiş, anayasa krizlerine gebe, ancak demokrasi savaşını devrimle kazanarak çözülebilecek bir sorun bu. Bu sorunu devrimci bir partiyi yaratmadan çözmekse mümkün değil. Köz’ün 2024 yerel seçimlerindeki çalışması esas olarak bu propagandayı en geniş kesimlere taşımayı mümkün kılacak bir eylem çizgisi benimseyecektir.
Bu eylem çizgisi elbette İstanbul büyükşehir belediye seçimlerinde İmamoğlu’nun peşine takılmamayı, 12 Eylül rejiminin ürünü partilerle ilişkisiz bir adayı desteklemeyi, böyle bir adayın ortaya çıkmadığı koşullarda bu adayın pusulada yer alması için sorumluluk üstlenmeyi şart koşar. Seçim çalışmalarına başladığı Aralık ayından beri Köz’ün eylem çizgisini bu prensipler tarif etti.
Gelinen noktada, sol akımlar bir dizi yalpalama ve tereddütten sonra sadece İstanbul’da değil, neredeyse tüm büyükşehirlerde bağımsız adaylar çıkardı. Çapları ve tabanları farklı olsa da, söz konusu kampanyaların hepsi 2007-2015, hatta 2018 döneminin gerisinde olduğu için aralarında esasa dair bir fark yoktur. Hepsi aday çıkararak, emekçileri CHP’nin adayına mahkûm eden tabloyu değiştirecek aynı olumlu adımı atmıştır ama yine hepsi hükümete karşı ortak bir emekçi seferberliği örmeye çalışmak yerine, küçük yerel hesapların peşinde koşturmaktadır. Bu bakımdan kısmi taleplere boğulmuş rekabetçi tablonun bir parçasıdırlar, birbirlerine kıyasla farklı nicelikte kitleleri harekete geçirmeleri bu çalışmaların sembolik karakterini değiştirmemektedir. Bu bakımdan söz konusu kampanyalara özel bir politik değer atfetmek mümkün olmadığı gibi, onların politik içeriğine ve eylemine bakarak birini diğerine tercih etmek de mümkün değildir.
Köz’ün, siyasi çalışma yürüttüğü alanlardaki büyükşehir belediye seçimlerinde hangi adayı destekleyeceği, söz konusu kampanyaların politik içeriği ve anlamı değil, bu kampanyaları yürütürken bir ajitasyon ve propaganda özgürlüğünün bulunup bulunmaması belirledi. Dışındaki akımların onun seçim çalışmasına kendi kimlikleriyle destek vermesine karışmayan DEM Parti’yle seçim çalışmasını tümüyle kendi dar örgütsel çerçevesinde yürütmek isteyen, propaganda ve ajitasyon özgürlüğünün olduğu bir eylem birliği zemininden özenle kaçınan TKH ve TKP arasındaki fark bu noktada açığa çıkmaktadır.
Söz konusu propaganda ve ajitasyon özgürlüğü nedeniyle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminde Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni’yi, İzmir’de Akın Birdal ve Türkan Aslan’ı, Ankara’da Gültan Kışanak ve Öztürk Türkdoğan’ı, Bursa’da İhsan Seylan ve Bilmez Erbağ’ı destekliyoruz. Ortada hükümete karşı bir muhalefet hareketi yahut sembolik olmanın ötesine geçen bir seçim çalışması olduğu hayaline kapılmadan, tüm eylem ve etkinliklerde, Şubat ayının ortasından beri yaptığımız gibi, emekçileri bu adaylara oy vermeye çağırmaya devam edeceğiz. Emekçiden yana olan tüm kesimleri hükümete karşı ortak bir seferberlik hattında buluşmaya davet edeceğiz. Desteğimizi verirken ulaştığımız kesimlere, birlikte çalıştığımız devrimci güçlere hükümete karşı bir emekçi seferberliği örmenin gerekli olduğunun, emekçilerin demokrasi müsameresinin figüranı değil demokrasi savaşının öncü gücü olması gerektiğinin, rejim krizinin ancak bir devrimle çözüleceğinin ve devrime önderlik edecek devrimci partiyi yaratmanın şart olduğunun propagandasını yapacağız. Kendi seçim çalışmamızın başarısını DEM adaylarına topladığımız oylarla değil, seçim sonrasına taşınan bir eylem birliği kurup kuramadığımıza, propaganda ağımızın genişliğine ve sürekliliğine bakarak ölçeceğiz.