7 Ağustos 2021 Cumartesi günü KöZ olarak Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) ve KöZ’ün konuşmacı olduğu “Rojava Devrimi’nden Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’na” başlıklık panel gerçekleştirdik. Panel saygı duruşu ve Enternasyonal Marşı’nın okunması ile başladı.

PAK adına konuşan PAK Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gül konuşmasında özetle şunlara değindi:

Sovyetlerin yıkılması ile birlikte büyük bir moral bozukluğu yaşandı. Hatta sınıflar savaşı olarak nitelendirilen tarih, kapitalizmin kazanmasıyla bitmiştir diyenler dahi oldu. Tam da bu atmosferde Kürtlerin belirli haklar elde edebilecekleri gelişmeler yaşadı. Egemenlerin kendi içlerindeki çatışmalardan faydalanarak Kürtler biz varız dediler. 1991 raperininden (ayaklanma) itibaren Güney Kürdistan’da olan ise bugün Rojava’da olandan daha ileri bir durumdu.

Güney’deki gelişmelere bakarak Rojava’ya devrim demek doğru olmaz. Bu yüzden Rojava Devrimi kavramını yanlış buluyorum. Zaten genel devrim kavramına da uymamaktadır. İktidar alınmamıştır. Rojava demek ise başka bir anlam ifade ediyor. Kürdistan kavramını geri plana itiyor. Bu sebeple temeli yanlış olan bir devrimin Kuzey Suriye Federasyonu’na dönmesi abes değildir.

Biz ulaşılan kazanımları, alınan hakları küçümsemiyoruz. Bütün ezilenlerin mücadelesindeki hak arayışlarının arkasındayız. Bugün birleşik Kürdistan söylemi dillendirilmemekle beraber zaten PKK, PYD Kürdistan diyerek siyaset yapmamaktadırlar. Bütün bunlara rağmen Rojava’nın destekleyicisiyiz.
KÖZ adına sözalan Orhan Dilber ise konuşmasında aşağıdaki vurguları yaptı.

Rojava, Kürdistan bakımından coğrafi bir bölgedir Kürdistan’ın batısı demektir. Rojava kantonlarının özerliklerini ilan etmesiyle dünya çapında popülerleşen bu kavramla birlikte “dört parçalı Kürdistan” gerçeği bütün dünyaya yayılmıştır.

Bir yandan bizim kavradığımız anlamda Rojava’da olana devrim sıfatını yakıştırmak güçtür. Ama 1830 Fransız Devrimi, 1848 Avrupa devrimleri, 1905 Rus devrimi gibi devrim olarak anılan gelişmelerde de tıpkı Rojava Devrimi gibi iktidar değişikliği olmamıştır lakin bunlara devrim denmektedir.

Bu itibarla bir kez Rojava Devrimi dendikten sonra Kürdistan’ın batısı yerine Kuzeydoğu Suriye kavramının kullanılması da bir karşı devrimi ifade etse gerektir. Zira Kürdistan’ın parçası olduğunu hatırlatan bir durumdan Suriye’nin parçasına indirgenmiştir.

Bununla birlikte Rojava’da özerkliğin ilan edilmesi ile beraber, Suriye’nin siyasi/anayasal durumu bakımından geri dönüşsüz bir değişim olmuştur. Suriye’nin “Arap ulusunun bir parçası” olarak ve “Arap Birliğini” sağlama hedefiyle kuruluşundan itibaren tarif edilen yapısı kırılmıştır. Rojava kantonlarının özerkliklerini ilan etmesiyle bu bölgelerde yaşayan farklı kökenlerden halkların kendi anadillerinde konuşabilmesi, anadilde konuşmanın fiilen ve hukuken tesisiyle beraber, Suriye’de esaslı bir anayasal değişiklik olmuştur. Zira buna öngelen dönemde kendini Arap olarak görmeyen ve Arapça konuşmayanlar Suriye vatandaşı olarak bile görülmüyordu. Baas rejiminin bu tarifi Rojava’da özerk yönetimlerin kurulmasıyla birlikte kadük hale gelmiştir. Suriye Anayasası’nın fiilen ortadan kalkıp yerine başka bir şeyin gelmesi elbette esaslı bir siyasi değişikliktir. Bu dönemeçten itibaren bu dönüşümü tersine çevirecek bir karşı devrim potansiyeli de yoktur. Bir kez Kürtçe’nin muhtelif lehçelerinin yanısıra, her dil özgürce konuşulur, eğitim bu dillerde yapılır, resmî dairelere bu dille başvurulur vb. dediğinde, ileride Suriye’de bir statüko yeniden kurulsa dahi geriye dönüş imkânsız değilse bile oldukça güç hâle gelmiştir. Suriye’de yeni bir anayasanın gündeme gelmesiyle, bu olgu nedeniyle kazanılmış hakların savunulmasının yeni bir ivme yaratacağını akılda tutmak lazım.

Bu bakımdan Suriye’de siyasi iktidarın topyekûn değişmesi sağlanmadı diye hiçbir şey olmamış gibi hareket edilemez.Herhâlükarda radikal bir değişimin tetiği çekilmiştir. Rojava’da kendini gösteren ve devrim olarak adlandırılıp algılanan değişimin geri döndürülmesi yönündeki girişim ve düzenlemeler kuşkusuz bir karşı devrim olarak adlandırılmalı bu yöndeki girişimleri olumlu gören yahut karşı çıkmayanlarında karşı devrime hizmet ettiği vurgulanmalıdır.

Öte yandan Güney Kürdistan’daki gelişmelere bakarsak orada hâlihazırda mevcut olan federe devlet yapısını da ileri bir adım olarak görmek benzer bir yanılgı olur. Zira 91 dönemecinde fiilen muhtariyet kazanılmış iken bu federe devletin kurulmasıyla -görünüşte aksi bir tablo olsa bile- Güney Kürdistan Bağdat rejimine bağlanmış, bu yetmez gibi ömrünü öyle ya da böyle “bağımsız bir Kürdistan mücadelesiyle” geçirmiş Celal Talabani Irak Cumhurbaşkanı olmuş ve o mevkide gözlerini yummuştur.

Bu bakımdan bu gelişmeyi bir kazanım olarak görenler açıktır ki Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin yolundan gitmez. Bilakis bu yolda aşılması gereken birer engel haline gelirler. Federe devletin kendisi de böyle bir engeldir.

Öte yandan Rojava Devrimi’ni bir “kadın devrimi” olarak niteleyenler var. Hiç kuşkusuz  PKK/PYD kadınların savaşta ve siyasal mücadelede aktif ve belirgin bir yer alması açısından önemli adımlar attı. Kürdistan tarihinde Zarife, Bese, Leyla Kasım gibi nice örnek olsa da kadınların mücadelede bu yoğunlukta ve bu kadar aktif olarak yer aldığı görülmemiştir. Dünya çapında da (Nepal gibi müstesna örnekler bir yana) kadın militanların bu çapta yer aldığı mücadele olmamıştır. Ama unutmamak gerekir ki söz konusu olan militan ve aktif kadınlarla sınırlı bir gelişmedir.  Zira Rojava’nın genelindeki kadınlar bu kadın militanlar kadar özgür değildir. Hele hele Suriye’nin bütünü bakımından da öyle değildir. Kaldı ki aynı coğrafya üzerinde dünyanın en büyük kadın düşmanı hareketlerin hâkim oluyor olması bile, Rojava’da olup bitenlerin, kadınların kurtuluşu yolunda ne kadar anlam ifade ettiğini düşündürmesi gereken bir göstergedir. Batı Kürdistanlı kadınlar ve Suriyeli kadınlar, hâlâ kocalarının ayaklarını yıkamaya, bankada hesap açtıramamaya ve bir bütün olarak patriyarkaya mahkûm durumdadır.

Bir başka yönüyle Rojava Devrimi’nde ön alanların ufkunu Paris Komünü’ndeki ufka da benzetebiliriz. Bizim merkezi iktidarla işimiz olmaz diyen Proudhoncular federalizm ve belediyecilik işlerine yoğunlaşırken, burjuvazinin merkezi siyasi iktidarını alaşağı etmeye yönelmediler ve onun tarafından ezilmekten kurtulamadılar.

Rojava’da savaşanlar ve YPG ile destekçileri Komün’ün yenilgisinin derslerini çıkarıp kılavuz edineceklerine Bouckchin üzerinden Proudhoncu oportünist çizgiyi takip etmektedir. Suriye’deki merkezi hükümete yönelik bir adım bile atmadan devrimci bir sonuca varılacağı hayalini kurup yaymaktadır.

Bu itibarla, esasen, ne Rojava’da başlayan hareket Kürdistan devriminin başlangıcı oldu ne de esasen Suriye’nin demokratikleşmesi yönünde esaslı bir unsur olabilecek.

Orhan Dilber’in konuşmasının ardından soru cevap kısmına geçildi. Soruların tamamlanması ile konuşmacılar tekrar söz aldı. İlk sözü PAK adına Mehmet Gül aldı.

PAK olarak yasal bir partiyiz ancak bu mücadeleden vazgeçildiği anlamında değerlendirilemez. Pratikte Kuzey Kürdistan’da mücadele eden bir partiyiz, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki partilerle ilişkilerimiz resmîdir.

Rojava’yı devrim olarak tanımlamayıp PYD’nin taleplerini desteklemek çelişki değildir;  ilerici bir durum var ortada. Bu baktığımız yere göre değişebilir. Biz Kürt olarak, arzu edilen olmasa da, gelişmeleri olumlu buluyor  ve destekliyoruz, rekabetçi bir anlayışla değerlendirmiyoruz. Fakat Türkiye sosyalist hareketi olarak baksaydım, dünya görüşü itibariyle hayatın içerisindeki yararları itibariyle çok da destekleyeceğim bir hareket değil derdim.

Bu hareket içerisindeki kadınların durumu da ayrı bir öneme sahiptir. Kürtler kadınların mücadelede yer almasının önünü açmıştır. Rojava’da gerçekleşen gelişmeler de ayrıca kadınların önünü açmıştır. Ancak tarihsel olayları tarihsel örgütler üstlenip yapabilir. Devrim hareketi iki aylık bir hareket yüklenirse sonuç budur. Bir devrim hareketi olarak görülen bazı şeyler karşı devrim olarak görülebilir. Büyük bir gericilik ve büyük bir kıyımdır, kendisini ateşin önüne atan büyük bir aymazlıktır.

KÖZ adına konuşan Orhan Dilber sözlerine enternasyonalizmin ne olup olmadığını açarak başladı.

Bu zamana kadar yanlış bir enternasyonal mantığı ile hareket edildiğini vurguladı. Almanya’da faşizm iktidara gelmesine rağmen işçi grevleri sabotaj eylemleri durmadığını ve iktidarı zorladığını; taki İspanya iç savaşına destek vermek için devrimcilerin İspanya’ya geçmesiyle faşist diktatörlüğün sağlamlaştığını ve arkasından savaş uçakları ile İspanya’daki komünistleri bombaladığını hatırlattı. Ardından asıl düşman kendi yurdundadır deyip enternasyonalizmin kendi yurdundaki iktidara karşı savaşmak olduğu vurgusunu yaptı.

Araplar Suriye’de Şam rejimini devirmek için mücadele etmediği müddetçe ve bunu teşvik eden bir hareket olmadığı takdirde Rojava’da kısmi bir mevzinin tutulması dahi mümkün değildir.

Böyle bir kazanım biçin bu kadar bedeli saymak zaten başarı iddiasında olmamak anlamına geliyor.

Kürdistan bağlamında da enternasyonalizm başka türlü kavranmasi mümkün değildir. Dört parça var, dört devletten kurtulmak gerekiyor. Bu durumun kendisi,  dünyada en müstesna ve en elverişli konumdur. Dört devlete karşı beş ayrı komünist hareket olacağı anlamına gelir.

Demek ki birleşik ve özgür Kürdistan hedefinin ilk adımı  dört gerici devletin parçalanmasını öngörmek olmalıdır. Bunun eş zamanlı olarak dört parçada başlamasını beklemek elbette şart değil. Ama bu yöndeki ilk adım dahi bu gerici devletlerden birini parçalamak sınırlarını ve egemenlik alanını değiştirmekle başlar.

Bu nedenle bir bütün olarak Kürdistan devrimi dendiğinde bile tek bir ülkedeki bir devrimci dinamikten bahsedilmiş olunmaz. Öyle ya da böyle dört gerici devleti de tehdit eden bir devrimci dinamiği anlamak gerekir. Üstelik bu durumda dört gerici devlete karşı (Kürdistan ulusal kurtuluş hareketini de sayarak) beş devrimci hareketten söz edilmelidir. Bu da esasen öncelikli hedefi ulusal kurtuluş mücadelesi olan Kürdistan devrimi aynı zamanda bir enternasyonal örgütlenmeyi dayatır. Bu itibarla da Kürdistan dinamiği sadece bölge çapında bir potansiyel olmakla kalmaz bir komünist dünya partisi ihtiyacını da tetikleyici bir etken oluşturur. Kuşkusuz bunun için bir dünya partisi olarak kurulan Komünist Enternasyonali rehber edinmek gerekir. Bunun yaratılması için bütün dünya komünistlerinin harekete geçmesini beklemek de elbette şart değildir. Türkiyeli, Iraklı, İranlı Suriyeli komünistlerle Kürdistanlı komünistlerin birbirleriyle ilişki düzeyi dahi bizatihi bir enternasyonali şart koşar. Bu, bunu öncelikli görevi kabul eden komünistlerin sorumluluğudur, ve onlardan başkasının yerine getiremeyeceği bir ödevdir.

Bu görevi yerine getirmek için asıl önemli olan peşinen oportünistlerin her türünden kopmaktır. Buralardan devrimciler de çıkar diyerek veya sosyal demokrasiden kopmak işçilerden kopmaktır diyen Rosa Lüksemburg gibi hareket etmek mücadeleyi başarısızlığa mahkûm etmek demektir.

Bunun gibi Kürdistan’da parçacı siyaset güderek elbette başarıya ulaşılmaz. Bir parçada başlayalım deyip merkez anlamda siyaset yürütmezseniz sonu başarısızlık olacaktır.

Parçacılık gibi bir diğer ayak bağı da Bundcu bir çizginin ulusal kurtuluş mücadelesinin yerine geçirilmesidir. Bundcu siyaset, esasen topraksız milliyetçilik demektir. Bu aynı zamanda her toprağın bir sahibi olduğuna göre iktidar hedefine sahip olmayan, devrimci olmayan bir çizgidir.

Doğrusu sadece Ortadoğu çapında değil, Avrupa’da da kitlesel eylemler örgütlemek bakımından PKK’den daha büyük kapasiteye sahip neredeyse hiçbir hareket yoktur.  Bununla birlikte Bu hareket bulundukları ülkedeki siyasi iktidara yönelik bir mücadele yürütmektense orada hükümetleri TC’ye karşı harekete geçirme hedefiyle sınırlı bir hareket çerçevesinde kalmaktadır. Oysa Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde işçi sınıfının en politize ve dinamik kesimini Kürdistan’dan göçmüş işçiler teşkil eder. Bundcu tutum bu kesimleri o ülkenin sınıf mücadelesinin dışında tutarak bölücülük yapıyor.

Kürdistan’ın muhtelif parçalarındaki mevzileri korumak ve kısmı kazanımlara sahip çıkmak adına bunlara kilitlenmek  esasen stratejik olarak ulusal kurtuluş çizgisini arka plana atmak olur. Bu bir bakıma sendikal mücadeleyi andıran bir çalışmaya benzer. Tabii ki ücret artışları genel olarak işçiler için iyi bir şeydir, ulusal kurtuluş mücadelesindeki kısmi kazanımlar da öyle ama bunları hedefleyen ve bu kısmi mücadeleleri yürütenlerin kuyruğunda sürüklenmemek kendini bunlardan ayırdetmek bilhassa komünist sıfatını kazanmanın ilk şartıdır.

Komünistlerin temel referansları arasında olması gereken Komünist Parti Manifestosu’nun vurguladığı gibi “komünistler kismi çıkarlar söz konusu olduğunda bütünsel çıkarları işaret etmekle, ulusal sorunlarda uluslararası sorunları öne çıkarmakla” kendilerini başka akımlardan ayırdeder.

Orhan Dilber’in sözlerini tamamlamasıyla panel sonlandırıldı.

İstanbul’dan Komünistler