Berat Albayrak’ın istifası ve Amerikan seçimlerine ilişkin sol akımlardan gelen açıklamalar Türkiye’deki ve Dünya’daki gelişmelere dair solda büyük bir kafa karışıklığı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Günlük gelişmelerin rüzgârı solu bir uçtan diğerine savurmaktadır. Bir gün “faşist rejimin” son rötuşları yapıldığı söylenirken bir diğer gün Erdoğan’ın düşmek üzere olduğu söylenebilmektedir. Aynı kafa karışıklığını Berat Albayrak’ın istifasına dair yapılan açıklamalarda görmek mümkündür. Berat Albayrak’ın istifası ile birlikte “Saray Rejimi”nde çatlak oluştuğu ve var olan çatlağın derinleştiğine dair açıklamalar yaygınlaşmaktadır. Bu algıyla birlikte bu istifa, AKP içerisindeki “Soylu kliğinin”, “Pelikancılar”a karşı bir zaferi olarak da görülmektedir.

Bu açıklamalara birkaç örnek vermek gerekirse, Ertuğrul Kürkçü bu istifayı aynı mantıkla bir hanedan kavgası olarak nitelemiştir. Kürkçü buna paralel olarak Berat Albayrak’ın küçük düşürücü bir şekilde görevinden sille tokat kovulmasının iktidar çekirdeğinde derin bir çatlak oluşturduğunu belirtmektedir. Musa Piroğlu ise ETHA’ya yaptığı açıklamada iç kavgada başka bir boyutun açığa çıktığını ve “Saray Rejimi”nde bir iç çatlak meydana geldiğini ve daha da derinleştirmek gerektiğini vurgulamaktadır. Bu ve bunun gibi tespitleri sol akımların açıklamalarının sağına ve soluna serpiştirilmiş halde bulmak mümkündür.

Bu tespit birkaç yönüyle hatalıdır. Öncelikle, Berat Albayrak’ın istifasını “Saray Rejimi” açısından bir çatlak olarak görenler ya da oluşan bir çatlağın derinleşmesi olarak görenler daha önceden yekpare ve bütünlüklü hareket edebilen bir “Saray Rejimi” olduğunu kabul ederler. Bir başka açıdan bu tespitler mutlak hâkim olan bir “tek adam rejimi” olduğunu ve bu rejim altında lidere yaranmak için birbiriyle kavga eden klikler olduğunu ifade etmektedirler. Bu tespit yanlış olmakla birlikte bu istifanın ardındaki gerçek çatışmayı gizlediği için daha tehlikelidir. Soylu’nun istifası ve sonrasında yaşananlar da, Albayrak’ın tasfiye edilmesi de aslında tek bir çatışmayı görünür kılmaktadır. Bu çatışma da esasında Erdoğan ve MHP arasındaki bir çatışmadır. Daha önceki yazılarımızda vurguladığımız gibi Erdoğan derinleşen rejim kriziyle birlikte MHP’ye ve devlet bürokrasisine bağımlı hale gelmiştir. Gelgelelim ne MHP sadık bir müttefiktir ne de ortada yaslanılabilecek yekpare bir bürokratik aygıt vardır. Tüm bu süreç içerisinde rejim krizi içerisinde debelenen Erdoğan siyasi manevra kabiliyetini yitirirken, Bahçeli ise ittifaktaki konumunu kullanarak inisiyatif ve manevra alanını genişletmektedir.

Soylu’nun istifası ile Albayrak’ın istifası arasındaki fark ve benzerlik bu olgu ışığında anlaşılabilir. Bir seçim partisi olan AKP, bürokrasideki boşlukları doldurmak için MHP’ye ihtiyaç duymaktadır. Devlet aygıtındaki en stratejik kadrolaşma ise İçişleri Bakanlığı’nın içerisinde yaşanmaktadır. MHP’nin İçişleri Bakanlığı’nın tepesinde kendi istediği kimsenin bulunmasında ısrar edeceğini beklemek için alim olmaya gerek yoktur. Soylu’nun istifası ardından Bahçeli tarafından yapılan açıklamalar, ülkü ocaklarının Süleyman Soylu için sokağa çıkması bu itibarla anlaşılabilir. Soylu’nun istifasının kabul edilmemesi ve Albayrak’ın istifasının kabul edilmesi aynı madalyonun iki yüzüdür. Bu madalyonun ise işaret ettiği tek gerçeklik vardır. Erdoğan giderek MHP’ye bağımlı hale gelmektedir. Albayrak doğrudan Erdoğan’ın göreve getirdiği ve AKP’nin sürdürdüğü ekonomi politikasının son dönemdeki temsilcisidir. MHP, AKP’nin uyguladığı ekonomi politikası uluslararası olarak sürdürülemez hale geldikçe bunu fırsat olarak görmüş ve inisiyatifini arttırarak Albayrak’ı rahat bir şekilde tasfiye etmiştir. Normalde bir tek adam rejiminde Erdoğan’a bağlı kişilerin korunması gerekirken harcanan ismin Albayrak olması dahi bir “tek adam rejiminin” olmadığının ve Erdoğan’ın MHP’ye bağımlılığının göstergesidir.

İstifa ile Ekonomik Krizin Üstü mü Örtülüyor?

“Saray Rejimi’nde çatlak” tespitini takip eden diğer tespit ise istifanın ekonomik krizin üstünün örtülmesi anlamını taşıdığı, rejime makyaj yapıldığı ya da Erdoğan’ın sorumluluktan kaçmak için damadını feda etmesidir. Bu örneklere yakından bakabiliriz:

ETHA yazarı Olçay Çelik yazısında “Albayrak’ın istifa süreci işte bu krizin doğrudan bir sonucudur. Bakanın zaten görevden alınıp alınmayacağı ya da onu tepkisel bir istifaya götüren sürecin tam olarak ne zaman başladığı meselesi çok önemli değildir. Hatta damadın yerine atanan ismin kim olduğunun da zerrece önemi yoktur. Tespit edilmesi gereken, siyasi iktidarı bir iç krize sevk eden şeyin kapitalist kriz olduğu, en katı faşist örgütlenmenin bile artık bu krizi ötelemeye yetmiyor oluşudur.” diyerek ekonomik krizi defaatle vurgulamıştır.

TİP Genel Başkanı Erkan Baş Albayrak’ın istifasıyla ilgili “Daha dün, ‘Bakmayın altımdakilere, ekonomiyi ben yönetiyorum’ diyen Erdoğan, damadı halkın önüne atarak bu işten sıyrılmaya çalıştı” dedi.

Ekonomik kriz tespiti, Türkiye’de yerli yersiz tekrarlandığından bir nesnel durum tespitinden ziyade içeriğini tümüyle yitirmiş bir temenniye dönüşmüştür. Siyasi gelişmeleri açıklamaktan ziyade onları karartmaktadır. Öncelikle uluslararası bir karakter taşıyan kapitalist ekonominin krize girip girmediğini döviz kuru, enflasyon vb. ulusal göstergelerle anlamak mümkün değildir. İkincisi solda ekonomik kriz kavramı genelde emekçilerin yoksullaşmasıyla, onların yaşam koşullarının katlanamaz hale gelmesiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ekonomik kriz işçilerin hayatlarını eskisi gibi sürdüremediği zaman değil eskisi gibi kar edemeyen kapitalistler eskisi gibi sermaye biriktirememeye başlayınca patlak verir. Elbette hükümetin kendi yarattığı ve destek aldığı kesimleri besleyip büyüterek bu bağlamda istihdamı arttırmaya devam etmesini sağlarken ithalat ve borçlanmayı görülmemiş ölçekte büyüten bir ekonomi stratejisi uluslararası olarak sürdürülemez hale gelmiştir. Fakat bu ne Türkiye’de bir ekonomik kriz olduğu ne de istifanın bu krizin üstünü örtme çabası olduğu anlamına gelir. Bu tespitlerle sol, durumu kötüleşen emekçilerin solla buluşacağına dair bir temenniyi ve yanılsamayı yaymaktadır.

Solda hâkim olan kriz temennisi ile Albayrak’ın gidişinin olumlu bir adım olduğuna dair algı özünde Amerika ve Türkiye’deki uzantılarının görüşüyle paraleldir. Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşanacağına dair çıkarılan yaygara bu gruplar tarafından çıkarılmaktadır. Yani, Türkiye’de bir ekonomik krizin çıkacağı beklentisi asıl olarak hükümetin izlediği birikim/büyüme rejiminden zarar gören bu nedenle de rahatsız olan sermaye çevrelerinin ve onların uşaklarının, onların rahle-i tedrisinden geçen liberalinden sosyal demokratına her boydan iktisatçının propagandasının ürünüdür. Bir taraftan bu propagandanın sözcülüğünü üstlenen sol diğer taraftan Albayrak’ın istifasını olumlu bir değer atfederek gelmesi beklenen IMF politikalarını alkışlamaktadır. Bu olgu bile istifanın krizin üstünü örtmeye yönelik bir çaba olmadığını göstermektedir. Eğer istifa böyle bir çabanın ürünü olsaydı devamından popülist bir şekilde kamu mekanizmalarına dayanarak, ucuz kredi politikalarıyla bir ekonomi politikasının şekillenmesi beklenirdi.

İstifa Olumludur Demek ve Krizin Sorumlusu Erdoğan’dır Demek Aynı Reformist Çizginin Ürünüdür

Berat Albayrak’ın istifasına yönelik açıklamalar başka bir yönüyle sol akımların iltihak ettiği parlamentarizm çizgisini bir kez daha gözler önüne serdi. Çeşitli sol akımlar açıklamalarında Berat Albayrak’ın istifasını olumlu olarak değerlendirirken asıl sorumlunun Erdoğan olduğunu emekçilere ilan ettiler. Bu açıklamanın altında Berat Albayrak’ın istifası ile halk taleplerinin karşılandığı tespiti yatmaktadır. Bu tespitin doğal sonucu olarak bu halk öfkesi Erdoğan’a yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Solun bu açıklamayla düştüğü pozisyon “yetmez ama evet”çi bir pozisyonunun tekrarıdır. Bu açıklamalardan çarpıcı olanlara bakabiliriz:

Evrensel Gazetesi yazarı İhsan Çaralan’a göre “Berat Albayrak’ın istifası, burjuvazinin en vahşi, en açgözlü kesimini temsil eden geminin su aldığını göstermesi elbette ki işçi sınıfı ve halklarımız açısından, kendi taleplerinin savunmada daha kararlı olmaları için bir motivasyon dayanağı olacak bir gelişmedir.”

SOL Parti’den yapılan açıklamada “Beceriksiz Damat’ın istifası olumludur ancak çöküşün asıl nedeni ucube tek adam rejimidir. Asıl sorun Türkiye’nin ekonomik birikimine, ekonominin gelişmişlik düzeyine uymayan, tüm yetkileri tek bir kişinin elinde toplayan Başkanlık sistemidir. Toptan değiştirelim.” denildi.

TİP Genel Başkanı Erkan Baş ise açıklamasının devamında “Yalnız burada ufak bir detay var. O da biz yani halk! Onlar mutlu mesut yöneticilik oynarken yıllar boyunca olan bize oldu. İşten atılan biz olduk. Türkiye bir emekçi mezarlığına döndü. Güvencesiz çalıştırıldık. Evimize giren para her geçen gün biraz daha azaldı. Borca battık. Yoksullaştık. Bize karşı suç işlendi! ‘Yeter artık’ dedik!” diyerek istifanın bir halk kazanımı olduğunu vurgulamıştır.

Bu tespitleri şekillendiren solun reformist-parlamentarist damgasını vurduğu köhnemiş yollarda ısrar etmesidir. Bir bakanın istifasını halk iradesinin tecellisi olarak görmek, burjuva diktatörlüklerinde sermayenin değil yurttaşların iradesinin hüküm sürdüğü yutturmacasına inanmak anlamına gelir. O zaman bu tespite göre burjuva demokrasilerinde şu ya da bu lider, sahip olduğu kitle desteği sayesinde ayakta kalmaktadır. Elbetteki bu parlamentarist yöneliş suçlunun Erdoğan olduğunu halka ilan etmekten öteye gidemeyecektir. Diğerleri karnından konuşmaya devam ederken, Ertuğrul Kürkçü baklayı onların yerine ağzından çıkarmıştır. Kürkçü HDP’nin “akıl” hocası olarak, şimdi, mesele muhalefetin neyi nasıl yapacağında, yani muhalefet “Erdoğan Rejimi”ni silkeleyecek mi; ona, kaybedeceği bir seçime girmeyi kabullenmekten başka bir yol bırakmayan bir siyaset tarzı ve mücadele şekli üzerinde ortaklaşacak ve harekete geçecek mi; halkın cesareti ve sebatı muhalefette de var mı diyerek Erdoğan’ı yüzde 50 artı 1’i bularak gönderme stratejisi olan Amerikancı stratejinin sözcülüğünü yapmaktadır. Diğer sol akımların önünde ise seçimleri beklemek ve Erdoğan’ın gitmesiyle ruhu çağrılacak altın çağı beklemekten başka yeni bir ufuk görünmemektedir.

HDP Erken Seçim Partisi’ne Dönüşmüştür

Ertuğrul Kürkçü’nün açıklamalarına paralel olarak HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar da erken seçim çağrısını vurgulamıştır. Bütün partiler parlamenter olarak güç kaybederken, HDP’nin CHP ile olan ittifakı HDP’ye parlamenter olarak kan kaybettirmemekte aksine güçlendirmektedir. Bu durum bir erken seçim partisine dönüşmüş HDP’nin bu yönelimini koruyacağı anlamına gelir. Bir erken seçim olmasa da HDP’nin 2023 seçimlerinde 2018’de savunduğu Abdullah Gül etrafında demokrasi bloğu çizgisini daha cüretkâr bir biçimde savunacağı anlamına gelir. Tasfiyeciler eliyle kurulan HDP’nin bu yönelimi birçok açıdan anlaşılır olsa da anlaşılmaz olan HDP içerisinde devrimci politikalar yürüttüğünü söyleyenlerin tutumudur. HDP’nin girdiği yolun apaçık olmasına rağmen ESP’li Olcay Çelik yazısında “ihtiyacımız da yeni bir ekonomi politikası değil, devrimci bir politikadır” diyebilmektedir. HDP içerisinde devrimci politika yapıyoruz diyenlerin ellerini kollarını kimlere teslim ettiği bellidir. Siyasal tablo bu şekildeyken bağımsız devrimci bir politikanın nasıl yürütüleceğini açıklamak onların boynunun borcudur.

KöZ’ün arkasında duran komünistler ise bugünün devrimci görevinin, Cumhur İttifakı’na karşı kurucu meclisi toplayacak bir kitle seferberliğini örmek olduğunu savunmaktadır. Bu çizginin örülmesi ise emekçilerin ve ezilenlerin her şeyden önce CHP’de ifadesini bulan Amerikancı muhalefetten bağımsız bir siyasetle mümkündür.  Devrimci bir partiyi yaratmadan da böyle bir bağımsız çizgi güvence altına alınamaz. Tam da bu nedenle KöZ’ün arkasında duran komünistlerin acil görevi değişmemiştir: İşçilere ve ezilenlere önderlik edecek devrimci partiyi yaratmak.