Akıl Hocaları ve Devrimciler
“İnsan neyi eksikse onun için savaşır.” Rivayete göre Fransız korsan Surcouf, onu “siz para için biz ise şerefimiz için savaşıyoruz” diye aşağılamaya çalışan İngiliz subayını böyle yanıtlamış. Mayıs seçimleri sonrası soldan peş peşe yükseltilen umut çağrıları da aslında derin bir moral bozukluğunu ve karamsarlığı gizliyor. Şokun büyüğü 14 Mayıs’ta yaşandı. Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci tura kalmasıysa, solun ortaya çıkan tabloyu, alıştıra alıştıra alınan ölüm haberi misali, kabullenmesini sağladı. Yine de yenilgi psikolojisi baki kaldı. Seçimlerin üzerinden yirmi dört saat geçmeden yapılan “moral bozmaya gerek yok!”, “mücadele yeni başlıyor!”, “Çözüm sınıf mücadelesinde!” türü açıklamalar ve “değerlendirme”ler kuşkusuz bu ruh hâlinin ürünü. Bu değerlendirmeler halktan ziyade soldaki kadrolar ve militanlara sesleniyor. Seçim değerlendirmesi niyetine sunulan sokak, örgüt, mücadele, emekçi cephesi, devrim hamasetinin onlar üzerinde bir ninni tesiri bile yaratmayacağı açıktır. Olsa olsa mezarlıktan geçerken çalınan ıslığa benzer.
Yenilgiler elbette maneviyat bozar. Ama seçimlerde sol akımlar kendi güçlerine güvenerek, kendi kimlikleriyle girdikleri herhangi bir mücadelede yenilmediler. Bugünkü ruh hâlinin sebebi başka. Solun hiçbir bölüğü resmen Millet İttifakı’nın parçası olmadı. Hatta TİP bile Millet İttifakı’na dahil olmayı açıktan önermedi. Ama sol neredeyse bir bütün olarak seçimin her iki turunda da burjuva kampın adayını destekledi. Ezici çoğunluk Kılıçdaroğlu’na oy çağrısında bulundu, oy çağrısında bulunmayan azınlık kendi militan ve ilişkilerinin oy vermesine sessiz kaldı. Kısacası sol Amerikancı muhalefetin seçim hayallerine kapıldı, düzen güçleriyle ortak bir “muhalefet” paydasında buluştu ve böylelikle onun seçim başarısızlığına ortak oldu. Moral bozukluğunun sebebi bundan başka bir şey değildir.
Seçimlerde, Erdoğan’dan burjuvaziye yaslanarak kurtulma çizgisi yenildi. Yenilen sınıf işbirliği çizgisidir, yenilen reformizmdir. Ancak bu açık gerçek sınıf işbirlikçisi tutuma ortak olmayanların, bu yenilgiyi öngörenlerin bu yenilginin sonuçlarından azade olacağını düşündürtmemeli. Söz konusu yenilgiyi doğuran tutumlar, moral bozukluğuna yol açan beklentiler bu tutumları üretenlerle, bu beklentileri pompalayanlarla sınırlı kalmadı, sol içindeki kadroların önemli bir bölümüne ve emekçi hareketinin geniş kesimlerine de sirayet etti. Yenilginin sonuçları emekçiler arasında siyasi çalışma yürüten, sol içinde eylem birliği örmeye çalışacak herkesin karşısına çıkacaktır.
Kimsenin eksiği başkasının fazlası değildir. Reformistlerin bozgunu devrimciler açısından bir zafer anlamına gelmez, hatta kendi başına devrimci bir mücadele için elverişli bir iklim dahi oluşturmaz. Reformistlerin “bir kez daha” haksız çıktığını söylemeyi iş edinenler aslında reformizmin çıkmazlarından çok kendi zayıflıklarını sergilerler. Reformistlerin bozgunundan sonra “biz haklı çıktık”larla bezeli “tek yol devrim/sınıf mücadelesi” sloganları atarak, bir kitle partisi edasıyla karşılıksız kalmaya mahkûm “bize katılın!” çağrıları yükseltmek devrim fikrini itibarsızlaştırmakla kalmaz, devrimci faaliyeti lafazanlığa indirgeyerek devrimci militanların da maneviyatını bozar.
Devrimcilerin görevi “bir kez daha haklı çıkmak” ve “kitlelerin uyanacağı günü beklemek” değil, reformist cendereden bunalmış, arayış içindeki güçlere bir çıkış yolu göstermektir. Seçimlere dair yapılacak değerlendirme de, seçim sonrası dönemin imkân ve fırsatlarını tespit ettiği, bizi çevreleyen bataklığı aşmanın yolunu gösterdiği, bu yolda atılacak somut adımları tarif ettiği oranda anlamlıdır.
Hükümet Zayıflarken Devlet Koalisyonu Daha Parçalı ve Daha Çekişmeli Hâle Geliyor
2023 seçimleri Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde debelendiği rejim krizinden ve içsavaştan bağımsız ele alınamaz. Seçimler rejim krizine de içsavaşa da son veremezdi, vermedi. Bilakis, rejim krizi ve içsavaş seçimlerin sonuçlarını belirledi. Bununla birlikte seçimler sadece siyasi tabloyu bir ayna gibi yansıtmadı. Seçim süreci ve sonuçları rejim krizini derinleştirdi ve içsavaşı iyice içinden çıkılmaz hâle getirdi. Dün devrimci duruma yol açan dinamikler bugün daha da güçlenmiştir.
Devrimci durumun bir koşulu yönetenlerin eskisi gibi yönetememesidir. Yönetenlerin bir ayağı elbette hükümettir, daha somut konuşmak gerekirse Erdoğan’dır. Reis-i cumhur koltuğundan seçimle indirilemeyeceği için onun tekrardan seçimleri kazanması bir başarı ölçütü değildir. Erdoğan seçimlerden zayıflayarak çıktı. En büyük sermayesi olan partisi 2002’deki oy oranına geri döndü. Daha da önemlisi beş yıl öncesinde sadece MHP’ye bağımlıyken, şimdi aynı sonucu sadece Yeniden Refah’a ve Hüda-Par’a yaslanarak değil, Sinan Oğan’a muhtaç kalarak, üstelik ikinci turda alabildi. Cumhur İttifakı, Millet İttifakı gibi politik çizgisi sulanmış bir benzemezler koalisyonuna döndü. MHP’nin bu koalisyondaki ağırlığı hem oy oranı hem de vekil sayısı bakımından arttı.
Yeni güç dengesi daha da zayıflayan bir hükümet, daha sık değiştirilen bakanlar anlamına gelir. Devlet zaten her zerresine kadar bir koalisyona dönüşmüştü. Şimdi bu koalisyon daha geniş, parçalı ve çekişmeli bir hâl alıyor. Önümüzdeki dönem devlet içindeki kilitlenme ve felç olma hâli sadece korona salgını yahut Kürdistan depremi gibi şoklarda değil daha sıradan gelişmelerde de açığa çıkacaktır. Zayıflayan Erdoğan siyasi ihtiyaçları doğrultusunda devleti işletebilmek için parti ve devlet içindeki her gelişmeye daha da görünür bir biçimde müdahil olmak zorundadır. “Gönderilemeyen diktatör Erdoğan” sorunu daha da hissedilir şekilde gündemde kalacaktır.
İçsavaş ve Anayasa Krizi
Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğinin en açık kanıtlarından biri Türkiye’de süregiden içsavaş olsa gerek. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Erdoğan’ın başlattığı içsavaş onun koltuğunu korumasını sağladı ama koltukta kalmanın bir de bedeli vardı: MHP’ye önce siyasi sonra da her bakımdan teslimiyet. Erdoğan MHP’ye mecbur kaldıkça merkezdeki bir kitle partisi olarak işleyen AKP’nin zayıflayışı hızlandı. Başından beri durumun farkında olan Erdoğan ise kâh işbirlikçi bir Kürt partisi yaratarak, kâh İyi Parti’ye göz kırparak, kâh demokratik anayasa müjdeleri vererek içsavaşa kademeli olarak son vermeye, MHP’ye olan bağımlılığını azaltmaya çalışıyor. Seçimle birlikte MHP’nin ittifak içindeki ağırlığının artması Erdoğan’ın MHP’den kurtulma, içsavaşa son verme ihtiyacını yakıcılaştırırken, MHP’nin yumuşama girişimlerine taş koyma kapasitesini de artırıyor. Bu koşullar altında içsavaşın bitirilmesi mümkün değildir. Cumhur İttifakı içindeki çatışmaların artarak yönetememe krizinin derinleşmesi de cabasıdır.
Yönetememe krizi kendini aynı zamanda bir anayasa krizi olarak da belli ediyordu. 2017 referandumu yeni bir rejim kuramamış, hatta yaptığı değişikliklerle eski rejimi iyice içinden çıkılmaz hâle getirmişti. Bir süredir uykuya yatmış görünen anayasa krizi, 2021’de Erdoğan’ın MHP’den kurtulma girişimlerinin bir parçası olarak tekrar gündeme girdi. 28 Mayıs sadece Erdoğan’ın MHP’den kurtulma mecburiyetini, anayasanın önüne koyduğu yüzde 50+1 şartını ortadan kaldırılmasının aciliyetini artırmadı; Erdoğan’ın önüne bu seçimde de karşısına çıkmış yeni bir anayasal sorun daha dikti: Bir kişinin en fazla iki kere cumhurbaşkanı olabileceği hükmü bile tek başına anayasa değişikliğini zorunlu kılan bir sorundur.
Erdoğan’ın bir “tek adam rejimi” yahut “islamcı-faşist” bir “şeflik sistemi” kurduğuna, anayasanın Türkiye’de anlamsız bir kağıt parçası olduğuna inananlar açısından anlaşılmaz ve açıklanamaz olsa da, önümüzdeki dönemde anayasa değişiklikleri ana gündemlerden biri olacaktır. Gelgelelim, mecliste “dört yüz sağcı-İslamcının” birleşip anayasayayı değiştireceklerini savunanların hezeyanlarının aksine, meclis aritmetiği nedeniyle Erdoğan’ın anayasanın herhangi bir maddesini halkoyuna sunmaya gücü yoktur. Dahası MHP’ye yeni tavizler verip onu yanına çekse de, MHP’yi dışarıda tutup Millet İttifakı’nın diğer bileşenlerinin tümünün desteğini alsa da üç yüz altmışı bulamamaktadır. 2023 seçimleri hem anayasa değişikliğini kaçınılmaz bir gündem olarak dayatmış hem de onu değiştirme imkanlarını iyice ortadan kaldırmıştır.
Yalpalayan Cambazın Yeni Kabinesi
Erdoğan’ın yeni kabinesinin bileşimi onun içinde bulunduğu sıkışık durumu yansıtıyor. MHP’nin kabinedeki uzantısı Soylu’yu görevden aldı, “çözüm süreci”ni yürütenlerden Fidan’ı dışişleri bakanı, ABD merkezli finans-kapital çevrelerinde “itibarı” olan Şimşek’i maliye bakanı yaptı. Merkez Bankası’nın başına da beratlarını ABD’den almış bir finansçıyı getirdi. Kürtlerin kabine içindeki oranı da eskisine kıyasla daha fazladır. Yeni kabine kimileri tarafından “OHAL hükümetinin bitişi” kimileri tarafından “devlet ciddiyetinin ve liyakat”ın geri dönüşü, kimileri tarafından da seçimleri geride bırakan Erdoğan’ın, emekçilere saldıracağının işareti olarak değerlendirildi. Tam tersi bir vurguyu yapanlar da vardır şüphesiz. Onlar da “Erdoğan’ın popülist politikalarının” iflas ettiğini, ekonomik gerçeklerin Erdoğan’ı uluslararası sermayeye teslim olmaya ittiğini söylemektedir. Görünüşte zıt pozisyonları savunan her iki kesimin ortak paydası liberalizmdir. Birinci kesim, ülkedeki siyasi iktidarın ölçütü ve teminatının seçim sonuçları olduğunu düşündüğünden, seçim zaferiyle birlikte, Erdoğan’ın iktidarını perçinlediğini artık MHP’ye ihtiyaç duymadığını ifade ediyor. Liberalizme iman eden diğer kesimse piyasa tanrısının kurallarına karşı çıkanların er geç cezalandırılacağına inanıyor. Bu liberaller önümüzdeki sürecin çatışmalı, daha da önemlisi çelişkili karakterini kavrayamazlar.
Her şeyden önce Erdoğan’ın liberalleri dehşete sürükleyen “saplantılı ekonomi politikaları” Mehmet Şimşek’in 2018’de kabineden ayrılmasıyla değil 2013’te başlamıştır. O zamanlar Şimşek tam yetkili bir biçimde hükümette yer alıyordu. Benzer bir durum Fidan için de geçerlidir. O ve istihbarat teşkilatı da son on yıldaki Kürtlere karşı geliştirilen işgal ve imha politikalarında en az Soylu kadar pay sahibidir. O hâlde hükümet bileşenleri yepyeni politikaların ilkeli yürütücüleri değillerdir. Hükümetin yönelimini değiştirmeye muktedir olmadıkları gibi her politikaya ayak uyduracaklardır.
Yeni kabinenin ABD’yle arayı düzeltme, “ekonomik rasyonaliteye dönüş”, içsavaşın hızını kesme kaygıları taşıdığı açıktır. Bu kaygılara Rusya’nın Suriye’de barış için bastırması, Kürdistan’a yönelik seferlerin beklenen zaferi getirmemiş olması, 2013-2023 arasında uygulanan devletin artan borçluluk oranının Erdoğan’ın ekonomideki manevra kabiliyetini azaltması yol açmıştır. Bununla birlikte kaygı taşımak, niyet etmek, hatta adım atmak başka bir şeydir sonuç almak başka bir şey. Erdoğan’ın demokratikleşme, yumuşama, anayasa girişimine set olan etmenler devletlerarası ilişkiler ve ekonomideki “normalleşmeye” de set olacaktır.
Erdoğan Rusya tarafından Suriye ile barışa zorlanırken, tümüyle teslim olmamak için ABD’yle ortak hareket etmek zorundadır. Ama Ukrayna’da da ABD’nin istediği pozisyona gelmesi Rusya’nın basıncı nedeniyle mümkün değildir. Ayrıca zamanında Erdoğan’ın ABD’den değil ABD’nin Erdoğan’dan vazgeçtiğini, İmralı’daki çözüm masasını Kürtlerin değil bu süreçten zarar gören Erdoğan’ın tekmelediğini unutmamak gerekir. O bakımdan ABD-Erdoğan ilişkilerinde önemli olan Erdoğan’ın ABD’ye zeytin dalı uzatması değil, ABD’nin on üç yıl önceki yönelimini değiştirip Erdoğan’ı “deliğe süpürmekten” vazgeçmesidir. Bu sürede yaşananların böyle bir yönelim değişikliğini kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırdığı bellidir. O halde Erdoğan’ın uluslararası planda “barış” ve “normalleşme” girişimlerinin bir sonuç alamadığı gibi onun keskin “anti-emperyalist” söyleminin de yumuşamasına böylelikle Cumhur İttifakı’nın en önemli harcının zayıflamasına da yol açacaktır.
Erdoğan’ın asgari ücret, EYT türü konulardaki tavizkar tutumu sadece seçim kazanmaya yönelik kısa vadeli bir rüşvet değil onun bir emekçi isyanının önünü kesmek için izlediği uzun vadeli bir politikadır. Seçimlerden sonra, üstelik yerel seçimlere dokuz ay kalmışken, çözülen seçmen tabanını etrafında tutma, emekçi eylemlerinin önünü kesme ihtiyacı azalmamış artmıştır. Bununla birlikte, on yıldır kriz tellallığı yapanlar nedeniyle ekonomik kriz kavramını anlamını yitirdiği, cahil cesaretiyle kur yükselişinden enflasyon artışına her gelişme krizin kanıtı olarak sunulduğu için gözardı edilen ve “sahici” bir ekonomik krizin yolunu döşeyen bir başka gelişme daha yaşanmaktadır. Türkiye’de 1994 ve 2001’dekine benzer bir krizin ve iflas dalgasının yaşanmasını engelleyen şey devletin manevra kabiliyeti ve sunduğu kredi olanaklarıydı. Bunu mümkün kılan ise devletin düşük borçluluk oranıydı. Gelgelelim siyasal rejimi değiştiremediği gibi sermaye birikim rejimini de değiştiremeyen Erdoğan’ın ayakta kalmak için devlet imkanlarına yaslanarak uyguladığı politikalar cambazlığın ötesine geçmedi ve adım adım devletin borçluluk oranını da arttırmaya başladı. Henüz bir ekonomik krizden söz etmek için erken olsa da, devletin borçlanmasını düşürmeye yönelik “rasyonalite” ihtiyacı ile bir emekçi isyanının önünü kesmeye yönelik “sosyal politikalar” arasındaki çatışma önümüzdeki dönemde yeni bir kriz dinamiği doğurmaya adaydır.
Cambaz zorda
Erdoğan’ın “normalleşme” yönündeki adımları yeni değildir, en azından iki yıllık bir evveliyatı vardır. 2021 başında Köz sayfalarında içsavaştan vazgeçemeyen Erdoğan’ın yalpalayışını ve sonuçlarına işaret etmiş, şiddet politikalarının öfkeyi büyüteceğini ama sonuç alamayacağını, yumuşama girişimlerinin ise sempati toplayamayıp zayıflık belirtisi olarak görüleceğini yazmıştık. 2021-23 arasındaki dönemde “demokratikleşme” yönündeki girişimler daha başlamadan ezilmişti. MHP ile kurulan mesafeli ilişkiden görünen o ki önümüzdeki süreçte aynı kararsız politikanın normalleşme adımlarının ağır bastığı ve yine sonuç alamadığı dönemi izleyeceğiz. Tereddütlü şiddet muhalif yığınları teslim alamamış tersine öfkelerini büyütmüştü. Önümüzdeki dönem Erdoğan’ın tereddütlü reformlarıyla kendi pozisyonunu daha da zayıflatacağını, bu adımların emekçileri harekete geçirici etkisini yaşayarak göreceğiz.
Karşımızda bir diktatör değil diktatör taslağı, bir denge politikacısı, siyaset ustası değil bir cambaz var. Cambaz sözcüğünün aslı “canbaz”dır ve canıyla oynayan anlamına gelmektedir. Canbazın tereddütleri ve yalpalayışı artmıştır. Canbaz zordadır.
Amerikancı Muhalefetin Başarısızlığı ve Israrı
Yönetememe krizinin ikinci ayağı Amerikancı muhalefetin durumudur. Tek adam rejimi, faşist şeflik sistemi vs. safsatalarının aksine bugünkü rejim yeni bir rejim değildir. 12 Eylül’de kurulan rejim hâlâ ayaktadır. Rejimin mimarları ve asıl sahipleri ise ABD emperyalizmi, TÜSİAD ve Türk Silahlı Kuvvetleri/OYAK’tır. Son on yıldır Erdoğan’ın hükümette kalması bu kesimlerin tercihi ve onayıyla değil, onların krizinden ötürü hatta onlara rağmen gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Erdoğan’ın hükümetten gönderilemeyişi rejimin sahipleri, bu anlamda “asıl yönetenler” bakımından da bir yönetememe krizine işaret ediyor. Bu kesimlerin 2023 seçimlerinden beklentisi Erdoğan’dan kurtulmak ve eski düzeni yeniden tahkim etmekti. Bu kesimlerin seçimlerdeki temsilcisi Millet İttifakı, özel olarak da Amerikan emperyalizminin bir numaralı operasyonel aygıtı CHP idi. Altılı Masa’nın “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” mutabakatı rejimin sahiplerinin beklentilerini yansıtıyordu. Çivisi çıkmış 12 Eylül rejimine çeki düzen verme yönünde umutsuz bir girişimdi.
Amerikancı muhalefetin parlamenter yolla restorasyonu sağlama projesi bir kez daha başarısız olmuştur. Büyük tantanalarla kurulan Altılı Masa, tumturaklı mutabakat metinleri, adayın birinci turda netleştirilmesi, 2018’in aksine masadan kalkan Meral Akşener’in tekrar masaya oturtulması, YSP’nin ilk kez açıktan Millet İttifakı’na destek vermesi, destek vermekle kalmayıp Kılıçdaroğlu’nu cumhurbaşkanı yapmak için canla başla çalışması sonucu değiştirmemiştir. Dahası Emek Özgürlük İttifakı’nın oyu çıkarıldığında Kılıçdaroğlu’nun birinci ve ikinci turda aldığı oy 2018’de İttifak bileşenlerinin, 2014 Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aldığı oydan daha düşüktür. Tersinden 2014’te ve 2018’de Amerikancı muhalefetin aldığı oylara Demirtaş’ın oyları eklendiğinde karşımıza bugünkünden daha büyük bir yekûn çıkmaktadır. Kısacası yaratılan tüm beklentilere rağmen ortada büyük bir başarısızlık söz konusudur. Amerikancı muhalefetin parlamenter yollardan hükümetten kurtulamayacağı bir kez daha görülmüştür.
Amerikancı muhalefetin seçimlerdeki başarısızlığı onun Venezuela’dakine benzer bir yöntemle sokağı kışkırtarak Erdoğan’ın karşısına çıkacağı anlamına gelmez. Türkiye Şili yahut Brezilya değildir, Venezuela hiç değildir. Bu topraklarda ehilleştirilememiş devrimci dinamikler dünyanın geri kalanından hem daha yaygın hem de daha güçlüdür. Bu koşullar altında muhalefet yenilen pehlivan misali yeni seçim zaferleri peşinde koşacak, yani sonuç alamayacağı belli restorasyon hayallerini körüklemeye devam edecektir. Hükümet zayıflarken burjuva muhalefetinin sonuç alamayacağı belli stratejilere saplanması yönetememe krizini derinleştiren ayrı bir etmendir.
Muhalefetin Tabanı Teslim Olmuyor Pes Etmiyor
Seçimler yönetilenler cephesinde de tabloyu hükûmet yahut istikrâr yönünde değiştirmedi. 12 Eylül cuntası, uyguladığı baskıyla muhalefetin sesini kesip onu en azından belli bir süreliğine teslim alabilmişti. Bugünkü hükûmet ise içsavaş koşullarında, parçalanmış devlet aygıtına yaslanarak 12 Eylül’e kıyasla çok daha yüksek dozda bir şiddet uygulasa da amacına ulaşamıyor. 1982 Anayasa referandumunda cunta rejimi yüzde doksan iki evet oyu alırken bugün Erdoğan birinci turda yüzde elliyi geçemiyor. Türkiye’de Erdoğan’ın karşısında yer alan emekçi yığınlar hiçbir koşul altında teslim olmuyor. Sadece bu bakımdan bile Erdoğan’ın Türkiye’deki pozisyonunun Putin’in Rusya’daki pozisyonuna benzemesi mümkün değildir.
Dahası baskılardan yılmadan Erdoğan’ın karşısında duran bu kitle sadece öfkeli bir seçmen topluluğu da değildir. Dünyanın en yaygın ve kitlesel 1 Mayısları hâlâ Türkiye’de kutlanıyor. Newroz’lar sadece Kürdistan’ın kuzeyinde değil Türkiye’nin metropollerinde de kitlesel emekçi mitingleri olarak gerçekleşiyor. Kendini on yıl önce Gezi’de, sonrasında Kobâne ayaklanmalarında ve hatta Kürdistan’ın kuzeyindeki şehir savaşlarında ifade eden öfke ve enerji hâlâ yerli yerindedir. Bugün bu öfkenin kendini eylemli bir şekilde dışa vurmaması solda hâkim olan siyasi eğilimin bilinçli tercihinin sonucudur.
Yerinde Sayan Sosyalist Hareket
Sosyalist hareketse seçimlerde yerinde saydı ama ortada büyük bir kayıp yoktur. Emek Özgürlük İttifakı’nın oy oranı 2018’deki HDP’nin oy oranına göre sadece yüzde 1,2 azaldı. Sosyalist Güç Birliği’nin aldığı oylar da hesaba katıldığında toplam kayıp yüzde birin altındadır. Eksilen vekil sayısı da fazla değil, iki tanedir. YSP vekil sayısı bakımından mecliste yine üçüncü sıradadır.
Yeni meclisi tarihin en gerici, karşı-devrimci meclisi olarak görenlere de kulak asmamak gerekir, zira, burjuva diktatörlüğünün meclisinin bileşimine göre devrimci/karşı devrimci karakter kazanabileceğini savunacak kadar parlamentarist olmaları bir yana, bu kesimler elinde Koçgiri’nin Dersim’in kanı olan Kemal Paşa’nın meclislerini devrimci görüp, Denizler’in idamını oylayan meclisi solun etkili olduğu bir meclis olarak tasavvur ederler. CHP’yi karşı devrimci görmeyen, sosyal demokrasinin bu gizli müttefikleri 93’te HEP’li vekilleri polise teslim eden, 95-2007 arasında içinde tek bir sosyalist vekilin bulunmadığı meclisleri de yeterince karşı-devrimci bulmazlar. Gerçek, bu kesimlerin göstermek istediğinin tam tersidir. Karşı devrimci niteliği sabit kalsa da, 7 Haziran 2015 sonrası meclisten sonra 2018’deki meclisle birlikte sosyalistlerin oranının en fazla olduğu meclistir bugünkü meclis.
Tüm bunlar göz önünde tutulduğunda ortada karalar bağlanacak bir yenilgi yoktur ama düzen partilerinin ipliğinin bu denli pazara çıktığı koşullarda yerinde saymanın kendisi başarısızlık olarak kabul edilmelidir. Kürdistan’da YSP’nin yüzde beş ila on arasında oy kaybetmesi, Diyarbakır’da CHP’nin onlarca yıl sonra ilk kez vekil çıkarması bu başarısızlığın en çarpıcı görünümleridir.
Başarısızlığın Sebepleri Doğru Yerde Aranmalı
YSP ve TİP’in ortak listeden girmemesi, Sosyalist Güç Birliği’nin Emek Özgürlük İttifakı’nın yanında ikinci bir sol ittifak olarak seçimlere katılması seçim başarısızlığında kuşkusuz pay sahibidir. Ancak bu grupçu yanlışlar milletvekilliği seçimlerinde, dar anlamda matematiksel hesaplarla ölçülemeyecek bir şekilde yol açtığı siyasi zaafiyet nedeniyle oyları düşürmüştür. Sol hareketlerin ortak bir blok olamayıp tek bir listeden aday çıkaramayışları, hele hele cumhurbaşkanı seçiminde bir burjuva adayın etrafında tartışmasız bir biçimde kenetlenen akımların, milletvekili seçimlerinde birbirleriyle rekabete tutuşmaları emekçilere güvensizlik aşılamıştır. Toplam sol oyların artmasını engellemesine şaşırmamak gerekir.
Gelgelelim milletvekili seçimlerinde yaşanan rekabet ve didişme, bir neden olmaktan çok bir sonuçtur. Seçimlerin ana gündemine, cumhurbaşkanı seçimine, yani Erdoğan sorununa, bağımsız bir iddia ve yanıt üretememenin sonucudur. “Erdoğan’ı biz göndeririz.” diyemeyip Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilen YSP, seçmenlerini Kılıçdaroğlu’nun partisi CHP’ye ve Kılıçdaroğlu şakşakçılığını kimseye bırakmayan TİP’e kaptırmıştır.
Bununla birlikte Emek Özgürlük İttifakı denilen garabet de gökten zembille inmedi. HDP’nin uzun dönemdir süren bir yöneliminin ürünüdür. 2019 seçimlerinden bu yana Erdoğan Millet İttifakı’nı HDP’ye yüklenerek sıkıştırdıkça, HDP Millet İttifakı’na zarar vermemek için sadece eylemli olarak değil ismen de mücadele alanlarından çekildi, toplumsal muhalefetin sesi olması için TİP’in önünü açtı. Emek Özgürlük İttifakı HDP’nin geri planda kalma tercihinin bir üst aşamasıydı. Adet yerini bulsun diye tekrarlanan “sokakta mücadele” iddialarını bir yana koyarsak, bu ittifakın seçim döneminde bir somut amacı daha vardı: HDP/YSP’yi bir ittifakın içine gömerek görünmez kılmak. Böylelikle hem Erdoğan YSP üzerinden Millet İttifakı’nı sıkıştıramayacaktı, hem de YSP açıktan Millet İttifakı’nı destekleme sorumluluğundan kaçmış olacaktı. Kılıçdaroğlu’na doğrudan değil bir ittifak dolayımıyla destek vermek, açıktan CHP-HDP arasında çöpçatanlığa soyunan TİP gibi davranmayan diğer akımların da işine geliyordu.
Asıl derdi mücadele değil kamuflaj, sorumluluk üstlenmek değil sorumluluktan kaçmak olan bir ittifakın içinde her türlü dar grupçu rekabetin hüküm sürmesi, ittifak politikalarının ve seçim taktiklerinin siyasi prensip ve hedeflerle değil kerameti kendinden menkul istatistikçilerin projeksiyonları ve senaryoları tarafından belirlenmesi doğaldır. Nihayetinde Emek Özgürlük İttifakı, onu kurup toparlayan YSP’nin ilan ettiği hedeflerin tam tersi bir sonuç üretti. Solda bir mücadele birliği yaratmak yerine eylemsizlik üretti, daha geniş bir seçmen havuzuna ulaşmak şöyle dursun emekçilerin HDP’de toplanmış oyları HDP ve TİP arasında bölündü, HDP’yi, YSP’yi bir Kürt partisi olarak yaftalamanın zemini oluştu. Dahası ortada bir yenilgi olmasa da tüm ittifakın oyları azaldı. Seçim süreci boyunca bir türlü bitmeyen, biteceğe de benzemeyen gerilim de cabasıdır.
Bununla birlikte TİP’in kendi dar grupçu hesapları nedeniyle Emek Özgürlük İttifakı’nı zayıflatmış olması meselenin en önemsiz kısmıdır. Zira hem çapı nedeniyle TİP’in verdiği zarar sınırlıdır, hem de hiçbir bağımsız siyasi iddiası olmayan TİP, ancak HDP/YSP onay verdikçe ve kendisine alan açtıkça var olabilecek bir partidir. YSP’nin oylarındaki asıl düşüşün sebebi gözler önünde dururken sorunu TİP’le açıklamaya çalışmak günah keçisi aramaktır. Oyların elitizm, amatörce çalışma, kendine propaganda yapmakla yetinmek, halka inmemek, sosyal medya fenomenliği, emeğin sorunlarını gündeme almamak gibi genelgeçer kusurlar nedeniyle düştüğünü söylemek seçim çalışmasını şevkle ve kararlılıkla yürütmüş militanları küçümsemek anlamına gelir.
Asıl neden gün gibi açıktır: HDP ve peşinde sürüklediği kesimler, birinci yahut ikinci turda CHP’ye destek sunmayı hedefleyen bir seçim çalışmasıyla bindikleri dalı kestiler. SHP’ye endeksli bir seçim çalışmasının sonuçlarının ne olduğu 2004 yerel seçiminde, AKP’yle arasını açmayan bir genel seçim çalışmasının hangi başarısızlıkları ürettiği ise 2007 seçimlerinde görülmüştü. YSP, Emek Özgürlük İttifakı aracılığıyla Altılı Masa’nın sol bacağı olmayı kabul ettiği için bir bütün olarak güç kaybetti. Şu ya da bu genel doğruyu öne çıkarıp bu asıl neden üzerinde konuşmayan herkes ise karar ve uygulama sürecindeki sorumluluğunu örtbas etme gayretinde, daha da kötüsü önümüzdeki yerel seçimlere aynı teslimiyetçi yönelimi bir kez daha dayatma niyetindedir.
Sosyalist Güç Birliği’nin Uğradığı Hasar Sayısal Değil Siyasaldır
Sosyalist Güç Birliği ise Emek Özgürlük İttifakı’ndan daha farklı bir kategoride değerlendirilmedir. Zira bu ittifakın bileşenlerinin son yirmi senedir aldığı toplam oylar üç aşağı beş yukarı aynıdır. 14 Mayıs bu tabloyu değiştirmedi. Bununla birlikte bu güç birliğinin aldığı hasar sayısal değil siyasaldır ve Emek Özgürlük İttifakı’nınkiyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür.
Sosyalist Güç Birliği’nin asıl hedefi seçimlere müdahale edebilmek değil seçim sürecinde gerek Millet İttifakı’nın estirdiği rüzgardan, gerekse de Emek Özgürlük İttifakı’nın çekim alanından korunmaktı. Gelgelelim türlü türlü bağımsızlık vurgularıyla kurulan bu ittifakın iki bileşeni kraldan çok kralcı bir biçimde Altılı Masa destekçiliğine soyununca Sosyalist Güç Birliği bileşenleri ne Millet İttifakı’nın girdabına kapılmaktan kurtulabildi, ne de Kılıçdaroğlu paydasında buluştuğu Emek Özgürlük İttifakı’ndan neden ayrı durduğunu açıklayabildi. Dahası bugüne kadar YSP’yi emperyalizmin, NATOcuların, IMFcilerin dümen suyuna girmekle eleştiren, böylelikle kendi ayrı varlığına gerekçe üreten Sosyalist Güç Birliği bileşenleri bu seçimde, “kefil olmuyoruz” diyerek tarafsızlığını ilan eden Türkiye Komünist Hareketi hariç, NATOcu Millet İttifakı’na oy toplamaya koyularak siyasal olarak kendilerini gereksizleştirdi.
Reformist Bir Parti İçinde Anti-faşist Cephe Örme Girişimleri Sonuçsuz Kaldı
Ezilenlerin Sosyalist Partisi ve Devrimci Parti, HDP bileşenleri arasında yer almalarına karşın seçim sürecindeki yönelimden rahatsız oldular, hatta bu yönelimin tam tersi bir çizgiyi savundular. Her iki akım da cumhurbaşkanı seçiminde bağımsız bir tutum izlenmesini gerektiğini savundu. Üstelik bu görüşlerini 2019 seçimlerindekine kıyasla daha erken ve daha belirgin dile getirdi. Ancak ne Köz’ün ortak aday çıkarma yönündeki çağrısına olumlu bir yanıt verebildiler, ne de kendileri cumhurbaşkanı seçimleri için önerdikleri tutumun pratikte takipçisi olup bir aday çıkarabildiler.
HDP içinde liberalizme karşı mücadele edip Kürt halkıyla ittifak kurarak anti-faşist devrimci bir mücadele verme iddiasındaki bu akımlar söz konusu süreçte tam tersi bir sonuçla karşılaştılar. Devletin yoğun saldırılarının, gözaltı ve tutuklama terörünün elde edemediği sonucu, Emek Özgürlük İttifakı’nın ve HDP’nin bağlayıcı kararları başardı. Her iki akım da bir parçası oldukları Emek Özgürlük İttifakı’nın ve HDP’nin eylem disiplinini cumhurbaşkanı seçimlerinde alınan karara uymayacaklarını açıklayacak kadar çiğnediler ama ayrı bir cumhurbaşkanı adayı çıkaracak, yahut Çetin Eren’i destekleyecek kadar çiğneyemediler. Müdahale etme iddiasıyla bir parçası oldukları yapının işleyişi ve bileşimi bu akımların cumhurbaşkanı seçiminde bağımsız bir çizgide eylemli bir şekilde hareket etmesini engelledi.
Öngörüsüzlüğün Kılıfı, Sorumluluktan Kaçmanın Aracı: “Seçimde Hile Var!”
Kemal Kılıçdaroğlu’nun başarısızlığı sol içinde hayretle karşılandı. Seçim sonuçları sadece Kılıçdaroğlu’na açıktan ya da mahcupça destek verenler açısından değil, Kılıçdaroğlu’na hiçbir koşulda destek vermeyeceğini ilan edenler açısından da sürpriz oldu. Zira onlar da Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanacağını ama Erdoğan’ın seçim sonuçlarını tanımayacağını, kitleleri galeyana getirecek bir seçim hilesi ve usulsüzlüğü yapacağını tahmin ediyorlardı. Bu yüzden sandık günü patlak verecek bir seçim isyanı beklentisi içindeydiler. Kimi akımlar daha sağlamcı hareket ederek “o da olabilir, bu da olabilir” çizgisinde “sermaye hükümeti değiştirmeyi de hedefliyor olabilir” şeklinde karnından konuşsa da, Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kazanamayacağını, cumhurbaşkanı seçiminde “Emekçi Seferberliği İçin Bağımsız Aday” çalışması yürüten Köz’ün ve Enternasyonal Komünist İşçi Birliği’nin dışında savunan yoktu.
Bu şaşkınlığın bir ürünü olarak soldaki akımların neredeyse hepsi bir kez daha “seçimlerin hileli” olduğu, sonuçların Erdoğan’ın memurları tarafından değiştirildiği açıklamasına sığındı. Ama eldeki veriler ve örnekler 2017 referandumundan da az olduğu için birinci turun hemen ardından yükseltilen hileli seçim değerlendirmeleri, ikinci turun ardından yerini “adaletsiz seçim” açıklamalarına bıraktı.
Dahası “Birinci turda bitirelim”ci pespaye CHP kuyrukçusundan “sosyal reformizmle seçim gecesi hesaplaşacağız” diyen keskin boykotçuya “seçimde hile var!” “hile olacağı zaten belliydi!” korosuna soldan katılanların hepsi seçim gecesi şaşmaz bir biçimde Kılıçdaroğlu’nun peşine takıldı. Kılıçdaroğlu seçim sonuçlarına itiraz etmeyince hiçbiri bağımsız bir eylem girişiminde dahi bulunmadı. Döne döne “seçimde hile oldu!” açıklamasına sığınanların bu konuda bir eylem yapmak için neden CHP genel başkanının adım atmasını bekledikleri elbette hazin ve açıklama gerektiren bir konudur.
Bugün seçimde hile yapıldığına yönelik iddialar bir oranda Türkiye’de seçim sürecinin nasıl işlediğine dair bilgisizlikten kaynaklanıyorsa, daha büyük oranda seçim sürecine yönelik isabetsiz değerlendirmelerin ve pompalanan temelsiz hayallerin üstünü örtme gayretini taşımaktadır. Bu tür açıklamalar seçimlerde hile yapan Erdoğan’ın neden bunu Cumhurbaşkanı seçimlerinde değil de milletvekili seçimlerinde yaptığını, bu hileyi yaparken neden AKP’nin değil de MHP’nin oylarını yüksek tutmaya gayret ettiğini izah edebilecek asgari tutarlılıktan dahi yoksundurlar.
Seçim Mekanizmasının İşlevsizleştiren Konspiratif Seçim Hileleri Değil Hükümetin Pervasız Usulsüzlükleridir
Türkiye’de seçimlerde sistematik bir baskıdan, usulsüzlükten ve hileden söz edilecekse bu girişimlerin belirleyici olma ihtimalinin olduğu tek bir coğrafya vardır, o da Kürdistan’dır. Kürdistan’ın kuzeyindeki seçim usulsüzlüklerinin nedeni de Erdoğan’ın “tek adam rejimi” değil, toprakları ilhak edilmiş bir ezilen ulusun varlığıdır. Hükümetlerden bağımsız olarak devlet Kürdistan’daki oy kullanma sürecine her zaman, bütün baskı aygıtlarıyla müdahale etmiştir. 2023 seçimleri de bunun istisnası olmamıştır. Ancak Kürtlerin örgütlü gücü bugün bu girişimleri her zamankinden fazla boşa çıkarmıştır. Nitekim seçimlere müdahale etme imkanının en fazla olduğu Kürdistan’da Erdoğan, üstelik HÜDA-PAR’a verilen vekilliklere karşın, en ufak bir başarı dahi elde edememiştir. Tüm kayyımlara ve açık işgal politikalarına karşın Kürdistan sathında geçelim düşüş aşamasında olduğu 2014’teki oylarına ulaşmayı 2017 referandumunda aldığı oyların bile gerisinde kalmıştır. HDP’yi Türk solunun maşası olmakla suçlayan pek Kürdistani Hüda Par’ın dört vekilinden sadece ikisi Kürdistan’dan seçilirken, genel başkanı İstanbul’dan, Diyarbakır il başkanı ise Mersin’den vekil seçilebilmiştir.
Seçimlere hile karıştırmak, kapsamlı ve konspiratif boyutu yüksek bir eylemdir. Geçelim devleti kendi partisi içindeki denetimini yitirmiş, parti içinde hiçbir sır tutamayan Erdoğan’ın partisinin ve devletin beceriksizlikleri son deprem sürecinde gözler önüne serilmiştir. Böyle bir hükümetin seçimlere hile karıştıracak kudreti yoktur. Seçimlere müdahalesi 2019 İstanbul seçimlerinde olduğu gibi, yani devlet içindeki mevzilerine yaslanıp kurumları talimatla çalıştırarak gerçekleşmektedir. Gerektiğinde seçimleri tekrarlatan Erdoğan’ın, gerekirse seçim sonuçlarını kabullenmeyeceğine şüphe yoktur. Bunun için Erdoğan’ın sandıktan yenilgiyle çıkacağı bir seçimi de beklemeye gerek yoktur.
İmamoğlu’nun başının üzerinde sallanan iki yıllık ceza, Anayasa’daki iki dönem cumhurbaşkanlığı maddesinin delinmesi, seçim kanunun usulsüzce yürürlüğe sokulması Erdoğan’ın 2023 seçimlerine müdahalesinin ana araçlarıydı. Amerikancı muhalefet ve peşinde sürüklenenler Erdoğan’ın yaptığı asıl müdahalelere ses çıkarmadı, eylemsizliğini de Erdoğan’ın çapını aşan seçim hileleri hakkında teoriler üreterek lafazanca örtmeye çalıştı.
Emperyalist Paylaşım Kavgasını Kavramayanlar Şaşkınlık İçinde
Olağan işleyişlerinde burjuva demokrasilerinde seçimler elbette sürprizli, sonuçları önceden kestirilemeyecek süreçlerdir. Devrimcilerin görevi ise anket şirketlerini, stratejik araştırma merkezlerini ikame edip seçim sonuçları hakkında daha isabetli tahminlerde bulunmak değildir. Gelgelelim Türkiye’de hüküm süren burjuva demokrasisi uzun bir süredir olağan bir burjuva demokrasisi olmaktan çıkmış, kriz içinde debelenmektedir. Bu nedenle 2023 seçimlerinin sürprizli, “o da olabilir bu da olabilir” diye gevelenecek bir sonucu yoktu. Seçimleri Erdoğan’ın herhangi bir hileye dahi gerek duymadan kazanacağı açıktı. “Erdoğan seçimleri kaybedecek” görüşü solu teslim almışken, Köz tüm seçim sürecinde Erdoğan’ın muhaliflerinin seçimleri kazanamayacağını ısrarla hatırlattı. Bu farklılık sınıf mücadelesinin dünyada ve Türkiye’deki seyrinin kavranışına dairdi. Biçimsel değil esasa dair olan farkları şu şekilde sıralamak mümkün:
Birincisi, Köz Türkiye üzerindeki siyasal gelişmeleri değerlendirirken emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını temel almaktadır. ABD emperyalizminin gerilediğini, mevzi kaybettiğini, projelerinde başarısızlığa uğradığını, bu durumun emperyalistler arası paylaşım kavgasını daha da keskinleştirdiğini saptamaktadır. Solun ezici kesimi ise ya emperyalizm kavramını tedavülden kaldırıp Türkiye’nin “Batı Demokrasi”lerinden kopmasına veryansın etmektedir, ya da her şeye kadir bir ABD’nin çekip çevirdiği kolektif bir emperyalizm tahayyül etmektedir. İdeolojik gıdalarını liberal muhalif aydınlardan alan daha dar bir azınlık “Amerikan Hegemonyası’nın Gerileyişi” tekerlemesini sıkça tekrarlamakla birlikte ABD emperyalizminin gerileyişinin Türkiye’deki sonuçları hakkında düşünmeyi reddetmektedir.
İkinci fark ABD’nin Türkiye’deki uzantılarına ve Erdoğan’la ilişkisine dairdir. Köz 2010’dan beri ABD emperyalizminin Erdoğan’ı önce dengelemek sonra da değiştirmek için planlar yaptığını, bunun için de elinde kalan en önemli aracın CHP olduğunu, CHP’nin ABD’nin bir numaralı operasyonel aygıtı olduğunu belirtiyor. Buna karşılık soldaki hâkim görüşler ABD’yi, yahut genel olarak “emperyalizm”i bir tür her şeye kadir kukla oynatıcısı olarak görmektedir. ABD hem Erdoğan’ı hem CHP’yi hem de Türkiye siyasetindeki diğer unsurları yönlendirmektedir. Kimi zaman 2016’da olduğu gibi başarısız darbeler düzenleterek Erdoğan’ı korkutmakta, kimi zaman 2019’da olduğu gibi belediyeleri Erdoğan’ın elinden alarak onu hizaya çekmek istemektedir. “TÜSİAD istese Erdoğan’ın ipini bir günde çeker” yavanlıkları da aynı kavrayışsızlığın ürünüdür. Bu kesimler açısından Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini bekletmesi, olağan ve abartılmaması gereken bir gelişmeyken, Biden’ın Erdoğan’ı mesafeli bir biçimde tebrik etmesi ABD’nin Erdoğan hükümetinden duyduğu memnuniyetin açık bir kanıtıdır.
Bu türden analizleri yapanların ABD emperyalizminin gerilediğini, onun uzantısı olan TÜSİAD’ın etkisizleştiğini bu nedenle de bu iki kesimin rotasını çizdiği CHP’nin seçimlerde başarı kazanma şansının olmadığını görmesi elbette mümkün değildir.
Şaşıranlar Kapitalist Sömürüyü ve Krizi Sosyal Demokratça Kavrayanlardır
Üçüncü farklılık kopartılan marksizm dışı ekonomik kriz vaveylasına ve “neo-liberal saldırılar” safsatasına ilişkindir. Köz dünya kapitalizminin on yılları aşkın bir süredir bir darboğazın pençesinde debelendiğini, bu darboğazın dünya çapında para-sermayeyi bollaştıran politikaları aynı zamanda devleti büyüten Keynesçi, sosyal-devletçi uygulamaları dayattığını saptadı. Bu durumdan Türkiye’ye dair iki sonuç çıkardı: Birincisi uluslararası kapitalizmin yönelimleri ve ihtiyaçları nedeniyle Türkiye’nin ödemeler dengesinde, dolar kıtlığından kaynaklanan bir “ekonomik kriz” yaşanma ihtimali düşüktü. İkincisi, tam da bu uluslararası aşırı birikmiş sermaye nedeniyle, Tayyip Erdoğan’ın devleti büyüterek karşısındaki sermaye gruplarına saldırmaya, geleneksel burjuvazinin uzantısı kesimlerin ve işçilerin örgütlü kesimlerinin ayrıcalıklarını törpülerken, ağırlıklı olarak kendi seçmen tabanından oluşan işçi sınıfının ayrıcalıksız kesimlerine kırıntılar dağıtmaya yönelik girişimlerinin maddi zemini vardı. Marksizmi değil burjuva iktisatçıları rehber edinen sol akımlar ise bu olgulara gözlerini kapadı. Kriz hamasetinden beslenme ve güç kazanma umuduyla Türkiye’de ne zaman başladığı, ne zaman bittiği belli olmayan bir “ekonomik kriz”in hüküm sürdüğünü ilan ettiler. Böylece farkında olmadan döviz kurunda ve enflasyonda istikrarı savunmayı meslek edinen burjuva ideologlarının analizlerini emek ve sosyalizm kalıplarıyla işçi sınıfı içinde tekrarladılar. Bu kesimlerin CHP’nin savunduğu köhnemiş sermaye politikalarının emekçilerde yaratacağı tepkiyi anlaması da mümkün olmadı. Nitekim şimdi hepsi seçim sonuçlarını açıklamak için yine ABD menşeli “dünya çapında popülizmin yükselişi” teorilerine sarılıyorlar.
Dördüncüsü ekonomik krize dair kopartılan tantananın sonuçlarına ilişkindir. Kriz hamasetinden medet umanların aksine Köz, maddi temeli olsun olmasın, kriz edebiyatının yaygınlaşmasının muhalefete değil hükümete hizmet edeceğini tespit etti. İşçilerin kendilerini tehdit altında ve çaresiz hissettiği zaman değil güçlü hissettiği zaman harekete geçeceğinin altını çizdi. Benzer bir tespiti, bugün deprem bölgesindeki oy dağılımına şaşıranların aksine, Kürdistan depreminin ardından da tekrarladı. Krizin hükümeti süpüreceği masalları anlatanların, ki aynı kesimler bugün de seçim sonrası hükümeti büyük bir ekonomik yıkımın beklediği tesellisiyle avunmaktadırlar, aksine Köz kriz feryatlarının hükümetin elini güçlendireceğini ifade etti. Nitekim, deprem bölgesinden gelen sonuçların doğruladığı gibi, tam da öyle oldu. Kriz tamtamları çalanlar emekçilere “belirsizlikten kaç, istikrara sarıl” mesajı vererek kendi destekçilerinin eylem yapma kapasitesini kırdı, hükümetin yalpalayan destekçilerini de, belirsizlik korkusuyla ne yapacağı belirsiz bir muhalefet yerine yirmi yıldır yaptıkları belli olan hükümete oy vermeye itti.
Şaşıranlar Solun Gücünü Görmeyenlerdir
Beşincisi solun durumuna dairdir. HDP’yi sosyalist hareket olarak görmeyenlerin yahut sol akımlarla devrimci akımlar arasında bir fark gözetmeyenlerin aksine Köz ısrarla Türkiye’deki solun tarihinin en güçlü ve belirleyici döneminde olduğunu vurguladı. Solun gücünün ve tabanındaki devrimci dinamiklerin, bu hareketlerin tüm uzlaşmacı yönelimlerine rağmen, sol akımların burjuva partileriyle ortak bir cephede buluşmasını, ortak ve etkili bir seçim kampanyası yürütmesini imkansız hale getirdiğine dikkat çektik. HDP’nin militan tabanının üzerinde özellikle durduk. Solun seçimlerde düzen partilerinin peşine takılmasının bu nedenle sadece sınıf işbirliği anlamına gelmediğini aynı zamanda olmayacak duaya amin demek olduğunu savunduk.
Sadece solun bağımsız hareket etmesi için imkanların her zamankinden fazla olduğunda değil, solun seçimlerde ve sonrasında düzen partilerinden bağımsız hareket etmeye mecbur olduğunda da ısrar ettik. Sol akımlar ise solun bu gücünün farkında olmadıkları için, ama daha çok da bu gücün yüklediği devrimci sorumluluklardan kaçmak istedikleri için, solun gücünden değil güçsüzlüğünden, cumhurbaşkanı seçiminde düzen partilerinden bağımsız davranmanın zemini olmadığından dem vurarak burjuva partilerinin kuyruğuna takılmanın mazeretlerini ürettiler, yahut bu mazeretleri zımnen onayladılar.
Solun seçim sonrası şaşkınlığı bu nedenle “halkın nabzı”nı tutamama, yahut siyasi gelişmeleri okuyamama kusurlarına değil daha köklü bir zaafa işaret eder. Sağlam programatik temellere sahip olmayanlar marksizmi değil sosyal-demokrasiyi rehber edinecekler, burjuva ideologlarının manipülasyonlarına ve kaygılarına bağlı olarak o uçtan bu uca savrulacaklardır.
Doğru Politikalarla Seçim Zaferi Arayanlar
Burjuva siyasetinde her seçimin ardından “bizi dinlemediğiniz için seçimleri kazanamadınız” diyen akıl hocalarının mevsimi başlar. Her birinin ayrı parlak önerileri vardır: Kimileri doğru ve ilkeli bir seçim ittifakı kurmayı, kimileri Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu ya da Yavaş’ın aday olmasını, kimileri Ümit Özdağ’a yanaşmamak gerektiğini, kimileri emekçilerin ekonomik sıkıntılarını daha fazla vurgulayan bir kampanya yürütmek gerektiğini ileri sürmektedir. Oysa Amerikancı Muhalefetin seçim başarısızlığından yola çıkıp şu ya da bu seçim politikasıyla Erdoğan’ı sandıkta mahkum etmenin mümkün olduğunu söylemek varılacak en yanlış sonuç olur.
Burjuva muhalefetine akıl hocalığına soyunan bu kesimlerin bir de sosyalistler arasında “beni dinlemediniz!” diyen YSP’nin içinde ve dışındaki, Emek Özgürlük İttifakı’nın yahut Sosyalist Güç Birliği’nin yörüngesinde dolanan, şikayetçi versiyonları da vardır. Bu kesimler de aynı saptamada buluşmaktadırlar: CHP’den uzak durulsa, bağımsız bir Cumhurbaşkanı adayı çıkarılsa, bir emek cephesi oluşturulsa Erdoğan’ı yenmek mümkün olurdu. Nitekim aralarında Erdoğan’ın seçmeninin aslında işçilerden olduğunu keşfedenlerin, HDP’nin aday çıkardığı koşullarda Ümit Özdağ ve Sinan Oğan’ın ikinci tur öncesindeki avantajlı pozisyonuna kavuşup pazarlık yapacağını savunan akıldanelerin, “biz yüzde doksan dokuzuz” söylemiyle AKP seçmeniyle kardeşleşme, onları kazanma hayalleri kuran ithal ikamecilerin bulunduğu tüm bu kesimlerin hepsi Erdoğan’a karşı “kazanmanın bu kadar kolay olduğu bir seçimi kaybettiği” için Kılıçdaroğlu’nu beceriksizlikle yahut satılmışlıkla, aslında seçimleri kazanmak istememekle, Kılıçdaroğlu’nun peşinden giden solu ise akılsızlıkla suçlamaktadırlar.
Tekerlek kırıldıktan sonra üst perdeden konuşmaya başlayanların bu denli çok olması sol içinde parlamentarizmin ne denli kök saldığına ayna tuttuğu gibi siyasi mücadeleyi öneri yapmakla ve veryansın etmekle karıştıran geniş bir kesimin bulunduğunu da gösterir. Yanlış öncüllerden ve siyaset anlayışından doğru bir analizin çıkma ihtimali yoktur elbette. Cumhurbaşkanı seçiminde şikayet etmek yerine Köz’ün “düzen partilerinden bağımsız aday çıkarma” yönündeki çağrılarını neden yanıtsız bıraktıkları, yahut kendi bildikleri yolda neden harekete geçmedikleri merak konusu olan bu kesimler, biri burjuva demokrasilerine dair genel, diğeri Türkiye’deki sınıf mücadelesinin seyriyle ilişkili, iki temel gerçeği hasır altı etmektedir.
Burjuva demokrasileri biçimsel olarak kapitalistlerle emekçileri seçmen statüsünde eşitliyormuş gibi görünse de, aslında işçi hareketinin mücadeleci kesimiyle burjuva ve küçük burjuva yığınların atıl ve korku dolu kesimlerini, daha da önemlisi işçi ve emekçilerin bilinçsiz ve örgütsüz çoğunluğunu birer oyu olan seçmen statüsünde eşitler. Bu düzlemde çoğunluğu elde etmek, gerici ve bilinçsiz kesimlerin suyuna giderek mümkün olabilir. Her toplumda hâkim fikirler hâkim sınıfın fikirleri olduğu için, burjuva devletinin hâkimiyeti altında, burjuva demokrasisinin sınırları içinde emekçilerin çoğunluğunu kazanmaya, “halklaşmaya” yönelik her girişim, bu kesimleri etkisi altına alan burjuva ideolojisine teslim olmaya yol açar. Türkiye’de kitleselleşme hevesiyle “yüzde doksan dokuzu örgütleme hedefine” çark eden akımların Mustafa Kemal’le barışması, “terörle arasına mesafe koyması”, Kürdistan sorununu gündeminden çıkarması tesadüf değildir.
İkincisi, ve daha önemlisi, Türkiye’de bir içsavaşın hüküm sürdüğü gerçeğidir. AKP’nin faşist bir parti olmaması, Erdoğan’ın 2023 seçimlerini kayda değer bir hile olmaksızın kazanması, Erdoğan’ın seçimleri kaybettiği zaman tıpış tıpış gideceği anlamına gelmez. Erdoğan’ın anayasayı değiştirecek yahut rafa kaldıracak gücünün olmaması, sıkıştığında başta anayasa olmak üzere tüm hukuksal çerçeveyi çiğnemeyeceği anlamına da gelmez. Bilakis Türkiye’de içsavaş, Erdoğan rejiminin içinde yer aldığı oyunu kurallara göre oynamayı reddettiği için çıkmıştır. Tam da bu nedenle Erdoğan’ın geçelim halkçı bir sol muhalefeti, arkasına sermayenin ve uluslararası tekellerin desteğini almış bir burjuva muhalefeti tarafından dahi parlamenter yollarla indirilmesinin imkanı yoktur. Türkiye’de bir içsavaş hüküm sürmektedir. İçsavaş son bulmadıkça hükümetin seçimle değişmesi mümkün değildir.
Seçimlerde elbette doğru bir politik hattı izlemek şarttır. İzlenmesi gereken hattın akıl hocalarının önerdikleriyle ilişkisi yoktur, üstelik maksadı da farklıdır. Seçimleri kazanmak için değil, emekçilerin seçimlerle kazanamayacağını göstermek için doğru bir politik çizgide ilerlemek şarttır.
“HDP Birinci Turda Aday Çıkarmalıydı” Diyenler
Seçimlerin ardından, “HDP birinci turda aday çıkarmalıydı” tartışması yeniden alevlenmiştir. Birinci tur sonuçları, Sinan Oğan/Ümit Özdağ’ın 14 Mayıs–28 Mayıs arası gündemde kalış biçimi, Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs sonrası dümeni iyiden iyiye Suriyeli/Afgan düşmanlığına kırışı, nihayetinde Demirtaş’ın “Ben aday olmayı önerdim partim değerlendirmedi” açıklamaları bu koroyu güçlendirmiştir. Akıl yürütme basittir: Eğer HDP kendi adayını çıkarmış olsaydı, iki tur arasında Sinan Oğan değil HDP konuşacaktı, düzen güçleri HDP’yi kazanmak için birbiriyle yarışacaktı, Türkiye’de Suriyeli karşıtlarının borusu ötmeyecek, demokratikleşme rüzgârları esecekti.
Bu görüşün iler tutar bir yanı yoktur. Birincisi, pespaye bir reformizmi temsil etmektedir. Hükümete bağımsız bir cepheden savaş açmayı değil, hükümetle pazarlık edebilmek için üçüncü bir aday çıkararak, hükümetle muhalefet arasında eşit mesafede durmayı, kısacası tarafsız kalmayı savunmaktadır. 7 Haziran sonrasında Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız!” diyerek elini açık ettiğini ve hükümeti daha da sertleştirdiğini savunanların, “bir gazoz bile kazanamadık” diyenlerin bu cenahta yer alması tesadüf değildir.
İkincisi, ikinci turda hükümete ya da burjuva muhalefetine hiçbir koşulda destek vermeyen bir akımın düzen güçleriyle pazarlık yapma ihtimali yoktur. Üçüncüsü örnek olarak gösterilen Oğan ve Özdağ’ın bağımsız bir siyasi çizgiyi savundukları, Türkiye’de faşist ya da ırkçı bir yükselişi temsil ettikleri burjuva sosyalizminin hezeyanıdır. Bu ikili, partileri ve tabanları ayrı, bağımsız, faşist bir odak değil, düzen muhalefeti ve iktidarı tarafından ıskartaya çıkarılmış, tasfiye edilmiş unsurların bekleme durağıdır. Suriyeli ve Afgan karşıtlığı zaten Millet İttifakı’nın, özel olarak da CHP’nin repertuarının başından beri bir parçasıdır. Bu kesimlerin pazarlık, protokol, sadık kalınan plan nidalarıyla Cumhur ya da Millet İttifakı’na destek olmaları ırkçı, milliyetçi bir yükselişe değil, böyle bir yükselişin olmayışına ve Oğan/Özdağ ikilisinin burjuva siyasetinin hâkim bloklarına teslim oluşuna işaret eder.
Dördüncüsü, rejimin içinde bulunduğu kriz ve tabanının devrimci karakteri nedeniyle HDP ne hükümetle ne de burjuva muhalefetiyle ortak bir zeminde yer alabilir. Çözüm sürecinin sonlanma biçimi HDP ile hükümet arasındaki normalleşmenin nereye kadar ilerleyebileceğinin en açık kanıtıdır. Altılı Masa’nın HDP’yi tümüyle yok sayması da tesadüf ya da basiretsizlik değildir. Düzen muhalefetinin neden hiçbir şekilde HDP ile yan yana durmaya, emekçilerin ve ezilenlerin en politik ve militan kesimlerine bir alan açmaya yeltenemeyeceklerini göstermiştir.
Nihayet, beşincisi, bu anlayışı savunanlar hükümete, Muharrem İnce ve Sinan Oğan’ın yaptığı gibi değil, gerçekten savaş açan bir HDP’nin hükümetin hedef tahtasında olacağının ve siyaset sahnesinin daha da sertleştireceğinin farkında bile değiller. HDP aday çıkardığı koşullarda, iki tur arasında mülteci düşmanlığına yaslanan kampanya bu sefer tümüyle HDP düşmanlığı üzerinden yürüyecekti. Emekçilere ve ezilenlere açılan savaş, hükümete karşı devrimci bir mücadeleyi savunanların ürküp kaçınacağı bir sonuç değildir ama “birinci turda bağımsız kalsaydık” iyi pazarlık yapardık hayalini yayanların çizdiğine taban tabana zıt bir gerçekliğe işaret eder.
Köz’ün Seçimlerdeki Tutumu
Köz’ün seçim sürecindeki tutumu başından sonuna kadar eylemli bir tutumdu. Bu tutumunun en çok bilinen kısmı, Köz’ün Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ile birlikte “Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday” adlı bir eylem birliği oluşturması ve düzen partilerinden bağımsız cumhurbaşkanı adayı Çetin Eren’i desteklemesidir. Neredeyse tüm akımların Kılıçdaroğlu’nun arkasında dizildiği, Kılıçdaroğlu’nun yenilgisini kendi yenilgisi olarak kabul ettiği bir süreçte düzen partilerinden bağımsız bir cumhurbaşkanı adayını desteklemek, elbette hâkim eğilimle Köz arasındaki çarpıcı bir karşıtlığa işaret eder. Ancak bağımsız bir cumhurbaşkanı adayını desteklemek, bu süreç boyunca Köz’ün takındığı tutumun sadece bir parçasıdır. Köz’ün seçimlere yönelik çalışması “seçimleri beklemeyeceğiz” kampanyası ile Şubat 2020’de başlamış ve 28 Mayıs 2023’e dek tam üç yıl sürmüştür.
2019 belediye seçimlerinden hemen sonra cumhurbaşkanı seçim sürecinin başladığını ilan etmiştik. Beklediğimiz bir erken seçim değildi. Tam aksine, başta HDP olmak üzere tüm solun erken seçim partisine dönüştüğünü tespit ediyor, ama yerel seçimleri dahi ertelemek isteyen Erdoğan’ın bir erken seçimi asla kabul etmeyeceğini savunuyorduk. Seçim süreci başlamıştı, çünkü HDP’sinden TKP’sine tüm sol akımlar Erdoğan’dan kurtulmak için umudunu seçimlere bağlamıştı, geride kalan dört yıl boyunca seçimde CHP’yi zora sokmayacak bir şekilde pozisyon alacaktı. Bu pozisyonun tanımlayıcı taktiği eylemsizlik olacaktı. Geride bıraktığımız üç yıl bu konuda yanılmadığımızı gösteriyor.
“Seçimleri beklemeyeceğiz” kampanyası, hükümete karşı mücadeleyi seçimlere erteleyen anlayışı reddediyor demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi için emekçileri eylemli bir mücadeleye çağırıyordu. Çağrımızla soldaki hâkim parlamentarist eğilim arasındaki karşıtlık 2020 Mart’ında Korona salgınıyla iyice belirginleşti. Solun geneli kapanma çağrıları yapıp gönüllü karantinayı savunurken biz “emekçiler fabrikadaysa hepimiz sokakta olmalıyız” çizgisini savunduk. Pazarlarda, metrobüs çıkışlarında bildiri dağıttık, ajitasyon yaptık, siyasi mücadeleyi ve örgütsel işleyişi internet üzerinden kuranların tam aksi bir tutumla Korona süreci boyunca hiçbir etkinliğimizi internet üzerinden yayımlamadık. Newroz’un balkonda halay çekerek, 1 Mayıs’ın pencereden Çav Bella söyleyerek kutlanmayacağını eylemli tutumumuzla gösterdik. Korona sürecinde kapanmayı savunanların, DİSK’ten şikayet etmeyi siyaset yapmak sananların, felaket tellallığı yapanların, hep birlikte CHP arkasında yine beklemeci ve şikayetçi bir biçimde dizilmesi tesadüf değildir. Köz nasıl seçimdeki tutumunu iki sene öncesinden eylemli bir şekilde gösterdiyse diğer sol akımlar da o zaman eylemlere set olan tutumlarıyla bugünkü tutumlarını haber verdiler.
2021 Eylül’ünde, Demirtaş’ın mektuplarıyla birlikte, seçim çalışmamız yeni bir evreye girdi. Evrensel’e ve Diken’e yazdığı mektuplarda Demirtaş emek eksenli cephe ile seçimlere hazırlık güzellemeleri yapıyor, bir üçüncü yol çağrısında bulunuyordu. Biz bu mektubun ardından, Erdoğan’ın Millet İttifakı’na HDP üzerinden saldıracağını ve Demirtaş’ın mektuplarındaki asıl kaygısının Millet İttifakı’nı korumak olduğunu yazdık. Demirtaş’ın emekçi cephesi temennilerinin arkasına gizlenerek seçimlerde HDP’yi görünmez kılmak istediğini ve geçelim bağımsız bir emekçi hattını savunmayı aslında daha birinci turda Millet İttifakı’nı desteklemenin yolunu yaptığını yazdık. Üçüncü yol diye bir ihtimalin bulunmadığının, biri devrim diğeri karşı devrim olan iki yolun bulunduğunun altını çizdik. 2018 seçimleri öncesinde tüm sola yaptığımız öneriyi hem eylemlerde hem de diğer akımlarla olan görüşmelerimizde tekrarladık: Cumhurbaşkanı seçiminde karşı devrimcilerden bağımsız bir hatta yer alalım. Odağında HDP’nin bulunduğu ama HDP’yle sınırlı olmayan bir sol blok kuralım.
2022 yazında bu sefer, tüm akımları davet ederek düzen partilerinden bağımsız ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmak üzere toplantılar düzenledik. Çağrımız karşılıksız kalınca, prensipleri Köz’ün ayrım çizgileri tarafından değil emekçi hareketinin düzen partilerinden bağımsız hareket etme ihtiyacı tarafından belirlenmiş “Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday” adlı bir eylem birliği platformunu kurduk. Ocak ayında platforma Enternasyonal Komünist İşçi Birliği de dahil oldu. Çetin Eren bu eylem birliğinin cumhurbaşkanı adayı idi.
Seçim süreci boyunca Çetin Eren’in adaylığını desteklerken, onun adaylığı için imza toplarken hükümetle muhalefet arasında eşit mesafede durmadık, muhalefete muhalefet ederek kendimizi var etmedik. Emekçiler lehine en basit bir hakkın kazanımı için bile bu hükümetin gitmesinin şart olduğunu döne döne vurguladık. Bu hükümetin seçimle değil bir emekçi seferberliği ile gidebileceğini, cumhurbaşkanı seçiminde hükümete, düzen muhalefetinden uzak durmadan, cepheden karşı çıkmak gerektiğini, Cumhurbaşkanı seçiminde düzen partilerine yanaşanların emekçilere hükümet karşısında bağımsız bir seferberlik için gerekli güveni veremeyeceğini savunduk.
Mart ayının sonunda seçim süreci başladığında desteklediğimiz aday için gerekli imzayı toplayamadık, böylece fiilen cumhurbaşkanı seçim sürecinin dışına düşmüş olduk. Ancak bu noktadan sonra da “yapacak bir şey yok” diyerek kabuğumuza çekilmedik. Cumhurbaşkanı seçimlerindeki tutumsuzluğunu, milletvekili seçimlerinde kah legal partilerin listelerinden aday göstererek kah bağımsız aday çıkararak örtmek isteyenlerden olmadık. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını, bir restorasyon sürecinin başlayacağını umanlara “Bu hesap tutmayacak!” dedik. Seçim sürecinin bu yeni evresinde Enternasyonal Komünist İşçi Birliği’nin yanı sıra Komünist Militanlar Birliği’nin bileşeni olduğu yeni bir eylem birliğinin parçası olduk. 1 Mayıs’ta pankartlarımıza “Sınıf işbirliğine karşı sınıf savaşı!”, “Düzen Partilerine İki Turda Da Oy Yok!” yazdık. Aynı içerikte bildirileri emekçi mahallelerinde 28 Mayıs’a dek dağıttık.
Köz’ün seçim sürecindeki analizleri de, önerdiği taktikler de, önce Enternasyonal Komünist İşçi Birliği’yle sonrasında Komünistler Militanlar Birliği’yle benimsediği eylem çizgisi de solun geri kalanından farklıdır. Bu farkları bir övünme vesilesi olarak kullanmak onları anlamsızlaştırır ve silikleştirir. “Biz haklıydık! Bize katılın!” çağrısı yapanlar asıl devrimci görevleri savsakladıkları gibi, kendilerini de birer kitle partisi karikatürüne dönüştürürler. Söz konusu farklılıklar ancak devrimci bir çıkışın yolunu gösterdiğinde anlamlı ve işlevli olurlar. Doğru bir çizgide hareket edenlere düşen böbürlenmek değil, doğru bir çizgide devrimci güçlerin ortak hareketinin koşullarını bulmak ve yaratmaktır.
Yenilgi, Geri Çekilme ve Tasfiyecilik Edebiyatıyla Emeklilik Talep Edenlerden Uzak Durmalı
2013-16 arasındaki Gezi’den şehir savaşına uzanan eylemleri bugünle kıyaslamak, bugünkü eylem ve mücadele tablosunu yetersiz, cılız ve sönük bulmak solda yaygın bir alışkanlıktır. Hobi olarak ilgilendiği siyasete dair gıdasını kitaplardan, sosyal medyadan almış, ciddi ve militan bir mücadelenin örgütlenmesinde yer almamış kesimlerin bu düşüncelere kapılması tuhaf değildir. Ancak onlarca yıldır işçi ve emekçi hareketinin içinde yer almış akımların bu bahanelere sığınması düpedüz tasfiyeci ve uzlaşmacı bir niyeti anlatır.
2013-16 arasındaki hareket, bir yönüyle düzen güçleri arasındaki çatışmanın ve yarılmanın ürünüydü. Bugün aynı yarılma on sene öncesiyle kıyaslanamaz boyuttadır. Ama 2013-16 dönemindeki, kitlesellik bakımından bugünküleri aşan eylemler aynı zamanda işçi hareketinin içinde bağımsız bir siyasi iddianın, hükümetin karşısına kendi özgücüne yaslanarak çıkma özgüveninin ürünüydü, gücünü bu iddia ve özgüvenin yarattığı örgütsel, siyasal ve moral mevzilerden alıyordu. Bugün bu mevzilerin olmadığı açıktır. Ama mevzilerin ortadan kalkmasının sebebi hükûmetin Türkiye’de ve Kürdistan’da vurduğu darbeler değil (aynı ölçekte hatta daha şiddetli darbeleri 2007 öncesindeki dönemde de vurmuştu), işçi ve emekçi mücadelesinde başı çeken kesimlerin tercih ettiği siyasi çizgi oldu. Emekçi ve ezilen hareketindeki toparlanma 2007-15 arasındaki dönemde, merkezinde DTP-HDP’nin bulunduğu güçlerin hükûmete karşı burjuva muhalefete yanaşmadan mücadele etmesi sayesinde gerçekleşmişti. Bu mücadele yalpalamaktan uzak bir mücadele olmasa bile, çizdiği zikzaklara, kaçırdığı fırsatlara rağmen, emekçi hareketindeki geri çekilmeyi durdurup bir hücumu mümkün hâle getirmişti. Gezi de, Kobâne de bu birikimin ürünüydü. 7 Haziran sonrasındaki geri çekilme yine aynı odakların, önce bir AKP-CHP koalisyonunun önünü açma, sonrasında Erdoğan’ı CHP aracılığıyla koltuğundan indirme stratejisinin ve bu stratejinin sonucunda hükûmete karşı bağımsız bir siyasi mücadele yürütmekten adım adım vazgeçişinin, kendisini tümüyle geride tutuşunun ürünüdür. Bu çizgiyi emekçi hareketine benimsetmek isteyenler neden sonuç ilişkisini tersine çevirerek Suruç Katliamı’ndan beri koşulların değiştiğini, halk hareketinin gerilediğini, eylemlere, basın açıklamalarına kimselerin katılmadığını tekrarlayıp durmaktadırlar. Bugün de aynı mazeretlere sadece genel seçimlerdeki teslimiyetçi tutumlarının üstünü örtmek için değil, aynı zamanda 2024 yerel seçimlerine uzanan dönemde aynı teslimiyetçi tutumu bir kez daha kabul ettirmek için sarılmaktadırlar.
Seçimlerden yola çıkarak, sözüm ona soldaki reformizmi eleştiriyormuş gibi yapıp teslimiyetçi ve karanlık bir tablo çizenler, aslında sınıf mücadelesinin pratiğinden “teorik pratiğin” korunaklı limanlarına demir atan, yaşa takılmadan emekli olmuş sosyalist eskileridir. Nesnel koşulları iyice olumsuz göstererek kendi güdük örgütsel işleyişini ve siyasal pratiğini gizlemek isteyenler de aynı bahanelere sarılırlar. Halbuki solun seçimlerde sınıf işbirlikçisi bir konuma düşmesi bir felaket tablosuna işaret etmez. Zira 2016’dan bu yana reformist akımlar, “provokasyona geçit vermeyelim” diyerek emekçilerin eylem ve etkinliklerinin önünü kesmeyi başarmış olsalar da, düzen güçleriyle ortak bir masada yer almayı, onlarla bir ittifak kurmayı başaramadılar, başaramayacaklar. İçindeki ve yönetimindeki kesimler hangi işbirliği niyetini taşırsa taşısın, düzen güçleri HDP’nin tabanının taşıyıcısı olduğu devrimci dinamiklerin farkındadır. Bu nedenden ötürü HDP’nin yanına bile yaklaşmamaktadırlar. Türkiye’de mevcut devrimci dinamikleri ezmeden, solu düzen güçleriyle barıştırabilmek imkansızdır. Çizilen karanlık tabloların bu nedenle maddi bir dayanağı yoktur.
Reformistlere Akıl Vermek İşe Yaramaz; Reformist Projenin Kendiliğinden Çökmesi Devrimci Sonuçlar Üretmez
Bugün emekçi hareketindeki yenilgi psikolojisinin ve görünürdeki eylemsizliğin sebebinin 2015’ten beri odağında HDP’nin olduğu kesimlerin CHP’ye bel bağlaması olduğunu, bu bel bağlayışın emekçi hareketin politik ve moral mevzilerini ortadan kaldırdığını söylemek HDP’ye akıl fikir verme kaygısıyla yapılabilecek bir tespit değildir. HDP kendi yolunu tesadüfen değil bilinçli olarak çizen bir partidir. Konjonktüre yahut kendi içindeki çatışmalara bağlı olarak eskaza bağımsız bir çizgide yürümeye karar verse dahi içsavaş koşulları içinde hareket eden, ufkunu ve hedeflerini reformlarla sınırlamış yasal bir partinin yapısal sınırları vardır. Nitekim 7 Haziran 2015 sonrasında bağımsızlık iddiasının arkasında duramaması da herhangi bir taktik hatanın değil bu çizginin ürünüdür. HDP’nin kendi iç tartışmalarından devrimci sonuçlar çıkacağını bekleyenler, bu tartışmalara “devrimci” müdahaleler yapmaya hazırlananlar her zamanki gibi bu sefer de hüsrana uğrayacaklardır.
Benzer şekilde kimse HDP’nin ve sınıf işbirliğini savunanların emekçi hareketindeki etkisi birdenbire ortadan kalkınca, onların yaydıkları hayaller 14/28 Mayıs’ta olduğu gibi tuzla buz olduğunda işçi hareketinde bir toparlanmanın, yükselişin gerçekleşeceği hayaline kapılmamalıdır. Reformistlerin benimsedikleri taktiklerin işçi hareketinin yenilgisine yol açması, reformistlerin etkisizleşmesinin kendiliğinden devrimci sonuçlar üreteceği anlamına gelmez. Devrimci bir müdahale olmadığı sürece bu çıkış sol içindeki reformist çizginin başarısızlığı, yenilginin asıl sebepleri teşhis edilemediği için bir yandan sol içerisindeki grup çekişmelerini ve rekabeti arttıracak, yeni ve daha pespaye arayışların önünü açacaktır. Sonucu emekçi ve ezilenlerin özgüvenlerini daha fazla törpülemekten başka bir sonuç üretmeyecektir
Devrimci Bir Çıkış İçin Devrimci Siyaset
Bugün bir devrimci çıkışa ihtiyaç vardır. Devrimci çıkışın önündeki engelse düzen güçleri değildir. Türkiye’de rejim krizi her zamankinden derindir. Krizin daha da derinleşmesine ihtiyaç yoktur. Eksik olan devrimci dinamikler de değildir. Türkiye devrimci dinamiklerin en güçlü olduğu, bu yüzden dünya üzerinde en yoğun yaşandığı coğrafyalardan ikincisidir. Birincisi elbette doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine Kürdistan’dır.
Türkiye’de reformist projenin geleceği yoktur. Bugün reformist proje işçi hareketi içinde galebe çalıyorsa bu durumun sebebi reformistlerin gücü, reformist projenin maddi zemini yahut tutarlılığı değildir. Reformist siyasetin karşısında devrimci bir siyasetin kendini güçlü bir şekilde gösterememesidir. Bu nedenle reformist projelerin başarısızlığının kitlelerin ve sol kadroların yanılsamalarını tuzla buz edeceği hayalleri kurmak yerine reformizmin karşısında devrimci bir siyasal çizgiyi eylemli bir şekilde hayata geçirmek gerekir. 2013-16 yılındaki kitle eylemleri bağımsız bir siyasi iddia ve eylem çizgisinin ürünü olan politik ve moral mevzilere dayanıyorsa, fakat reformizmin örgütsel ve programatik sınırları nedeniyle sınırlarına ulaşıp tasfiye olmuşsa yapılması gereken aynı çizgiyi bir kez daha tekrarlamak değildir. Yapılması gereken bağımsız siyasi iddiayı tutarlı bir ve devrimci bir temelde savunmaktır. Yapılması gereken hâkim sınıfın siyasi mücadelenin merkezine ittiği gündemleri yapay gündemler diyerek yok saymak değil, hâkim sınıfın açmazlarını da yansıtan bu gündemlere devrimci bir siyasal çizgide, en geniş eylem birliğini örecek şekilde müdahale etmektir.
Her şeyden önce meclise dair büyük hayaller yayanlara, bu zeminde emekçilerin kavgasını yürüteceğini, meclisle fabrikaları, sokağı birbirine bağlayacağını ileri sürenlere “yapamazsınız” demekle yetinmek yerine, önceden olduğu gibi “İşte deve işte hendek!” çağrısında bulunmak gerekir. Madem öyle, zamlara, işsizliğe karşı, sendikalaşmanın önündeki engelleri aşmak için, siyasi tutsaklara özgürlük için, kayyımlara karşı, başta Kürtler olmak üzere baskı altındaki tüm kesimlerin kültürel ve demokratik haklarını savunmak için birlikte mücadele edelim. Mücadelemizi meclise taşıyın, basın açıklamalarının ötesine geçen kitlesel emekçi eylemlerini örgütlemek için bizimle birlikte sorumluluk alın. Tek adam rejimine karşısınız, demokratik anayasa diyorsunuz, gelin demokratik bir anayasanın nasıl yapılabileceğini, hangi hakları içermesi gerektiğini halk toplantılarında tartışalım. Madem siz de “seçimler her şey değil” diye düşünüyorsunuz, madem siz de “kurtuluş kendi kollarımızda” diyorsunuz, o zaman gelin emekçi ve ezilenlerin mücadelesi için, emekçilerin gücüne yaslanan en geniş eylem birliğini oluşturalım. Sadece parlamenter hayaller yayanlar değil, önceliğin emekçilerin mücadelesi olduğunu söyleyerek seçimler konusunda tutum almaktan kaçınan tüm akımlar da bu eylem birliğinin muhatabıdır.
Gelgelelim devrimci bir çıkış sadece en geniş eylem birliğini değil aynı zamanda bu zeminde reformist hayalleri yayanların kimler için ekmek, kimler için demokrasi istediğini, düzenin icazet alanıyla sınırlı bir ufuklarının olduğunu da göstermek gerekir. Bunun için demokrasi savaşının devrimle kazanılacağını vurgulamak şarttır ama yeterli değildir. Her mücadele başlığında sınıf uzlaşmasını savunanlarla devrimci bir sınıf çizgisini savunanlar arasındaki ayrımı eylemli bir şekilde belirginleştirmek gerekir. Demokratik anayasanın ancak bir kurucu meclisle yapılabileceğini vurgulamak, Kürtlerin demokratik kültürel haklarının, anadilde eğitim talebinin ötesine geçtiğinin Kürtçe’nin resmî dil olmasını da içerdiğini göstermek gerekir. Yoksulluğa karşı mücadelede işçi sınıfının sendikasız, sigortasız, ayrıcalıksız kesimlerini ve elbette bu kesimler arasında payı artan Suriyeli/Afgan göçmen işçileri harekete geçirmek için adım atmak gerekir. Devrimci güçler tüm bu başlıklarda seçimleri beklemeden adım attıkları, seslerini birlikte yükselttikleri oranda işçi ve emekçi hareketi içinde kendi mevzilerini yaratabilirler, yaratmalıdırlar.
Yaklaşan yerel seçimler devrimcilerin gündemine bu kaygılarla girmelidir. Emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesi içinde herhangi bir başlıkta mevzi kazanabilmenin önkoşulu bağımsız bir siyasi iddiadır. Hükümetten kurtulmak için bir siyasi hat çizmeyen hiçbir girişimin emekçilerin örgütlenmesinde mevzi kazanma şansı yoktur. Emekçi mücadelesini büyütmeye yönelik her çağrı her girişim, hükümeti düzen partilerinden bağımsız bir biçimde karşısına almadığı sürece, bir başka parlak proje olmanın ötesine geçemez. Şu ya da bu seçimde düzen partilerinden bağımsız bir aday çıkarmak yahut, bir adayı desteklemek, elbette kendi başına devrimcilik olarak kabul edilemez. Ama bu konuda adım atmaya çekinenlerin devrimci mücadeleyi büyütmesi mümkün değildir.
Köz’ün arkasında duran komünistler olarak seçim derslerini bu bilinçle çıkarıyoruz. Geride bıraktığımız dört yıl içinde hem emekçiler arasında en geniş eylem birliğini örmek, hem de devrimci bir çizgide buluşanların güçbirliğini büyütmek için mücadele ettik. Bu mücadeleyi kendimizle sınırlı görmediğimizi yükselttiğimiz her çağrıda vurguladık. Önümüzdeki dönem eylem birliklerini genişletip devrimci güç birliklerini büyütmek için daha da ısrarlı olacağız. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da tek başımıza kalsak bile devrimci çizgide ilerleme kararlılığımız var, ama karşımızdaki siyasi tablonun yanı sıra bu süreçte yarattığımız birikim ve imkanlar da, çağrımızın yanıtsız, gayretimizin karşılıksız kalmayacağını gösteriyor. Liberal kuşatmayı kırmak, devrimci bir çıkışın önünü açmak için ileri!