Köle Olarak Var Olma Güvencesi” Verebilen Var Mı?

Komünist Manifesto’nun, “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı birinci bölümünün sonlarında şu satırlar yer alır:

Gördük ki şimdiye kadar toplumların hepsi ezen ve ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmaktaydı. Ama bir sınıfı ezebilmek için ona en azından kölece varlığını sürdürebileceği koşulları sağlamak gerekir. Serf, serflik döneminde komün üyeliğine yükselmeye çalışmıştır, nasıl feodal mutlakıyet boyunduruğu altında küçük burjuva da burjuvalığa çıkmışsa. Buna karşılık modern işçi, endüstrinin ilerlemesiyle kalkınacağına, kendi sınıfının koşullarının da daha altına düşmektedir sürekli. İşçi sefilleşiyor ve sefalet, toplumdan ve zenginlikten daha hızla gelişiyor. Böylece apaçık ortaya çıkıyor ki, burjuvazi daha uzun süre toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi varoluş koşullarını topluma düzenleyici yasa olarak dayatma yetisinde değil. Burjuvazi egemenliğini sürdürme yetisinde değil, çünkü kölesine köle olarak bile var olma güvencesi veremiyor, çünkü köleyi, o kendisini besleyeceğine kendisi onu beslemek zorunda olduğu bir duruma düşürüyor elinde olmaksızın. Toplum artık burjuva­zinin sultasında yaşayamaz, yani, burjuvazinin varlığı toplum tarafın­dan taşınabilir gibi değil.

Komünistler Birliği, daha 1848’de bur­juvazinin, hem bir bütün olarak dünya çapında hem de tarihsel anlamda, yö­netme kapasitesini yitirdiği iddiasıy­la yola çıkıyordu. Burjuvazi her daim boyunduruk altına aldığı köleleri, yani ücretli emekçileri, besleme sorunuyla karşı karşıya olduğu için artık kendi çıkarlarını genel çıkarlar olarak sun­ma kapasitesini yitirmişti. Komünistler Birliği, bugün Manifesto hakkında bil­giçlik yapanları şaşırtacak şekilde, genel anlamda nesnel koşulların, en azından Avrupa çapında, bir komünist devrim için uygun olduğunu savunu­yordu. Sınıf işbirlikçiliğinin özürcüleri­nin tüm tahrifatlarına karşın, Marx’ın kendi eserleri ve yazışmalarında da aksi yönde bir beyan bulunmaz.

Burjuvazinin tarihsel olarak miadını doldurmuş olması kapitalizmin nihai çöküşünün eli kulağında olduğu an­lamına gelmez. Burjuvazinin tarihsel olarak miadını doldurduğunu söyle­mek artık komünizmi kuracak üretici güçlerin geliştiğini, komünist bir devri­mi gerçekleştirecek, komünist toplumu kuracak olgunlukta bir proletaryanın ortaya çıktığını, aynı zamanda -köle­leri besleyememe benzetmesini akılda tutarsak- burjuvazinin bir bütün olarak proletaryanın durumunu düzeltemeye­ceğini anlatır.

Gelgelelim, yine aynı metninde anlatıl­dığı üzere kapitalizm açısından mutlak çöküş söz konusu değildir. Kapitalist üretim ilişkileri, sürekli yeni ve daha derin bunalımların yolunu döşeyerek, kendisini krizlerle yeniler.

Elinin altındaki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerini destek­lemeye hizmet etmiyor artık; tam tersine bu güçler, o ilişkilere büyük gelmeye başlamıştır, engellenirler; engellerden kurtuldukları zaman ise tüm burjuva toplum düzenini bozuyorlar, burjuva mülkiyetin var­lığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkiler, kendi ürettiği zenginliği kucaklamaya yetmeyecek kadar daralmış. Burjuvazi, krizleri ne yolla aşıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bölümünü zorla yok etme, öbür yandan yeni pazarlar fethetme ve mevcut pazarları daha dibine kadar sömürme yollarıyla. Yani? Daha çok yönlü ve daha büyük krizleri hazırlama ve krizleri önleyici araçları daha da azaltma yoluyla.

Lenin, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde bir çöküş beklenti­si içindeki delegelerin karşısında tam da bu nedenle burjuvazi için “mutlak olarak umutsuz bir durum yoktur.” di­yordu.

Yoldaşlar, şimdi devrimci eylemimi­zin temeli olan, devrimci kriz soru­nunu ele alalım. Burada herşeyden önce yaygın iki hatadan söz etmek gerek. Bir yandan, burjuva iktisatçı­ları için, İngilizlerin kibar deyimiyle bu kriz sadece “geçici bir rahatsız­lık”tı. Diğer yandan, bazı devrim­ciler bazen bu krizin mutlak olarak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu bir hatadır. “Mutlak olarak umutsuz” diye bir şey yoktur. Burjuvazi aklını kaybetmiş bir haydut gibi davranmaktadır; hata üstüne hata yaparak durumu ağırlaştırıp kendi yok oluşunu hızlandırmaktadır. Bu bir gerçektir; küçük tavizler sayesinde sömürülenlerin bir kısmının hareketini ya da ayaklanmasını bastırabilme, onları uyutabilme şansının hiç olmadığını “ispatlamak” mümkün değildir. Önceden “mutlak” olanaksızlığını “ispat” etmeye çalışmak bilgiçlik, gevezelik ya da kelime oyunu yapmak olur. Bu soruda ya da buna benzer sorularda, sadece pratik, gerçek ispatı verebilir. Burjuva rejimi bütün dünyada derin bir devrimci kriz geçirmektedir. Şimdi ise, devrimci partilerin pratiği ile bu krizi devrimin zaferinin yararına kullanabilmek için yeteri kadar bilinçli ve örgütlü, sömürülen kitlelerle bağları olduğunu, karar alabilme yeteneğinde olduklarını ve neyi nasıl yapacaklarını bildiklerini “ispatlamaları” gerekir.

Komünist Manifesto’nun ve Lenin’in saptamaları bize kapitalist üretim ilişkilerinin kendi evrimi yahut proleter ayaklanmalarının kaçınılmaz sonucu olarak yerini komünizme bırakmayacağını, komünist bir dünyanın ancak devrimci bir partinin önderliği sonucunda kurulabileceğini anlatıyor. Bugün dünya Sri Lanka’dan Arnavutluk’a isyan dalgalarıyla sarsılırken bu dersi akıldan hiç çıkarmamalı.

Kapitalistlerin bir krizin ardından yeni bir büyüme evresine girmesinin mümkün olduğunu, burjuvazinin “küçük tavizler”le sömürülenlerin bir kısmını “uyutabilme şansının” olduğunu akılda tutunca Manifesto’daki köle sahibinin yönetme kapasitesini korumak için “kölesine köle olarak varolabilme güvencesi” tanımak zorunda olduğu koşulu başka soruları beraberinde getirir: Burjuvazinin, içinde bulunduğumuz dünya çapındaki krizden baskın bir güç olarak çıkmak isteyen şu ya da bu kesimi “kölelerine” neler vaad etmek zorundadır? Bu vaadlerin yerine getirilmesinin koşulları nelerdir?

Bugüne kadar, dünya çapında kapitalist üretim ilişkilerin merkezine oturmayı başarabilen sermaye grupları ve onların çıkarlarını gözeten devletler bulundukları konuma her seferinde hem kendi hakimiyetini kabul eden diğer devletlerin hem de sömürülen yığınların bir kısmını besleme vaadiyle geldi. İngiltere sadece Fransız devrimci hareketini Avrupa’da durdurmadı aynı zamanda kapitalistleşen ülkelere kendi pazarını tek taraflı olarak açtı. Hindistan’ın, Çin’in ve Afrika’nın kanını emerken, devletler arası sistemde Amerika’nın Kuzey ve Güneyindeki yeni bağımsızlığını kazanmış hakim sınıflara yer verdi. Amerika Birleşik Devletleri ise iki emperyalist paylaşım savaşının ardından İngiltere’nin yerini alırken sadece Ekim Devrimi’nin körüklediği devrim ateşini söndürmeyi vaad etmedi. Avrupa’yı yeniden ayağa kaldıracak bir yatırım planı uyguladı, tam istihdam ve sosyal devlet uygulamalarının iktisadi güvencesi oldu. Sömürgelerin bağımsızlık hareketlerini anti-komünist bir biçimde desteklerken bu yeni devletlere de bir kalkınma planı sundu. Son elli yılda Amerikan sermayesinin “kölelerini besleyemediği”, bu vaatlerin arkasında duramadığı açık. Amerika miadını doldururken onun yerini alabilecek en kuvvetli adayın Çin olduğu da ortada. Peki Çin “kölelerini” nasıl ve hangi aşamalardan geçerek besleyecek ya da besleyebilecek mi? Dünyadaki siyasi gelişmeleri marksist bir bakış açısıyla anlamlandırabilmek için öncelikle bu soruyu yanıtlamalı.

Sri Lanka’da “Somut Durumun Somut Tahlili” ve İçi Boşaltılmış Formüller

Marksist metodoloji hakkında gevezelik yapanlar sık sık “somut durumun somut tahlilinden” söz ederler. Konu felsefeye gelince aynı kesimler Heraklit’i yad ederek “aynı nehre iki kez girilemeyeceği” ni, “her şeyin değişip aktığı”nı hatırlatırlar. Gelgelelim, sıra metod ve felsefe dünyasının genel doğrularının ötesine geçip herhangi bir siyasi analiz yapmaya gelince, bu ilkeler çoğunlukla daha en baştan çiğnenir. Siyasi süreçler hep aynı genel soyut formüllerle ele alınır ve her analizde gelişmelerin formülleri “bir kez daha doğruladığı” tescillenir. “Mücadelemiz devam ediyor” türünden soyut bir ifade ile imanlar tazelenir, analiz sonlandırılır. Konu mühim değildir. Neoliberalizmin krizinden, kapitalizmin çöküşünden, emperyalistler arası paylaşım kavgasından, hatta dünya çapındaki önderlik boşluğundan söz edildiğinde dahi bu yaklaşım değişmez. Hal böyle olunca da “somut durumun somut tahlili”ne ancak genel açıklama şablonuyla ters düşen gelişmeleri kitaba uydurma yahut ilkeleri çiğneyen oportünist hamleleri aklama ihtiyacı zuhur ettiğinde başvurulur.

Halbuki siyasi gelişmeler sadece bizim genel yahut önceki açıklamalarımızı doğruluyorsa, o zaman bu gelişmelerin üzerinde özel olarak durmaya gerek yoktur. “Siyasi gerçekleri açıklama” faaliyetinin genel doğruları tekrarlamak, bu doğruları içeriksiz tekerlemelere dönüştürmek yerine bu doğruları somutlaması gerekir. Marx, “Filozoflar bugüne dek dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir” derken, felsefenin, yani dünyayı yorumlama çabasının boş bir iş olduğunu değil dünyanın ancak onu değiştirme kaygısı taşıyan bir sosyal pratik tarafından anlaşılıp yorumlanabileceğini anlatmak istiyordu. Bu bakımdan dünyayı yorumlarken hep aynı genel, ölü formüllere başvuranlar aslında dünyayı değiştirme yolunda pratik hiçbir mesafe kat edemeyenler, anlamlı bir sosyal pratik içinde olmayanlar, önlerine “çözebilecekleri somut görevler” koymayanlardır. Sri Lanka ayaklanmasının ele alınışı bu bakımdan ibretliktir.

Sri Lanka’da cumhurbaşkanlığı sarayını basan binler

Hiç de küçük olmayan bir ülke Sri Lanka. Nüfusu Şili’den kalabalık, Yunanistan’ın, Suriye’nin, Azerbaycan’ın, Bulgaristan’ın iki katı, Hollanda ve Belçika’nın toplamı kadar. Ekonomisi Venezuela’dan, Uruguay’dan, Sırbistan’dan büyük. Ülkelerin öneminin Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya yakınlıkla belirlendiği “normal zamanlarda” dünyadanın egzotik yerlerinden biri olarak kabul edilen Sri Lanka geçtiğimiz günlerde bir halk ayaklanmasıyla sarsıldı. Emekçiler cumhurbaşkanının sarayını basarak hükümeti devirdi, sonrasında da yeni bir burjuva hükümetinin kurulmasını seyretti. Paylaşım kavgasının keskinleşmesine bağlı olarak Sri Lanka emperyalist kamuoyunda önem kazandı. Özellikle geleneksel Amerikan çizgisindeki yayın organları Sri Lanka ayaklanmasını ve sonuçlarını öne çıkarıyor, çıkaracak.

Devrimci komümist bir siyasal merkezin olmadığı, ve bunu yaratma iradesinin taşınmadığı, yani “aslolanın dünyayı değiştirmek olduğunun unutulduğu”, koşullar altında herhangi bir sorun hangi yüzeysellikte ele alındıysa elbette Sri Lanka krizi de aynı yüzeysellikte ele alındı Türkiye’de. İster açıktan CHP’cilik yapsın ister çözümün silahlı mücadeleden geçtiğini savunsun tüm akımlar aynı genel çerçevede birleşti: Kapitalizmin krizi derinleşiyordu, emperyalist-kapitalist saldırganlığın neo-liberal politikalarının yoksulluk cenderesine aldığı halk nihayet baş kaldırmıştı.

Bu genel analizden sonra kimileri Erdoğan’a parmak sallayarak “senin de sonun böyle olabilir, akıllı ol” derken, kimileri emekçi hareketinin dünya çapındaki yükselişini selamladı, kimileri “geçici devrim hükümetinin” kurulmayışını bir eksiklik olarak gördü, kimileriyse “devrimci önderlik boşluğuna” hayıflandı. Tüm yüzeysel açıklamalar gibi az sayıdaki doğrunun, bol miktardaki vahim yanlışlarla iç içe geçtiği, genel doğruların reformist, tasfiyeci ezberlerin kılıfı olarak kullanıldığı açıklamalardı bunlar. Sri Lanka’daki gelişmeleri açıklamadığı gibi devrimcilerin Türkiye’de ya da enternasyonal olarak dünya çapında görevlerine hiçbir şekilde işaret etmiyordu. Halbuki Sri Lanka sorununu bir marksist gibi ele almak, emperyalizm çağında genel olan özellikleri akılda tutarak “somut durumun somut tahlilini yapmak” günümüz komünistlerinin imkanlarının ve acil olarak üstlenmesi gereken görevlerinin neler olduğuna ışık tutmalıdır.

Sri Lanka Krizi “Neoliberalizm”in değil Neoliberal Reçeteleri Çiğneyen Politikaların Krizidir

Emperyalist sömürüye, borç sorununa, devrimci ayaklanmalara ilişkin soldaki kafa karışıklığını yansıtan bu açıklamaların asıl olarak kusurlu bir metodolojinin değil oportünist siyasi tercihlerin ürünü olduğunu söylemek, materyalist bir değerlendirmenin kalkış noktasıdır. Burjuvazinin sermaye birikiminin ihtiyaçları nedeniyle dönem dönem başvurduğu sosyal devletçi politikalara ve bu politikanın asli yürütücüsü olarak sosyal demokrat kimliğiyle öne çıkan burjuva partileri her zaman makbul kabul eden, kritik anlardaysa müttefik olarak görenlerin farklı bir analiz yapma imkanı yoktur.

Sri Lanka ayaklanmasının fitilini hükümetin pençesinde debelendiği borç krizi ateşledi. Rajapaksa hükümeti Nisan ayında iflasını ilan etmiş, borçlarını ödeyemeyen hükümetin elindeki döviz stoku kısa zamanda tükenmişti. Bunun sonucu olarak başta benzin olmak üzere bir dizi ürünü ithal etmek imkansızlaştı, kıtlık Sri Lanka’da zaten varolan politik gerilimi isyana çevirdi. Bununla birlikte Sri Lanka’daki borç krizinin özelleştirme, kamu bütçesinin kısılması ve diğer kemer sıkma politikalarıyla özdeşleştirilen “neoliberalizm” le doğrudan bağlantısı yoktur. Hatta tersine, bir kriz öyküsü anlatılacaksa, Sri Lanka’daki ekonomik krizin hükümetin neoliberal reçetelere tam aksi istikamette ilerlemesiyle daha yakından ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Öyle ki Sri Lanka ekonomik krizi yetmişlerin sonunda ve seksenli yılların hemen başında, yani “neoliberal önlemlerin” bir acı ilaç olarak uygulanmasından hemen önce bağımlı ülkelerdeki borç krizinin bir tekrarı gibi görünmektedir. Tam da bu nedenle Amerikan sermayesinin geleneksel temsilcileri, hakim ideolojinin tercihlerini “apaçık bilimsel gerçekler” olarak sunan iktisatçılar, Sri Lanka’daki geçmiş hükümetlerin ekonomi politikalarını sürekli yerden yere vuruyorlar.

Sermaye birikiminin çok yönlü doğasını kavrayamayanlar onun siyasi ve sosyal sonuçlarını da öngöremezler. Narodnikler Rusya’da içpazarın sınırlı olduğunu bu yüzden de kapitalizmin gelişemeyeceğini savunuyorlardı, ikinci paylaşım savaşının ertesinde ulusal devrimci akımlar, maoist ya da SBKP çizgisini benimseyen hareketler emperyalist sömürünün bağımlı ülkelerde istikrarlı bir sermaye birikimini olanaksız kıldığını, ürettiği tüm değerleri emperyalistlere kaptıran bu ülkelerde iç pazarın genişleyemeyeceğini, bu yüzden de söz konusu ülkelerde sanayileşmenin ya da yaygın bir proleterleşme sürecinin mümkün olmadığını savundular.

Neoliberalist politikalar 2000’den itibaren terkedilmeye başlandı ancak ‘bağımlı ülkeleri ve işçi sınıfını ezen neoliberalizm’ ezberinden vazgeçilmedi.

Bu akımların kapitalist emperyalizm çağında artı değerin gaspını ve değerlenme sürecini yine tek yanlı olarak kavrayan bugünkü ardıllarıysa özelleştirmeyi, işçi ücretlerinin düşürülmesini, devlet harcamalarının kısılmasını kapitalizmle özdeşleştirip mutlaklaştırdı. Böylelikle her krizi açıklamakta maymuncuk niyetine kullanılacak bir neoliberalizm ezberi yarattı. Buna göre Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra meydanı boş bulan “küresel sermaye” yahut ABD, bağımlı ülkelerde neoliberal politikaları pervasızca uygulayarak bu ülkeleri teslim almıştı, bu ülkeler borç batağında ABD’ye iyice bağımlı hale geliyordu. Halbuki hem neoliberal politikaların doğuşu hem de sonuçları bakımından gerçek tam tersiydi. Neoliberal adıyla anılan düzenlemeler gündeme Sovyetler Birliği yıkıldığı için gelmemişti. Sovyetler Birliği’ni çökerten kriz, dünya çapında sosyal devlet politikalarını ve kurumlarını da çökerttiği için özelleştirmeler, esnek üretim dayatması, taşeronlaştırma ve sosyal güvenlik politikalarının tasfiyesi gündeme gelmişti. İkincisi neoliberal politikaların sermayenin sorunlarını çözemediği yirmi yıl içinde anlaşıldı. Neoliberal politikalar bağımlı ülkeleri teslim alamadığı gibi, 2000’li yıllardan itibaren bu politikalar hem emperyalist metropollerde hem de bağımlı ülkelerde adım adım terk edildi.

1945-1980 arasındaki dönemde devlet emperyalist metropollerin olduğu kadar bağımlı ülkelerin ekonomilerinde de belirleyici bir işleve sahipti. Emperyalist metropollerde, özellikle 1960’ların ortalarından itibaren, ikinci paylaşım savaşının yarattığı yıkım ve teknolojik atılım sonucu bir dönem paranteze alınmış, kâr oranlarının düşme eğilimi kendini yeniden hissettirdikçe sermaye bağımlı ülkelere doğru kaymaya başladı. Sermaye söz konusu coğrafyalara sadece doğrudan yatırım olarak kaymadı. Bağımlı ülkelerin devletlerinin “kalkınması”nı teşvik etmek için devletlere düşük faizli krediler sunuldu, bu ülkelerde devlet destekli sanayileşme, sosyal yardımlar, alt yapı hamleleri teşvik edildi. Maksat emperyalist sermaye için yeni pazarlar yaratmak, karlı yatırım koşulları oluşturmak ve elde birikmiş sermayeyi dış borç yoluyla değerlendirebilmek, böylelikle kar oranların düşüşüne karşı direnmekti.

Fakat tüm bu önlemlerin kendisi özellikle Amerikan şirketlerinin karlılıklarını korumalarına yetmedi. Girişimcilikten, yenilikten uzak durmaya başlayarak iyice alasaklaştırdı, rantiyeci eğilimleri körükledi. Sermayenin en fazla biriktiği Amerika’da şirketlerin rekabet kapasitesi ve karlılıkları adım adım düştü. Amerikan devletinin sermayeye doğrudan aktardığı kaynaklar şirketlerin rekabet kapasitesini arttırmadığı gibi, ABD’de istikrarlı bir sermaye birikiminin önünde engel bir enflasyon sorunu da yarattı. Neoliberal diye adlandırılan politikalar bu iklimde gündeme geldi.

Amerikan hükümetleri 1980 yılından itibaren yeni bir iktisat politikası belirledi ve şirketleri merkez bankası desteğiyle büyütmeye son verdi. Bu karar Amerikan sermayesinin artık devlet desteği almayacağı anlamına değil farklı kanallardan bir destek alacağı anlamına geliyordu. Hükümet enflasyonu düşürmek için bir yandan Amerikan devletinin tüm kamu harcamalarını kıstı, diğer yandan da rekabet kapasitesini yitiren, normalde iflas etmesi gereken Amerikan şirketlerini ayakta tutacak sermayeyi dünyanın dört bir yanında biriken sermayeyi Amerika’ya çekti, yani yüksek faizle borçlandı. Bu durum sadece Arap Yarımadası’nda biriken petrol gelirinin ABD’ye akması, yahut diğer emperyalistlerin ellerindeki sermayenin ABD devlet bonolarına ve borsalarına yatırılması anlamına gelmedi, aynı zamanda bağımlı ülkelere akan sermayenin ABD’ye geri dönmesine, bu ülkelerin çok daha yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmasına ve sonunda borçlarını ödeyemez hale gelmesine yol açtı. 1980’lerin borç krizi bu anlamda kalkınmacı stratejilerin yetersizliğinden, bağımlı ülke yöneticilerinin yolsuzluklarından çok Amerikan hükümetlerinin Amerikan finans kapitalinin çıkarlarını gözeten politikalarından ötürü patlak verdi. Bağımlı ülkeler borçlanabilmek için IMF’nin, Dünya Bankası’nın koştukları şartlar uyarınca devlet bütçesini daraltmak, devlet işletmelerini satmak zorunda kaldılar. neoliberalizm kavramı dünya sol hareketlerinin gündemine bu şekilde girdi.

Bununla birlikte Amerikan emperyalizminin aldığı önlemler Amerika’da bir iflas dalgasını, enflasyona yol açmadan ertelemiş olsa da, Amerikan şirketlerinin dünya piyasasında yitirdiği rekabet kapasitesi arttırmadı. Tersine bu şirketlerin ayakta kalmak için finans kapitalin asalak mekanizmalarına, borsa spekülasyonuna daha fazla bel bağlamasına yol açtı. Böylelikle Amerika’da biriken fakat düşük kar oranları nedeniyle değerlenemeyen sermaye sorunu katmerlenerek sürdü. Amerika tüm politikalar izlese de biriken asalak sermaye, dünyanın kar oranı yüksek diğer bölgelerine sermaye yatırımı olarak gitmeye başladı, bağımlı ülkelerin yeni borçlanma dönemi bir kez daha başladı. Ucuz kredi bulma imkanları başlayınca özelleştirme, devlet harcamalarının kısılması borçlanmanın koşulları olmaktan çıkmaya başladı. Böylelikle aslında “neoliberalizm” dönemi özellikle 2000’den sonra adım adım gündemden çıktı. Hatta tersine devletin genişleyen harcama imkanlarını kullanan Amerikancılar tarafından “popülist/otoriter liderler dönemi” olarak nitelenen dönem bu gelişmelere paralel olarak başladı. Ne Türkiye ne de Sri Lanka bu sürecin istisnasıydı.

ABD hükümeti 2008 krizini çözmek için merkez bankasının para basıp tedavüle sokmasını da kapsayan doğrudan müdahale yöntemlerine başvurdu.

Gelgelelim 2008 ve 2020 krizleri Amerikan şirketlerini bu bilindik yollarla finanse edilemez, batmaktan korunamaz hale getirdi. Amerikan devleti, merkez bankası ve devlet harcamaları aracılığıyla çok daha etkin bir şekilde bu sürece dahil olmak zorunda kaldı. Bu durumun kendisi, düşen kâr oranları koşullarında bağımlı ülkelere daha fazla sermaye girişine ve bağımlı ülkelerdeki hükümetlerin daha kolay borçlanmalarına yol açtı ama aynı zamanda emperyalist metropollerde özellikle de ABD’de 1970’li yıllardaki enflasyon sorunu tekrardan nüksetti.

Finans Kapitalin Bugünkü Açmazı

Böylelikle dünya kapitalist sistemi içinde yeni bir açmazı doğuracak iki sorun daha da derinleşmeye başladı. Bir yandan emperyalistler dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkeler, kolay borçlanmanın mümkün olduğu koşullar altında iktisadi sorunları ötelemek için hızla borçlanmaya, günübirlik önlemlerle krizi, yani yaygın bir iflas dalgasını, ötelemeye devam ediyorlardı. Ama bu durumun kendisi bu borcun nasıl çevrileceği sorununu da beraberinde getirdi. Gelir kaynakları sınırlı, ihraç ettiği ürünler yeterince çeşitli olamayan ülkeler zaten kırılgan olan dünya ticaretini sarsan ABD-Çin gerilimi, Korona, Rusya-Ukrayna savaşı türü şoklarla iflasın eşiğine geldi. Bu ülkelerin borçlarını ödeyemediği koşullarda, ancak devlet desteği ile ayakta durabilen emperyalist ülkelerdeki finans kuruluşları da iflas tehlikesiyle yüzyüze kalıyordu. Tekil bir örnek olarak incelendiğinde Sri Lanka’nın tam da bu gelişmeler yüzünden, yani “neoliberal” adımları attığı için değil bu adımları atmadığı için iflas ettiği görünür. Sri Lanka tüm ülkelerin üzerine ağır bir kabus gibi çöken çevrilemeyen borç sorunun ilk kurbanı oldu. Sadece Sri Lanka değil, Almanya gibi birkaç istisna hariç, dünya üzerindeki tüm ülkeler borçlanarak büyüdükleri için, borçlanmaları kesintiye uğratmak durgunluk ve iflas riskini arttırıyor.

İkincisi, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki sermaye birikiminin istikrarını bozan yüksek enflasyona bugün seksenlerdeki gibi müdahale etmek de mümkün değil. Her şeyden önce 1980’lerin politikaları hala geçerli, ABD zaten kendi iktisadi sorunlarını borçlanarak çözüyor. 2008 krizinden beri borçlanma yeterli olmadığı için ABD daha aktif bir devlet müdahalesine bel bağlamak zorunda kaldı. Şimdi enflasyonu engellemek için söz konusu genişlemeci devlet müdahalelerine son vermek ABD’ye yeni bir kaynak akışını sağlamayacağı gibi sadece Amerikan ekonomisini değil tüm dünya ekonomisini durgunluğa itecektir. Dolayısıyla 1980’lerin “neoliberal” politikalarını aynı şekilde, bir kez daha, hayata geçirmek mümkün değildir. Zaten doların gücünün sarsılıp, Avrupalı emperyalistlerin ve Çin’de biriken finans kapitalin, Körfez ülkelerindeki petrodolarların özerk hareket etme kapasitesi arttıkça bu tür müdahalelerin sonuç alma kapasitesi daha da azalmaktadır.

Kâr oranlarını tekrardan yükseltmek için kapsamlı bir yıkım ve iflas dalgası şarttır ama bu kaçınılmaz sonu ertelemek için her türlü keynesçi, “heteredoks” akrobasiye başvuran emperyalistlerin yüzyüze bulundukları açmaz her geçen gün daha net bir şekilde açığa çıkıyor: Ya dünya ekonomisini durgunluğa sokacak ve kapsamlı bir iflas dalgasını göze alacak adımları atacaklar ya da “uzun vadede hepimiz nasıl olsa öleceğiz” demeyi sürdürerek patlayacak finans kapital ve borç balonunu şişirmeyi sürdürecektir. Emperyalist merkezler arasında rekabetin arttığı, Çin gibi yeni emperyalist odakların ortaya çıkmakta olduğu koşullarda, sermaye bu açmaz karşısında karar vermeyi değil vermemeyi seçmektedir. Bu kararsızlığın ürünü olan yalpalayan politikaların sonu ise Sri Lanka türü krizlerdir. Sri Lanka’yı pençesi altına almış olan kriz “neo-liberalizm”in krizi olmak şöyle dursun aslında “neo-liberal” politikalara eleştirel yaklaşan, onların koyduğu kısıtları delmeye çalışan, ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkinin özüne dokunmadan muhtelif reformlarla yaklaşmakta olan iktisadi ve siyasi yıkım dalgasından kurtulmayı amaçlayan sosyal-demokrat reformist projelerin çıkışsızlığını göstermektedir aslında. IMF başkanının gelir farklarındaki uçurumları kapamayı, daha etkin bir vergilendirmeyi bir politika olarak önerdiği koşullarda kriz vesilesiyle “neoliberalizm eleştirisi yapmak”, sosyal demokrat muhalefetin peşine takılmak anlamına gelir. Halbuki Sri Lanka krizi tam tersini göstermektedir. Büyük bir buhran olmaksızın, asalak finans kapitalin önemli bir kısmı imha edilmeksizin herhangi bir reform projesinin geleceği yoktur. Sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için devlet, merkez bankası, uluslararası finans kurumlarının günü kurtarmak için attığı adımlar, er ya da geç Sri Lanka’da olduğu gibi duvara toslayacaktır.

Bu nedenle devrimcilerin yapması gereken, kapitalistlere devlet kurumunu nasıl işleteceklerine, kapitalizmin hangi biçimi altında işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinin mümkün olduğuna dair nasihat vermek, şu ya da bu kapitalist reçete arasında tercih yapmak olmasa gerek. Yapılması gereken işçilerin ve ezilenlerin acil sorunlarını, işçi örgütlenmelerini güçlendirecek sınıfın farklı kesimleri arasındaki emekçiler arasındaki kardeşlik bağlarını sağlamlaştıracak, reformist akımların iki yüzlülüğünü sergileyecek mücadele talepleriyle gündemleştirmektir.

Borç Sorunu”

Sri Lanka krizinin odağındaki “borçların nasıl ödeneceği” sorununun üzerinde tam da bu nedenle özellikle durmalı. Günümüzde kapitalizmi reforme ederek krizi ve toplumsal patlamayı engellemek isteyenlerin talepleri arasında “borçların ertelenmesi/azaltılması/ iptal edilmesi” de yer alıyor. Borç konusunun finans kapital çevrelerinde gündeme gelmesi yeni bir gelişme değil. Söz konusu önerilerin mümkün olup olmadığı 2011 Yunanistan krizinden bu yana giderek hararetlenen bir şekilde tartışılmaktadır. Sermaye ideologları içerisinde borçların ödenmesinin kolaylaştırılmasını, kısmen silinmesini savunan eğilimler güçleniyor. Hatta borçların tümüyle iptal edilmesini savunan görüşler de tartışmalar içinde kendine yer buluyor.

Borçları ödemeyeceğiz” türünden kampanyaların yarattığı asıl tahribat, tıpkı özelleştirme karşıtı, “Kamu İktisadi Teşebbüsleri’ni sattırmayacağız” ve benzeri türden sloganlarla, yürütülen kampanyalarda olduğu gibi programatik düzlemdedir. Borçlar emekçilerin değil sermayenin borçlarıdır, ödenen borçlar “emekçilerin cebinden çıkmadığı” gibi, borçlar ödenmediğinde de kalan para emekçilerin cebine girmemektedir. Borçlara dair kavga farklı sermaye gruplarının ve devletlerin paylaşım kavgasıdır. Bu kavgada taraf olmak, “borçları ödemeyen” tarafta yer almak bu bakımdan hiçbir şeyi değiştirmez, esas olarak söz konusu devletlerden birinin yanında saf tutmak kendisini devletle ve devletin çıkarlarıyla özdeşleştiren sosyal-şovenizmin bir parçası olmak anlamına gelir.

Yasadışı Borçların Kaldırılması Komitesi’nin Dakar’da düzenlenen 2021 yılı genel toplantısından bir kare

Eski adıyla “Üçüncü Dünya Borçları’nın İptali İçin Komite” yeni adıyla “Meşru Olmayan Borçların İptali İçin Komite” bu bakımdan ibretliktir. Komitenin başkanı olan, Belçikalı troçkist, Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterlik’ten Eric Toussaint dış borca karşı mücadeleyi büyütme adına 2020 yılında içinde bir sene sonra Arjantin Devlet Başkanı Alberto Fernandez’in de bulunduğu kongre üyeleriyle birlikte, dış borçların faiz ve anaparalarının derhal ertelenmesi ve borç yekûnun azaltılmasını talep eden metne imza attı. Böylelikle “neoliberalizm karşıtlığı adına” Arjantin ulus devletinin sözcülüğünü üstlendi.

Toussaint’ın bu tutumu kuşkusuz kendini devrimci gören bir dizi troçkist akım tarafından eleştirildi. Ama bu akımların eleştirisi dış borçların tamamının değil bir kısmının iptal edilmesi talebineydi. Borçların yarısının iptalini savununca reformist, tamamının iptalini talep edince devrimci olunacağını savunan bu akla ziyan anlayışın, kitleleri harekete geçirmek için kısmi borç iptallerini de yetmez ama evetçi bir çizgide benimsediği aşikardır ve iler tutar yanı yoktur.

Dış borçların topyekûn iptalini, adeta ilhaksız bir barış anlaşması imzalamaya eşdeğer gören bu türden akımlar “ancak bir işçi hükümetinin borçları ödemeyeceğini” ileri sürmektedir. Bu görüş tek ülkede sosyalizm savunusunun ve ekonomizmin ilkel bir tezahürüdür. Her şeyden önce borçların iptal edilmesi için devrimci bir hükümet şart değildir. Sermaye birikimine çeki düzen vermek isteyen burjuva ideologları dönem dönem borçların silinmesini, bugün olduğu gibi gündemlerine alırlar. Yirminci yüzyılın en etkili burjuva iktisatçısı olan Keynes, birinci paylaşım savaşından sonra kaleme aldığı “Barışın Ekonomik Sonuçları” makalesinde, savaşla ilgili tüm tazminatların ve borçların iptal edilmesi gerektiğini savundu. Nitekim 1928 bunalımının ardından 1931-32 döneminde sadece Almanya’nın değil Türkiye’nin de geçmişten kalan borçları silindi.

Dahası devrimci hükümetlerinin borçlarını hiçbir zaman ödemeyeceği de doğru değildir. Nitekim Bolşevikler 1918 yılında borçlarını tek taraflı olarak iptal etmiş olsalar da, bunu ilkesel bir sorun olarak görmemişler bilakis 1922 Cenova Konferansı’nda kendi egemenlikleri tanındığı ve takvimde anlaşıldığı koşullar altında Çarlık Rusyası’nın borçlarını ödeyebileceklerini ifade etmişlerdir. Sovyet delegasyonunun taviz vermediği konu borçlar değil, sovyet devletinin kayıtsız şartsız egemenliğinin tanınması olmuştu.

Sri Lanka’nın Alacaklıları Kimler?

Sri Lanka Krizi vesilesiyle neoliberalizm ve “borçları ödemeyeceğiz” edebiyatı yaparak sosyal-demokratların olmayacak dualarına amin diyenler aslında Sri Lanka’daki dış borç sorunu hakkındaki en önemli noktanın, Sri Lanka’nın en büyük alacaklılarından birinin Çin olduğu gerçeğinin, üstünden atlıyorlar. Halbuki Sri Lanka’nın iflasını Yunanistan’ın on bir, Arjantin’in yirmi bir yıl önceki iflaslarından ayırt eden, “somut durumun somut tahlili” için kalkış noktası olması gereken, asıl yenilik tam da bu noktadır. Ukrayna Savaşı’nı da adım adım şiddetleneceğe benzeyen Tayvan gerilimini de bu yeni durumdan bağımsız anlamak mümkün değildir.

Çin dışişleri bakanı Wang Yi ile Sri Lanka başbakanı Mahinda Rajapaksa’nın borçlarda erteleme ve hafifleme gündemli görüşmeleri ardından bir kare (Ocak 2022)

İflasını ilan eden Sri Lanka’nın borçlarının yüzde onu Çin Halk Cumhuriyeti’nedir. Bu miktar devlet bazında sadece Amerika Birleşik Devletleri’nden az ve oran olarak hızla artmakta. Örneğin bu Sri Lanka’nın bu yıl ödemesi gereken ama ödeyemediği borcun yüzde on beşinin Çin’e gitmesi gerekiyordu. Tüm neoliberalizm yaygarasına karşın Sri Lanka 1990 yılından beri Uluslararası Para Fonu, IMF’nin reçetelerine uymuyor, hep -Türkiye’nin kendi ekonomisine oranla verdiğinden iki ya da üç kat büyük bir oranda- bütçe açığı veriyordu. Son on yılda rahatça Çin’den borç alabildiği için Sri Lanka artık IMF’ye de borçlanmıyor. (Benzer bir durumda olan Türkiye’deyse, Tayyip Erdoğan bu durumu “Elhamdülillah IMF kapılarında beklemiyoruz artık.” diyerek kendi marifeti olarak yansıtıyor.) Nitekim Sri Lanka’daki kriz asıl IMF ile değil Çin ile yapılan görüşmeler çıkmaza girince çığrından çıkmıştı.

Kuşkusuz Çin’i Sri Lanka’yı iflasa sürükleyen alacaklılardan biri olarak göstermek, Çin’in emperyalist olamayacağını istatistik cambazlıklarıyla kanıtlamaya çalışan, ABD ile Çin arasındaki her gerilimde “işçi sınıfının kazanımlarını savunmak” adına Çin’in arkasında saf tutan kesimlerin hoşuna gitmiyor. Bu nedenle Sri Lanka vesilesiyle sürekli neo-liberalizmi lanetliyenler anlaşılır nedenlerden ötürü Çin’in bu süreçteki rolü karşısında sus pus oldular.

Günümüzde Çin’in alacaklı olduğunu hatırlatmak başta ABD olmak üzere emperyalistlerin güdümündeki medyaya düştü. Sri Lanka’nın, Çin tarafından nasıl bir “borç kapanına” kıstırıldığına, Çin’in Sri Lanka’yı nasıl teslim aldığına dair aynı öykü farklı yayın organlarında kendine yer buluyor. IMF yetkilileri ise Çin’den Sri Lanka’ya ödeme kolaylığı talep ediyor. Amerikan finans kapitali Sri Lanka krizi vesilesiyle Çin’i köşeye sıkıştırmayı amaçlıyor.

Sri Lanka’yla sınırlı kalmayıp tüm bağımlı ülkelere bakıldığında Çin merkezli finans kapitalin büyüyen borç sarmalındaki rolü daha iyi anlaşılır. Bağımlı ülke devletlerinin diğer devletlere olan borcu söz konusu olduğunda, Çin devleti en büyük alacaklı konumundadır. Devletler arasındaki tüm borcun neredeyse üçte bir Çin devleti tarafından verilmiştir. Bu borçların büyük bir kısmını “Kuşak Yol” adı altında, bağımlı ülkelerdeki alt yapı hamlelerini finanse eden krediler oluşturuyor. Sürekli “son anda Katar’dan/Suudi Arabistan’dan gelen para” ile dış borç krizinden kurtulduğu sanılan Türkiye de bu kredilerden giderek artan oranda faydalanıyor.

Çin’in Kuşak-Yol projesinin kapsadığı alanların haritası

Çin’in kredi kapasitesindeki artış, dünya çapında sermayenin aşırı birikmesinden, kâr oranlarının düşmesinden, aşırı birikmiş sermayenin önce yüksek kar oranlarına sahip Çin’e yatırım maksatlı gelmesinden ama sonra sermayenin Çin’de de aşırı birikmesinden bağımsız değildir. Aşırı birikmiş sermaye dünyanın dört bir yanına, yine çoğunlukla Çin tarafından yürütülen alt yapı projelerinin finansmanı için kullanılıyor. Bu anlamda Amerikan yahut Fransız finans kapitalinin yönelimini belirleyen dinamikler Çin finans kapitalinin de yönelimini belirliyor.

Tüm bu ortaklıklara karşın, her ikisi de uluslararası artı değerin paylaşımı için kıran kırana bir mücadele verseler de, sermaye birikiminin yeni merkezi olan Çin’deki finans kapitalle Amerikan finans kapitali arasındaki farklılıkları göz ardı etmemek gerekir.

Dış borçlar konusunda Çin ABD’den farklı bir tutum izliyor, kredilerin geri ödenmesi konusunda ABD’ye kıyasla çok daha esnek hareket ediyor. Bir bakıma Çin borçlularına “hakkaniyetli davranmakta”, onları ödeyemedikleri borçları için ABD ve Kuzey Avrupalı emperyalistler gibi “sıkıştırmamaktadır”. Çin kredi ve borçlanma sistemini ABD’nin mimarı olduğu uluslararası örgütsel çerçevede sürdürmek yerine alternatif bir kurumsal yapı kurmayı amaçlıyor. Asya Altyapı Kalkınma Bankası, Dünya Bankası’nın alternatifi olarak üstelik İngiltere, Almanya gibi emperyalistlerin de katılımıyla, 2015 yılında kuruldu. Çin Halk Bankası ise IMF’ye alternatif olarak ödeme güçlüğü çeken devletlere kredi vermeye başladı. Çin aynı zamanda geleneksel emperyalist tefecileri birbirine bağlayan Paris Kulübü’ne de hiç dahil olmadı. Diğer emperyalist devletlerden farklı bir çerçevede kredi vermeyi sürdüreceği görüşünden taviz vermedi.

Çin’in, başta Amerikan olmak üzere finans kapitalin diğer bölüklerinden ayrık durması, sol içinde Çin’in neden emperyalist olmadığının, olamayacağının kanıtı olarak kullanılmıştır. Bu akıl yürütmeyi yapanların, marksizme göre emperyalizmin kapitalist üretim ilişkilerinden farklı bir üretim ilişkisine tekabül etmediğini hatırladıkları takdirde, Çin’in sadece emperyalist değil kapitalist dahi olmadığını iddia etmeleri gerekirdi. Halbuki Çin’in bu politikaları ücretli emeğin özgürleşmesine hizmet etmediği gibi, Çin’in alacaklılarıyla kurduğu ilişkinin prensipleri diğer emperyalistlerin borçlandırdıkları devletlerle kurduğu kapitalist ilişkinin prensiplerinden farklı değildir. Çin’in ayrık durması onun henüz kapitalizme geçememiş olmasından değil onun, halihazırdaki, suyun başını ABD’nin tuttuğu, asıl haracı ABD’nin topladığı emperyalist birikime alternatif bir birikim yaratma kapasitesindan ötürüdür. Henüz bu kapasiteyi kuvveden fiile geçirecek siyasi, askeri adımları atamamış olsa da Çin’i ABD’nin 1945 sonrası kurduğu düzene tabi olan değil bunu yeni bir emperyalist kurumsal yapı ile değiştirmeye muhtaç ve mecbur olan bir güç olarak görmek gerekir.

Bu durum elbette finans kapitalin Çin’in dışında kalan kesimlerin borçları özel şirketler ve piyasa aracılığıyla verirken Çin’in esas olarak devlet eliyle borç vermesiyle ilişkilidir. Bu bakımdan Çin’in alacağını nasıl tahsil edeceği borçlu devletlerle yapacağı siyasi müzakerelerle yakından bağlantılıdır. Sri Lanka’nın en büyük silah tedarikçisinin Çin olduğunu da, Sri Lanka hükümetinin Tamilleri Çin’in aktif desteğiyle yendiğini de unutmamak gerekir. Benzer bir durum Çin’in sadece Pakistan, Myanmar ve Bangladeş gibi diğer komşularıyla olan ilişkisi için değil aynı zamanda Etiyopya, Kenya, Uganda ve bir dizi başka Afrika ülkesiyle olan askeri ilişkisi için de geçerli. Amerika ve Avrupa merkezli sermayelerin “Çin’in borç kapanı” diye yaygara koparmaları da esas olarak böyle bir avantaja sahip olmamalarından ötürüdür. Kendi bütçesini nasıl denkleştireceğini her yıl kara kara düşünen, sürekli NATO’nun çok pahalı olduğundan şikayet eden Amerikan devletinin elindeyse Çin’in benzeri bir hamle yapacak mali imkanlar bulunmadığı için, o da bu feryadı büyütüyor.

Dünyanın muhtelif bölgelerine siyasi kaygılarla ucuz kredi sağlamak Çin’in icadı değildi. İkinci paylaşım savaşının ardından emperyalist dünyanın liderliğini üstlenen ABD Marshall Planı ile Avrupa ülkelerini yıkımdan ve “komünizm belasından” kurtarmayı amaçlıyordu. 1950 yıllarda, Türkiye ve Yunanistan’ın faydalandığı Truman planının da bir parçası olduğu dünya üzerindeki kalkınma sürecini de ABD kredileriyle destekledi. Bu planların hepsi Amerika’nın dünya ekonomisinin yönetimini ele geçirip korumasında belirleyici oldu. Ancak bugün Çin’in kuşak ve yol projesi ABD’nin tüm bu sürede sağladığı ekonomik destekten yirmi kat daha büyüktür.

Gelgelelim, finans kapitalin farklı bölüklerinin açmazları da aynı zamanda Çin merkezli finans kapitalin açmazlarına işaret etmektedir. Sermayenin en hızlı biriktiği coğrafya, elbette aşırı birikim krizinin de en şiddetli yaşanacağı yer olacaktır. Kâr oranlarının düşmesi nedeniyle sermayenin borsa ve emlâk spekülasyonuna, devletler arası borçlanmadan kof alt yapı hamlelerinin finansmanına kayışı en hızlı Çin’de yaşanıyor. Çin sermayesi, asıl borcu bağımlı ülkelere değil, Amerikan devletine veriyor. Çin’in elinde tuttuğu ABD hazine bonosu miktarı bağımlı ülkelere verdiği borcun yedi katı civarında. “Hür teşebbüsün merkezi” ABD’de rakip bir sermaye grubunun başına nelerin gelebileceği el konulan yüz milyarlarca dolarlık Rus sermayesi örneğinde görüldüğü halde, Çin sermayesinin kendini ABD’ye rehin bırakmasının nedeni sadece dünyanın en büyük silahlı gücü olan ABD’nin dayatmaları değil aynı zamanda aşırı birikmiş Çin sermayesinin değerlenecek başka alan bulamamasıdır.

Bu bakımdan sadece bağımlı ülkelerin değil ABD hükümetlerinin ve sermaye gruplarının da korkulu rüyası olan ödenemeyen borçlar sorunu saatli bomba gibi tıklarken, sorunu çözmek için atılan adımların sadece borç krizini öteleyerek derinleştirmeye hizmet etmesi en çok Çin’i sıkıştırıyor. Hatta, tam da bu nedenle, sermayenin aşırı birikiminden kaynaklanan ve sermayenin vahşice imhasına yol açacak olası bir iktisadi krizin merkezinin ABD değil Çin olması şaşırtıcı olmaz. Nitekim Avrupalı emperyalistlerin sermayesini tarumar eden 1929 krizinin merkezi de sermaye birikiminin yeni merkezi ABD olmuştu.

O halde “Çin kölelerine köle olarak varoluş güvencesi verebilir mi?” sorusuna, halihazırda ABD tarafından kurulmuş ve ABD lehine işleyen devletlerarası kurumsal yapı değişmedikçe, olumsuz yanıt vermek gerekir. Bu kurumsal yapının değişip/değişmeyeceği, değişirse nasıl değişeceği sorusu ise içinden geçtiğimiz ve bugün giderek keskinleşen paylaşım savaşının birincil gündemidir.

Borç krizi somutluğunda görüldüğü üzere zararın paylaştırılması kavgası keskinleştikçe ABD ve Çin arasındaki gerilimler daha da artacaktır. Ekonomik olarak gerileyen ve şirketlerin çoğunu finansal akrobasi ile ayakta tutan ama hala dünyanın bir numaralı silahlı gücüne sahip Amerikan emperyalizmi, karşısındaysa kapitalist dünyanın yeni merkezi olmaya aday, ama hızla silahlanmasına ve iktisadi nüfuz alanları kurmasına karşın, bu dünyanın kurallarını tarif edip yerleştirmek için gerekli askeri ve siyasi hamleleri yapmaktan kaçınan, tersinden zayıflayan ABD’nin yerini piyasadaki gücüne dayanarak barışçıl bir şekilde alma hayalleri kuran Çin.

Son yirmi beş yılda emperyalistler arası paylaşım kavgasını belirleyen temel karşıtlık bu olsa da meseleyi “yaklaşan Amerika Çin Savaşı” yavanlığında ele almak yanıltıcı olur. Halihazırda ABD’yle bağımsız bir güç olarak çatışan ama ikinci paylaşım savaşı sonrası tüm askeri gücü budanmış Alman finans kapitalinin siyasi arayışları, Fransız ve İngiliz emperyalizmlerinin geleneksel sömürgeci hevesleri, SSCB’den devraldığı askeri ve sanayi potansiyeliyle Çarlık döneminin ruhunu çağırmaya çalışan Rus emperyalizminin ve Çin’in karşısında hızla silahlanan Japonya’nın bağımsız çıkarları ve hesapları yalınkat bir analiz yapmayı imkansız kılar. Çin Devrimi sonrasında kurulan devletin, tüm reformlara karşın, tipik bir burjuva diktatörlüğü, Çin Komünist Partisi’ninde tipik bir burjuva partisi gibi işlememesi, piyasa sosyalizminin ve barışçıl bir kapitalist yükselişin olanaklı olduğunu savunan Kautskyciliğin baskın ideoloji olması meseleyi daha da karmaşıklaştırıyor, yaklaşan paylaşım savaşında taraflarının kimler olduğunu henüz net bir şekilde tarif etmeyi engelliyor. Ancak mühim olan zaten bugünkü uluslararası düzlemde savaşla, ulusal düzlemde ayaklanma yahut darbeyle sonuçlanan siyasi kriz ve gerilimlerin altında yatan bir numaralı faktörünün emperyalistler arasındaki kızışan paylaşım savaşı olduğunu tespit etmektir. Henüz saflar netleşmemişken emperyalistler arasındaki dünya savaşının kimlerle kimler arasında olacağına dair tahminlerde bulmak bilgiçlikten başka bir şey olmaz.

Askeri ve siyasi yetersizliklerini gidermek için birbirleriyle geçici ittifaklar kurmak, en açık örnekleri birinci ve ikinci paylaşım savaşlarında görüldüğü üzere, emperyalistler arasındaki mücadelenin tanımlayıcı özelliklerinden biridir. Bugün de yeni bir dünya savaşının çıkması için Alman finans kapitalinin önce silahlanmasını, Rusya’nın “sermaye ihracına başlamasını” yahut Çin’in askeri güç bakımından ABD’ye yetişmesini bekleyenlerin temel yanılgısı emperyalizm çağının genel özelliklerini emperyalist bir ülke olmanın gerek şartları olarak kavramalarıdır. Bu kavrayışsızlıkları nedeniyle bu kesimler emperyalist rekabeti, finans kapitalin birbiriyle askeri yahut iktisadi ittifaklar kurabilen farklı kesimleri arasında rekabet olarak değil, kendi ulusal imkanlarıyla emperyalist olmanın şartlarını yerine getirerek bu sıfatı kazanan güçlerin rekabeti olarak kurgulamaktadırlar. Hele bir de emperyalist olmanın koşulları, ABD’ye hem askeri hem de iktisadi bakımdan denk olmak olarak konulunca, dünyada ABD dışında emperyalist kalmamaktadır. Tam da bu nedenle söz konusu kesimler Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Ukrayna’ya son yirmi senedir yaşanan hiçbir savaşı ya da uluslararası krizi emperyalistler arası rekabeti temel alarak açıklayamıyorlar. Benzer şekilde Mısır’dan Sri Lanka’ya, Venezuela’dan Türkiye’ye yaşanan ulusal siyasi krizlerin hiçbirini emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasıyla ilişkilendirmiyorlar. Lenin’in, merkezine paylaşım savaşlarının kaçınılmazlığı düşüncesini oturttuğu, emperyalizm teorisine lafta sahip çıkan bu kesimler aslında hiçbir siyasi gelişmeyi bu teorinin varsayım ve sonuçlarıyla açıklamıyorlar. Tam tersine yani iki ya da daha çok emperyalistin birbiriyle olan savaşı anlamına gelen “emperyalistler arası paylaşım savaşları”na dayanan leninist analizi, görünürde aynı anlama gelen ama aslında bir ya da daha fazla emperyalistin ittifak içinde emperyalist olmayan güçlere açtığı savaşlara işaret eden Kautskyci “emperyalist savaş” analiziyle değiştiriyorlar.

Bu durum şüphesiz bilişsel bir kusur değildir, cehaletten de kaynaklanmamaktadır. Leninist emperyalizm teorisinin Kautskyci emperyalizm teorisiyle değiştirilmesinin kökeni Komünist Enternasyonal’in sınıf işbirlikçisi, sosyal-şoven ve sosyal-pasifist bir çizgiye savrulmasına ve sonrasında gereksizleşerek tasfiye olmasına dayanır. Komünist Enternasyonal’i tasfiye edenler elbette İkinci Paylaşım Savaşı yaklaşırken, yaklaşan savaşı emperyalistler arası bir savaş olarak yorumlamaktan kaçınacaklardı. Nitekim İkinci Paylaşım Savaşı önce tüm emperyalistlerin SSCB’ye karşı savaşı, sonrasında da faşizmle sosyalizm arasındaki bir savaş olarak yorumlandı. Aynı tutum 1945 sonrasında da ulusal hareketlere kuyrukçuluk ederken korundu.

Tüm bu süreci başlatıp ilerleten karar merciinin Stalinli SBKP olmasına bakarak, başta Troçki olmak üzere bu partiden zaman içinde tasfiye edilmiş güçlerin çoğunun bu konuda farklı bir çizgide olduğunu düşünmemek gerekir. Tam tersine sadece SSCB’yi değil tüm “küçük” burjuva diktatörlüklerini emperyalizme karşı savunma tezinin acar bir savunucusudur Troçki. Bu bakımdan günümüzde troçkist akımların, Komintern’i tasfiye eden güçlerle, Kautskyci bir anti-emperyalizm paydasında buluşmaları şaşırtıcı değildir.

Geride bırkatığımız yirmi yılın neredeyse tüm jeopolitik gerilimlerini bu çerçevede açıklamak gerekir: IMF’nin Çin’i Sri Lanka’nın borçlarını yeniden yapılandırmaya zorlaması kuşkusuz bu rekabetin veçhelerinden biridir. Belki de eski zamandan kalma görece en barışçıl hamlelerden biridir.

Sri Lanka’daki Paylaşım Savaşı ve Amerikancı Çözüm

Bugün Sri Lanka’da yaşanan halk ayaklanmasına bakarak, bunun Doğu Avrupa’daki “renkli devrimlerden”, yahut “Arap Baharı”ndan farklı olduğunu düşünenler çıkabilir. Halbuki Sri Lanka’da yaklaşık yirmi yıldır, Türkiye’yle kimi açılardan yüzeysel benzerlikler taşıyan siyasi kriz incelendiğinde aslında ülkede yirmi yıllık bir hesaplaşmanın söz konusu olduğu görülür.

Geçtiğimiz aylarda Sri Lanka’da sarayını bırakarak kaçan Gotabaya Rajapaksa, Amerikan emperyalizminin şekillendirdiği yayın çevreleri tarafından, ülkenin başına çökmüş bir hanedanın mensubu olarak sunulsa da kazın ayağı hiç de öyle değildir. Rajapaksa ailesi ülkenin köklü bir sosyal demokrat partisi olan Sri Lanka Özgürlük Partisi’nin üyesiydi. Sovyetler Birliği, Çin ve ABD arasındaki kesişim hattında bulunan bir ülkede Amerika ile mesafeli ilişkileri kuran bir çizgiyi temsil ediyordu. Dahası Sri Lanka’nın en büyük ikinci partisi olan troçkist Sri Lanka Sosyalist Partisi, “halkçı kimliği” nedeniyle bu partiyi seçimlerde desteklemiş, hatta onunla birlikte hükümet kurmuştu. Yine bugün sol basın tarafından Sri Lankalı devrimciler olarak sunulan “Marksist- Leninist” Halk Kurtuluş Cephesi (JVP) de yine kritik 2005 seçimlerinde Tamil karşıtı pozisyonu nedeniyle Sri Lanka Özgürlük Partisi’ni desteklemişti. İkinci turda Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verebileceğini ifade eden TKP’nin kardeş partisi Sri Lanka Komünist Partisi ise bundan iki yıl önceki seçimlerde Rajapaksa’yı desteklemişti, zaten 2005’ten beri Sri Lanka Özgürlük Partisi ile ortak bir cephe içinde yer alıyordu. Hala İngiliz Kraliyeti’nin sömürgelerinden oluşturduğu İngiliz Milletler Topluluğu’nun bir üyesi olan Sri Lanka’nın bugünkü resmi adının Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti olduğunu da unutmamak gerekir. Sri Lanka’nın 1972 yılında İngiltere’nin Kanada gibi bir dominyonu olmaktan çıkıp, kraliyetin “tek sosyalist cumhuriyeti” haline gelmesindeki temel aktörlerden biri de Rajapaksa’nın partisiydi.

Rajapaksa, Sri Lanka Özgürlük Partisi’nin başına geçince parti iyiden iyiye “neoliberalizm karşıtı” sosyal demokrat bir çizgiye kaydı, Çin’le ilişkilerini geliştirdi. Ama Rajapaksa’nın, ona seçim kazandırtan asıl vaadi, bağımsızlık için savaşan Tamil hareketini bitirme sözüydü. “Marksist Leninist” JVP’nin seçimlerde verdiği desteğin ana nedeni de Rajapaksa’nın Norveç’in gözetiminde Tamillerle yapılan çözüm görüşmelerine kökten karşı olmasıydı zaten.

Rajapaksa’nın karşısında yer alan Birleşik Ulusal Parti ise kendini liberal olarak tanımlayan, geleneksel IMF politikalarını savunan, Amerikancı çizgide hareket eden bir partiydi. Tamil konusunda Amerika’nın pozisyonunu benimsiyor, Tamil sorununun anayasal vatandaşlık çerçevesinde çözülmesi gerektiğini savunuyordu. Başında bulunan Wickremesinghe ise 1999’dan beri parlamentoda ve içinde yer aldığı hükümetlerde Amerikan çıkarlarının sözcülüğünü yapıyordu.

Rajapaksa’nın Tamil sorunu “çökertme” taktiği ile çözmesi ABD’nin sert tepkisiyle karşılaştı. ABD zaman içerisinde Sri Lanka’yla askeri bütün ilişkilerini dondurdu, Sri Lanka hükümetini iktisadi, siyasi ve askeri bakımdan sıkıştırmaya başladı. Sri Lanka’nın “neoliberal” politikalara karşı çıkan ve Çin ile yakınlaşan bir çizgide hareket etmesi ABD’nin kıskacını daraltmasına yol açtı.

Bugün Amerikancıların, Sri Lanka’da yaşananları, yolsuz hanedanın çöküşü olarak yansıtmaları bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Zira Sri Lanka’daki görkemli halk ayaklanmasının sonucunda hükümetteki Sri Lanka Özgürlük Partisi önemli bir darbe aldı ama tümüyle yenilmedi. İhanetlerle dolu burjuva siyasetinin tipik bir örneği Sri Lanka’da gerçekleşti. Amerikancı koalisyonun uzun bir süre liderliğini üstlenmiş Wickremesinghe, Sri Lanka’nın iflasını ilan ettiği Mayıs ayında partisini çiğneyerek “ekonomiyi kurtarmak” için hükümette yer almayı kabul etti. Eski partisinin açıktan IMF ve ABD çizgisini savunan adayı karşısında asıl olarak Rajapaksa’nın partisinin desteği ile meclisteki cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle çıktı.

Böylelikle Sri Lanka’da krizi derinleştirecek bir orta yol bulunmuş oldu. Çin çizgisindeki hükümet partisi, içindeki “yolsuz unsurları” kurban ederek, “IMF ile görüşme konusunda deneyimli” bir adayı muhalefet cephesinden devşirerek, siyasi krizi orta yolcu bir şekilde ötelemiş oldu. Amerikancı muhalefet ise kıtlığın ve borç sorununun çözülmeyişinden güç alarak hükümeti sıkıştırmaya devam ediyor.

Henüz maksadına ulaşamamış olsa da, Sri Lanka’daki halk ayaklanması Amerikan emperyalizminin dünyaya nizam verirken kullandığı araçlardan birisidir. ABD benzer yöntemlere Venezuela’da da Mısır’da da Ukrayna’da da başvurmuştu. Bu durum söz konusu ayaklanmaların devrimci bir nitelik taşımadığı anlamına gelmez. Ama devrimci bir önderliğin olmadığı koşullarda söz konusu ayaklanmaların emperyalistlerin ve uzantılarının hesaplaşmalarının aracı haline dönüşeceği gerçeğini hatırlatır. Nitekim Lenin Şubat Devrimi’ni değerlendirdiği Uzaktan Mektuplar’ın birincisinde söz konusu devriminin aynı zamanda savaşın Rusya cephesinin yönetilişinden memnun olmayan İngiliz ve Fransız emperyalizminin saray darbesi olduğunu da belirtmişti. Sri Lanka’daki devrimci sorumlulukları hatırlamak için ayaklanma şakşakçılığı yapmak yerine, öncelikle bu temel doğruyu hatırlamak, bu genel doğrunun Sri Lanka özgülünde nasıl somutlandığını öğrenmek gerekir.

Bugün, Sri Lanka’daki sorunun iktidar sorunu olduğunu söylemek doğrudur. Sri Lanka’da iktidarı alamayan halk kitlelerinin tıpkı 1917 Şubatı’nda olduğu gibi, üstelik bu sefer sovyetleri de kuramadan, bir hükümet değişikliğinin seyircisine dönüştüklerini söylemek de doğrudur. Ancak iktidarı alacak “devrimci bir odağın” gökten zembille inmeyeceği de en az bu kadar doğrudur. Dolayısıyla Sri Lanka’da halk hareketini iktidarını alamadığı için eleştirmek işin kolayına kaçmak, asıl devrimci görevin devrimci bir partinin yaratılması sorumluluğunu üstlenmek olduğu gerçeğini örtmek anlamına gelir.

Bununla birlikte Sri Lanka’daki “önderlik boşluğundan” dem vurmak da kendi başına genel bir doğruyu tekrarlamanın ötesine geçmez. Asıl önemli olan Sri Lanka’da devrimci bir önderlik yaratma potansiyelini taşıyan güçlerin nasıl bir siyasi çizgiyle boğulduğunu göstermek, Türkiye’de ve Kürdistan’da komünist bir parti ve enternasyonal yaratma iddiasıyla yola çıkan güçlerin Sri Lanka’ya kıyasla hangi avantajlara sahip olduğunun altını çizmektir.

Baş düşmana” karşı alternatif burjuva hükümetlere ve partilere koltuk değnekliği yapmak Sri Lanka’daki sol hareketin geleneksel özelliklerinden biri olagelmiştir. Üstelik sınıf işbirlikçiliği hiç de muhtelif troçkist hareketlerin sık sık tekrarladığı gibi “stalinizmin alameti farikası” değildir. Ülkenin en büyük muhalefet partisi olan Dördüncü Enternasyonal üyesi Sri Lanka sosyalist partisi 1956 ve 1960 seçimlerinde Sri Lanka Özgürlük Partisi’yle birbirlerinin güçlü olduğu bölgelerde rakip aday çıkarmama temelinde ittifak kurdu. Sri Lanka Sosyalist Partisi ancak 1964 yılında, o da Sri Lanka Özgürlük Partisi ile ortak hükümet kurduktan sonra, kendi iç birliğini kısmen sağlamış Dördüncü Enternasyonal’den atıldı. Bu durum şüphesiz sadece Dördüncü Enternasyonal’in yirmi bir koşuldan uzak, kendi seksiyonlarının iç işleyişine dolaylı bir şekilde müdahale edebilen, federatif bir enternasyonal olduğunu göstermiyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük troçkist partisi olarak adlandırılan Sri Lanka Sosyalist Partisi’nin birinci paylaşım savaşı sırasındaki Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kötü bir kopyası olduğunu da anlatıyor. Dördüncü Enternasyonal’in Sri Lanka partisine yönelik tereddütlü tutumu aslında işçi partisi ile komünist partisi arasındaki farkları belirsizleştiren menşevik anlayışlarından kaynaklanmaktaydı. Zira Sri Lanka Sosyalist Partisi komünizme kıyasla İngiliz reformist sosyalizminden daha fazla etkilenmiş bir partiydi. Asıl olarak da sendikalarla içli dışlıydı. Devrimci bir parti yerine bir işçi hareketi yaratma, kitleselleşme adına, leninist bir örgütte ve leninist bir politik çizgide ısrar etmek yerine ileri sendikalardan ve işçilerden bir işçi partisi yaratma yönündeki bütün girişimlerin akıbeti Sri Lanka Sosyalist Partisi gibi olacaktır. Gelgelelim, legalist tasfiyecilik batağına saplanmış diğer akımlar gibi, Türkiyeli troçkistlerin hepsi muhtelif işçi/emekçi partileriyle Sri Lanka Sosyalist Partisi’nin daha önce gittiği yolu tekrar gitmeye niyetli görünmektedir.

Maoist, “anti-revizyonist” Halk Kurtuluş Cephesi (JVP) ise 1971’de kraliçenin çizdiği çerçevede anayasal yollardan “Seylan Dominyonu”nu “Demokratik Sosyalist Sri Lanka Cumhuriyeti” yapmaya hazırlanan Sri Lanka Özgürlük Partisi ve Sri Lanka Sosyalist Partisi ittifakına karşı ülke tarihinin en büyük silahlı ayaklanmasını başlattı. Sovyetler Birliği’nin büyük desteğiyle ayaklanma ezildi. Hindistan, İngiltere ve ABD de “sosyalist hükümete” ayaklanmayı bastırması için askeri destek verdi.

Ayaklanmanın ezilmesinin ardından, ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda zaten yalpalayan bir tutumu olan JVP 1983 yılındaki kongresinden sonra, Sri Lanka’da ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde ele alınacak bir sorunun bulunmadığına karar verdi. Tamillerin devlet kurma hakkını yasaklayan JVP Türkiye’deki sosyalistlere çok tanıdık gelen gerekçelere başvuruyordu: “Hindistan ülkeyi işgal etmeyi planlıyordu”, “Tamiller etnik temizlik yapmak istiyordu”, “Tamiller emperyalizmin maşasıydı”. 1987’de hükümete karşı gerilla mücadelesini başlatan JVP’nin bu sosyal- şoven pozisyonunun Sri Lanka siyasetinde belirleyici olması için doksanların başında bu gerilla mücadelesinin bu sefer Amerikancı hükümet tarafından yenilmesi ve JVP’nin 1994’ten sonra “demokratik mücadele çizgisi”ne dönmesi gerekiyordu. Bu dönüşümden sonra JVP seçimlere katılmaya başldı ve Sri Lanka devletinin “emperyalistler tarafından parçalanmasına karşı” hükümetlerin savaş politikalarına açıktan destek verdi. 2005’te Sri Lanka Özgürlük Partisi’yle ortak hükümet kuran Halk Kurtuluş Cephesi bir yıl içinde hükümetten ayrıldı. Beş yıl sonraki seçimlerde ise tümüyle ters istikamete savrulan JVP Amerikancı koalisyonla ortak cephe içinde yer aldı. 2015’teki sessizliğinin ardından 2019 ve 2020 seçimlerinde üçüncü yolcu bir hat tutturdu. Halihazırdaki siyasi krizde ise Sri Lanka’nın bütünlüğünü her şeyin üzerinde tutan “sorumlu bir çizgi”de hareket etmektedir.

Marksist-Leninist Halk Kurtuluş Cephesi (JVP) 2019’da ‘üçüncü yol’ taktiği ile seçimlere girdi, gösteri ve mitingler düzenledi.

Sri Lanka’da sol hareketlerin öyküsü sendikal hareketi devrimcileştirmeye çalışanların, ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin devrimci karakterini görmezden gelenlerin akıbetinin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu türden bir anti-emperyalizm anti-emperyalizm olmadığı gibi, bu çizginin varacağı yer en iyi ihtimalle sosyal şovenizm olacaktır. Bu geçmişle yüzleşmeyenlerin, sözüm ona komünizm adına hareket eden uluslararası merkezlerin bu tablodaki sorumluluğuyla hesaplaşmayanların devrimci önderlik boşluğundan söz etmesi laf-ı güzaftır.

Dünya Çapında Devrimci Durum

Sri Lanka ayaklanması, dünya çapındaki devrimci durumun örneklerinden biri. Sri Lanka’da halk sarayı basarken Makedonya’nın ve Arnavutluk’un sokakları da emekçi protestolarıyla çalkalanıyordu. Tüm bunlar dünya çapında yaygınlaşıp derinleşen devrimci durum saptamamızı doğrulayan gelişmeler olarak kayda geçmeli.

Dünya çapında devrimci durum tespitimizi, “abartı”, “gerçeklikle uyumsuz” bulan akıldaneler Sri Lanka örneğinden yola çıkarak “gerçek devrimci durum” böyle olur diyorlar. Kendi karamsarlıklarını, siyasi mücadeledeki ataletlerinin, örgütsüzlüklerinin açıklaması yapan bu kesimler kendi varoluşlarını gerekçelendirebilmek için elbette her daim Türkiye’deki devrimci dinamikleri küçümsemek, hatta yok saymak zorunda. Halkın sarayı basmasına, cumhurbaşkanının kaçmasına bakarak asıl devrimci durumun Sri Lanka’da yaşandığını savunanlar aslında devrim hakkındaki fikirlerinin yüzeyselliğini itiraf etmiş oluyorlar. Halbuki tam da Sri Lanka’daki devrim dinamikleri Türkiye’deki kadar güçlü olmadığı için halk sarayı bu kadar rahat, devletin silahlı kuvvetleriyle çatışmadan, silahlı kuvvetlerde en azından bir yarılma olmadan, basabilmektedir. Halk sarayı bastıktan sonra, başbakan hiçbir şey olmamış gibi parlamentoda Cumhurbaşkanı olarak seçilip görevine devam edebilmektedir. Amerikancı muhalefet Türkiye’de halk sarayı basarsa siyasi gelişmelerin Sri Lanka’dakinden çok daha farklı seyredeceğini, düzen partileri ve kurumları tarafından kontrol edilemeyeceğini bildiği için en ufak bir sokak hareketini desteklemeye dahi yeltenmiyor.

Buna karşılık devrimci bir önderlik yaratmak hiçbir politik girişim ve plana sahip olmayanlar “genel grev genel direniş”, “geçici devrim hükümeti”, şiarlarını tekrarlamakla yetinenler aslında sadece Türkiye’deki özgülündeki gelişmelerin devrimcilere yüklediği çetin rolün farkında olmadıklarını dışavuruyorlar.

Sri Lanka ile Türkiye’yi karşılaştırıp, Türkiye’de devletin çok daha derin bir şekilde yarılmış ve işlemez hale geldiğini, Türkiye’de emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının çok daha sert geçtiğini söylemek mümkündür. Ancak asıl önemli olan Türkiye’de ulusal sorunun bir anlamda bu nesnel farklılıklar nedeniyle Sri Lanka’daki gibi seyretmemiş olmasıdır. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’daki ulusal uyanışı Sri Lanka’daki gibi çökertmek mümkün olmadığı için bu hareketle ilişkili akımları Sri Lanka’da olduğu gibi sağda ya da solda duran düzen partilerinin koltuk değneği olarak da kullanmak mümkün değildir. Aynı nedenlerden ötürü, Türkiye’deki sol akımların Sri Lanka’dakiyle aynı düzeyde bir şovenizme saplanması da, açıktan hükümet partileriyle saf tutması bile mümkün değildir. Sri Lanka’daki devrimci hareket 1960’lardaki yükselişin ardından 1980’lerin sonunda tümüyle tasfiye olmuştur. Bu durum aslında dünyanın bir çok yerinde böyledir. Türkiye devrimci hareketi ise, tam da Kürdistan’ın özgünlüğü nedeniyle, farklı bir çizgide seyretmiştir. Bugün platformumuz dışında 1971 kopuşunun takipçisi olma iddiasında bir hareket olmasa da bu dinamiklerin şekillendirdiği bir siyasi iklim ve militan profili varlığını korumaktadır. Bu durumun kendisi Komünistlerin Birliği çağrısının neden öncelikle bu topraklardan yükseltildiğini anlattığı gibi aynı zamanda “devrimci önderlik boşluğun”dan şikayet etmekle yetinmek istemeyenlerin neden Komünist bir enternasyonal kurma mücadelesine Türkiye ve Kürdistan’dan başlaması gerektiğini de açıklar.