Türkiye ile Şili arasındaki mesafe tam 13 bin 705 kilometre. Fiji ve Yeni Zelanda bir yana bırakılırsa mesafe olarak Türkiye’ye Şili’den uzak bir yer yok. Ama siyasi olarak Türkiye Solu’nun kendini çok yakın bir hissettiği bir coğrafya. Türkiye’de TİP varsa Şili’de de Şili Sosyalist Partisi vardı. Üstelik Şili Sosyalist Partisi TİP’in yapamadığını yapmış, bir halk cephesi kurarak seçimlere katılmış ve Salvadore Allende’yi devlet başkanı yapmıştı. 12 Eylül darbesi de sık sık Şili’de 1973’te Allende’yi deviren Pinochet darbesine benzetilir. Soldaki 12 Eylül’ü açıklama girişimleriyle Şili’deki girişimleri açıklama girişimleri de şaşılacak derecede benzerlik gösterir: Amerika darbeyi “neo-liberal politikaları” hayata geçirmek için, işçi hareketini etkisizleştirmek için yaptırdığı tekrarlana gelir. 12 Eylül sonrasında ise Şili Türkiye solu için bir anlamda model ülke oldu. Sol akımlar arasında genelde Şili halkının Türkiye halkının yapamadığını gerçekleştirdiği, cuntacılardan hesap sorduğu savunulur. Öyle ya, Türkiye’de 12 Eylül Anayasası yüzde 92 oyla kabul edilirken Şili’deki referandumda halkın yüzde kırkı General Pinochet’nin anayasasına hayır demişti. Kenan Evren emekliye ayrıldıktan sonra Marmaris’te ressamlık yaparken Şili’de önce General Pinochet’nin görev süresini uzatmaya yönelik 1988 referandumundan hayır oyu çıktı, sonraysa kendisi yargılandı ve ev hapsine mahkûm edildi. Şili Türkiye’li reformistler tarafından da “başarılı ve halkçı bir demokratikleşme” örneği olarak baş tacı edildi. Örneğin HDP başkanı Mithat Sancar’ın en önemli çalışması Şili’deki demokratikleşme süreci hakkındadır. Sadece solu anayasal çözüm hayalleriyle oyalamak isteyenler değil bağımsız bir halk hareketi yaratmak isteyenler de Şili’yle ilgilendiler. Şili’deki 2005-2007, 2011-2013 ve 2016 gençlik eylemleriyle topraklarımızda sıkça gündem oldu. Şili’deki mücadele “neo-liberalizme karşı parasız eğitim, parasız sağlık” şiarlarını bayraklaştıran başarılı bir örnek olarak gösterildi. Geçtiğimiz seneki isyan dalgası da yine sosyal eşitlik ve eğitim reformu taleplerinin yükseltildiği eylemlerin ve yoksulluk-hayat pahalılığı karşıtı protestoların yüksek frekansta seyrettiği Şili’de patlak verdi. Gelgelelim sol akımların dikkatini bu eylemlerde kurulan barikatlardan ziyade önce eylemin “metro zamlarına karşı başlamış olması” dikkat çekti. Sonrasında da elbette dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de “Las Tesis” dansıyla ilgi odağına oturdu.

Lakin, 2019-2020 isyan dalgasının etkisiyle yeni bir anayasanın yazılması ve kurucu meclis seçilmesi kararlarına varan siyasi süreç metro zamları ve dünya çapında ünlenen bu dans koreografisi kadar ilgi uyandırmadı. Oysa Şili’deki tüm eylem dalgasının düğümlendiği konu buydu. Şili’deki eylemler bir başka açıdan Türkiye’deki sosyalistlere “anlatılan senin hikayendir” diyordu.

Belirleyici Olan Yoksulluk Değil Anayasa Sorunu Oldu

Korona salgını geçtiğimiz yılın Ekim ayında, Şili’nin başkenti Santiago’da başlayan eylem dalgasına ara verdirtse de yakılan isyan ateşini söndürememişti. Santiago metrosunun ücretlerine yapılan zammın ardından başlayan protestolara karşı Devlet Başkanı Sebastián Piñera’nın olağanüstü hâl ilan ederek orduyu sokağa dökme cevabı eylemlerin diğer şehirlere de sıçramasıyla bu ateşi daha da alevlendirmişti. Çatışmaların çok şiddetli geçtiği eylemlerde, güvenlik güçlerinin cinsel taciz ve işkence de içeren saldırıları ülkede ve uluslararası çapta büyük tepki toplamıştı. Başlangıçta hayat pahalılığı ve sosyal reform taleplerinin filizlendirdiği bir eylem dalgası olarak görünse de 25 Ekim 2019’da bir milyonu aşkın protestocu kitlesi Piñera karşıtı eylemde buluşmuş ve “El pueblo unido, jamás será vencido!” (Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!) sloganlarıyla Piñera’nın istifasını istemişti. Devlet Başkanı’nın 8 bakanı görevden alması fayda etmemiş bunu takriben Kasım 2019’da Şili Ulusal Kongresi yeni bir anayasa yazılıp yazılmaması konusunda referandum kararı almıştı. Nitekim bu referandum 2020 yılının Ekim ayında gerçekleşti ve vatandaşların yaklaşık yüzde sekseni referandumda “evet” oyu kullandı. Referandumdan “evet” çıkmasının ardından gelecek yılın Nisan ayında bir kurucu meclis oluşturmak için seçim kararı verildi. 155 temsilciden oluşacak kurucu meclise yeni anayasayı yazması için dokuz ay süre; yetişmezse üç ay ek süre verilecek. Olur da hesaplar tutarsa yazılacak anayasa 2022’de referandumla oylanacak.

Şili’deki sürece baktığımızda maskelenemeyen bir gerçek tüm keskinliğiyle karşımızda duruyor. Anayasa krizinin hüküm sürdüğü Şili’de, zamlar, hayat pahalılığı, sağlık hizmeti ve sosyal eşitsizlik gibi sorunların ön planda gösterildiği bir şekilde başlayan ayaklanma siyasallaşarak doğrudan anayasa sorununa bağlanmıştır. Yani, yeni bir anayasa yazımı sürecine isyan dalgası sebebiyle başlandı ardından referandumla da olsa bir kurucu meclis kurulması kararlaştırıldı. Bu yaşananlar, anayasa, rejim ve iktidara dair sorunların; siyasi sorunların belirleyici olduğu ve yeni bir anayasanın yapılması için bir kurucu meclisin şart olduğu tezimizi doğrulayan niteliktedir. Peki, ciddi boyutlara varan kitlesel seferberlik ne olmuştur da referanduma sunulan yeni bir anayasa ve akabinde bu anayasayı hazırlayacak kurucu meclis seçimlerinin yapılmasına evrilmiştir? Yeni anayasa ve onu yazacak kurucu meclisin seçimi kararlarının referandumla alınmış olması, kurucu meclis adaylarının da düzen içi partiler tarafından belirleneceğini öngörmeyi mümkün kılıyor.

Pinochet Dönemi’nden Kalma Anayasa ve Reformist Blokaj

Şili’nin Pinochet döneminde kalma mevcut anayasası, 1980 yılında yazıldı. Pinochet iktidarı döneminde ve sonraki dönemlerde de değişikliğe uğrasa da reformlarla bezeli Şili Anayasası dikiş tutturamadı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi cuntacılarla hesaplaşmak Şili’nin gündeminde hep merkezi bir yer tuttu. Nasıl hesaplaşılacağı ise temel tartışmalardan biri olageldi. Daha doğrusu Türkiye’den farklı olarak Şili’deki devrimci hareket cunta tarafından tümüyle ezilebildiği için cuntacılarla parlamenter sistem içinde hesaplaşılabileceği adeta genel ezber oldu. Geçen 40 yıllık sürede Şili Anayasası Türkiye’dekinden çok daha fazla değiştirildi. Tüm bu değişiklikler de muhalefetin baskısıyla ve hep demokratikleşme adına yapıldı. Yine de yamalı bohçaya dönmüş sözüm ona demokratik Şili anayasası Şili’deki anayasal krizi ortadan kaldırmadı.

Şili’deki 2019-2020 eylem dalgası başlangıçta sebepleri yoksulluk, hayat pahalılığı ve cinsiyet eşitsizliği gibi ekonomik ve sosyal problemler etkisinde olarak yansıtılsa da anayasal değişikliğin ekseninde bir siyasal atmosfer yarattı. Aralarında Sosyalist Parti’nin ve Komünist Parti’nin de olduğu koalisyon birlikteliklerinden oluşan Şili Parlamentosu’nun, Piñera’nın çağrısına uyarak yeni bir anayasa için referandum yapılması konusunda mutabakata varmasıyla birlikte hem eylemciler arasında ekonomik ve sosyal sorunları ön plana çıkaran kesimler hem de reformist partilerin siyasal müdahalesi eylemlerin akıbetinde belirleyici taraf oldu. Muhalefetteki reformist partilerin eylemlerin şiddetini artırdığı evrede yeni anayasa için referandum hususunda girişimleri ve kitle içindeki reform yanlılarının “sosyal eşitlikçi” ve ekonomide daha “kamucu” bir devlet talepleri eylem dalgasını, iktidarı süpürecek bir kitlesel seferberlik ve bunun sonucunda kurulacak kurucu meclis yerine, burjuva parlamenter kurumlar içinde çözüm bulma çabası ve akabinde referandum gerçekleştirilmesine vardırdı.

Hem parlamento içindeki hem de kitle içindeki bu “referandumcu” kesimler aynı reformist blokajın unsurlarını oluşturmaktadır. Bu reformist blokajın çabası, burjuva sosyalizmi siyasetinin tipik bir örneğidir. Bir isyan dalgası yükselirken burjuva kurumların repertuarlarının güdümündeki çözümlere razı olup devrimci fırsatların önünü tıkama girişimleri reformizme işaret eder. Yani amaç mevcut düzenin alaşağı edilmesi değil de yamayla onarılması veyahut cilalanması olduğunda öne çıkarılan muhtelif sorunlar ve talepler siyasi iktidar sorununun üstünden atlanarak ortaya konur. Örneğin geçtiğimiz Eylül ayında Şili Komünist Partisi yayımladığı bir bildiride “tüm toplumun meşruiyetine” dayalı “dönüşüm görevinin” yerine getirilmesi adına ülkenin “demokratik güçlerini” uzlaşmaya davet ettiği “ücretsiz kamu sağlık sigortası hakkı, çalışma hakkı, çevrenin korunması, cinsiyet eşitliği, oy kullanma hakkının 16’ya düşürülmesi” gibi muhtelif uzlaşı taleplerinden oluşan uzunca bir liste sıraladı. Siyasi iktidar sorunu üzerinden ele alındığında kilit nokta, bu ve bunun gibi bildirilerde reformist blokaj tarafından öne çıkarılan sorunların var olup olmamalarıyla veyahut zikredilen taleplerin kendisiyle ilgili değil; bu sorunların ve taleplerin nasıl ve ne zaman çözülebileceğine, gerçekleştirilebileceğine dairdir. Siyasi iktidar sorununun muzaffer bir proleter devrimle çözüldüğü, burjuva devlet makinasının parçalandığı ve proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği proletarya diktatörlüğü tesis edildiğinde bu sorunların emekçilerin ve ezilenlerin yararına esas çözümlerinin önü açılabilir.

İfade etmek gerekir ki yeni bir anayasayı hazırlamak için eski rejimin kısıtlamalarına bağlı olmayarak çalışan bir meclisin varlığı şarttır. Kitlelerin seferberliğinden toplumun çoğunluğunun özgürleşmesinin yolunu açacak şekilde faydalanmak iktidarı alaşağı ederek kurulacak; emekçilerin ve ezilenlerin metro ücretlerini değil, yazılacak yeni anayasayı tartıştığı Sovyetik tipte bir kurucu meclisle mümkün olabilir. Bunun Şili’de neyin eksikliği sebebiyle gerçekleşmediği meselesine daha sonra geleceğiz.

Her Kurucu Meclis Kitlelerin Yararına ve Önünü Açan Bir Anayasa Üretmez

Tarihteki diğer örnekleri gibi Şili’de gerçekleşenlerin de yeni bir anayasa için kurucu meclisin şart olduğunu ortaya koyduğunu ifade ettik. Kuşkusuz darbelerin ardından ve darbecilerin tayin ettiği temsilcilerden oluşan veyahut daha burjuva demokratik anlamda temsiliyete dayalı kurucu meclis örnekleri mevcuttur. Bununla birlikte Şili’deki örneği göz önünde bulundurduğumuzda, her kurucu meclisin kitlelerin yararına ve önünü açan bir anayasa üretmeyeceğini vurgulamak gerekir. Şili’de burjuva anlamda seçilen bir kurucu meclis iki şeye varabilir. İlki, bu tipte bir kurucu meclisin oluşturulması daha büyük çapta bir kriz yaratabilir. Nitekim verilen süre içerisinde mutabakata varılan bir anayasa yazılamayabilir, anayasa yazımında daha büyük bir kriz çıkabilir; yazılan anayasa referandumda kabul görmeyebilir. Yeni anayasasın yazılamamış olması kurucu meclisin akıbetini etkileyebilir ve bu da yeni daha şiddetli bir kitlesel seferberlik dalgasının önünü açabilir. İkincisi, seçilen kurucu meclis emekçilerin ve ezilenlerin önünü kesecek aldatmaca bir anayasanın yürürlüğe konmasıyla sonuçlanabilir. Emekçilerin ve ezilenlerin boynundaki zinciri parçalamayacak, “kimin için demokrasi” sorusunun cevabını değiştirmeyecek fakat görece daha “demokratik”; Bolivya örneğinde olduğu gibi “Dekolonizasyon ve Erkek Egemenliğin Kaldırılması Bakanlığı” benzeri kitlelerin kulağına hoş gelen bakanlıkların kurulmasını mümkün kılan bir anayasa yaratılabilir. Güney Afrika Cumhuriyeti örneğindeki gibi emekçilerin gözünü boyayan, siyahi emekçilerin aleyhine oluşmuş bir anayasa yazılabilir. Hatırlayanlar elbette çıkacaktır: doksanlı yılların başında yükselen sınıf mücadelesi sebebiyle, burjuva diktatörlüğünü yıkmadan Apartheid rejiminin tasfiyesini güvence altına almayı sağlayacak bir çizgiyi temsil ettiği için cezaevinden salınıp Güney Afrika’nın ilk siyah Cumhurbaşkanı olan Nelson Mandela’nın katkısı “eşitlik” anayasasıyla Güney Afrika Cumhuriyeti yıkılmamış; korunmuştu. Artık ırkçı rejim yok ama Apartheid’den muzdarip olmayan siyah nüfusun ezici çoğunluğunun hala ücretli köleler ordusunu oluşturduğu bir burjuva diktatörlüğü mevcut.

İki Ayrı Ülke, İki Ayrı “Sülük” Anayasa

Şili’deki eylemlerle birlikte yaşanan süreç Türkiye’deki anayasa ve rejim sorununun nasıl ortadan kaldırılabileceği doğrultusunda göstergelere sahiptir. İki ülkede de bir anayasal kriz mevcuttur ve anayasa sorunu çözülememektedir. Bu siyasi ve anayasal kriz bataklığı demokratik anayasanın şart olduğunun ve yeni demokratik bir anayasa yaratılmadan hem Şili’de hem de Türkiye’de mevcut krizlerin çözülemeyeceğinin göstergesidir. Şili, Pinochet döneminden kalma darbe anayasasından kurtulma mücadelesiyle kavruluyor. Oysa bu anayasa, en başarılı Amerikancı darbe olarak gösterilen, “Friedman”cı ekonomi politikalarını işleme koyan Pinochet Darbesi’nin ardından oluşturuldu. Nitekim, “neoliberalizmin” başarılı bir örneği olarak sunulan, komşularına kıyasla daha “zenginleştiği” iddia edilen OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) üyesi Şili, 89’dan sonra başarılı bir “demokratikleşme” örneği olarak da sunulmakta.

Türkiye’nin anayasası ise 12 Eylül Askeri Darbesi’ni gerçekleştiren darbecilerin oluşturduğu kurucu meclis tarafından yazıldı. Şili Anayasası’na bu benzerliğinin yanısıra reform girişimleriyle yamalı bohçaya dönmüş olmasıyla başka bir benzerliğe daha sahip. Öte yandan Türkiye’de, 1982 Anayasası’nda cisimleşmiş olan 12 Eylül Rejimi giderek daha da derinleşen bir krizin içinde, ortada yekpare hareket edebilen bir devlet yok ve anayasa sorunu “bir türlü” çözülememekte.

İşte bu sebeplerle, Türkiye’de de en az Şili’deki ölçekte; ondan daha kuvvetli bir ayaklanma dalgası gerçekleşecektir. Dünyada en çok devrimcinin bulunduğu bu coğrafyada devrimci dinamikler hala varlığını korumaktadır. Birinci emperyalist paylaşım savaşından beri Orta Doğu dengelerini sürekli alt üst eden Kürdistan dinamiklerinin ağırlık merkezi de bu topraklardadır; Kürdistan Sorunu vardır. Üstüne basa basa söylediğimiz gibi, rejim krizine son vermek ve darbe anayasasından kurtulmak için emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel seferberliğiyle iktidarı süpürmek gerekir ve yeni gerçek anlamda demokratik bir anayasa için kurucu meclisin kurulması şarttır. Demokratik anayasa sorunu bir devrim sorunudur.

Bağımsız Devrimci Siyaset Devrimci Partiyle Sürdürülebilir

Rejimi değiştirmek için önceki rejimin yasalarını hiçe saymak gerekir. Tekrar ifade etmek gerekirse, rejim değişikliği ancak yasaklama ve kısıtlamadan uzak bir şekilde oluşturulan kurucu meclisler tarafından gerçekleştirilebilir. Yasaların içinde mücadele etmek için kurulmuş burjuva siyasi partileri ise tanımları gereği yasaları çiğnemeye müsait bir örgütlenmeye ve hareket tarzına sahip değildir. Aynı durum burjuva siyasetini işçi sınıfı içinde taşıyıcısı olan reformist akımlar için de geçerlidir.

Hangi rejime sahip olursa olsun bütün burjuva diktatörlüklerinde, iktidarlara karşı kurucu meclisi toplayacak bağımsız bir kitle seferberliğinin örülebilmesi ancak bağımsız devrimci bir siyasetle mümkündür. Emekçilere ve ezilenlere önderlik edecek devrimci partiyi yaratmadan bağımsız devrimci bir siyaset sürdürülemez. Hem Şili’de hem Türkiye’de; dünyanın dört bir yanında eksikliği duyulan budur. İşte bu sebeple, her ülkede ayrı seksiyonları olan tek bir devrimci enternasyonalin yaratılması ve yaşatılması ihtiyacı tüm yakıcılığıyla varlığını korumaktadır.

Dünya genelinde devrimci durumun şiddeti ve kapsamı gün geçtikçe genişliyor. “Yönetenler” giderek daha yönetemez hale gelirken, sefalet ve sıkıntıları artan kitlelerin bağımsız eylemlerinin boyutu fırtınalı iklimler ve siyasal krizlerle çalkalanmaların güdümünde kabına sığmayan bir boyuta erişiyor. Dünyada devrimci durum yayılırken filizlenen ayaklanmalarda siyasi iktidara, anayasaya ve nitekim rejime dair sorunların belirleyici olduğunu vurgulamıştık. Şili örneğinde, hayat pahalılığı ve sosyal eşitsizliklerin eylemlerin ön planında olduğu söylenirken çözülememiş anayasa sorununun tekrar patlak verdiğini ifade ettik. Reformistlerin etkisiyle kitlelerin bağımsız eyleminin önüne set çekilmiş ve devrimci fırsatlar yaratan ayaklanma referandum üzerinden kurucu meclis seçimine evrilmiştir. Eylemlerin şiddetini sönümleyen ve devrimci coşkunun canlı tutulmasını engelleyen de işte bu reformist etkidir.

“Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” Emma Goldman kendisine yakıştırılan bu sözü hiçbir zaman söylememiş olduğunu biliyoruz. Bu yürekli anarşist zamanında bir dans partisinde kendisine “Senin gibi bir ajitatörün böyle dans etmesi davamıza zarar veriyor” diye nasihatte bulunan bir erkeğe haddini “Bizim hareketimizi manastıra çeviremezsiniz. Kimsenin kendisini ifade etmesini engelleyemezsiniz” diye haddini bildirmişti. Kısacası Goldman kişinin kendi özel tercihi olan dans yahut başka bir etkinliğin siyasi gerekçelerle yasaklanamayacağını söylüyordu. Goldman’ın yazılarını okuyanlar yaşadığı dönemdeki neredeyse bütün sıcak çatışma alanlarında bizzat yer almış bu yürekli anarşistin devrimin dans edilerek yapılacağına dair bir şey söylemediğini, dans etmenin bizzat bir politik eylem olduğunu söylemediğini bilirler.  Şili’de yaşananlarsa dans ve devrim arasındaki ilişkinin daha farklı ilerlediğini gösteriyor. Barikatlarla başlayan eylem dalgası filarmoni konserleri ve Las Tesis türü danslarla (kimilerine göre “performanslarla”) parlamenter bir seçim hareketine dönüştürüldü.

Halbuki camları kırarak başlayan devrimci başkaldırının vandalizm eleştirilerine kulak asmadan camları kırarak yoluna devam etmesi gerekirdi. Bu noktada Karl Marks’ın da mensubu bulunduğu Komünistler Birliği Merkez Komitesi’nin çağrısındaki şu cümleleri hatırlamakta fayda var:

“Her şeyden önce, işçiler, çatışma sırasında ve burjuvazinin savaşımın hemen ardından fırtınayı yatıştırmaya çabaladığı sırada, işçiler her şeyden önce, duruma olabildiğince müdahale etmeli ve demokratları şu anda söyledikleri terörist lafları gerçekleştirmeye zorlamalıdırlar. Eylemlerini öyle yönlendirmelidirler ki, devrimci coşkunun, zaferin hemen ardından yine bastırılması önlensin. Tersine, bu coşkuyu olabildiğince uzun bir süre canlı tutmalıdırlar. Aşırılık denen şeylere; nefret edilen kişilere ya da yalnızca nefret uyandıran anıları anımsatan resmi binalara karşı yöneltilen toplu intikam örneklerine karşı çıkmak bir yana, böyle örneklere yalnızca göz yummakla kalınmayıp, bunların önderliği de ele geçirilmelidir.”

Türkiye’de Bu Hikayenin Sonunu Başka Türlü Getirmek Mümkün

Türkiye’de tümüyle siyasi krize düğümlenmiş bir durum mevcutken Türkiye solundaki dikkatleri muhtelif “ekonomik sorunlara” çekmeye çalışma dürtüsü İmamoğlu’culuktan kaynaklanmaktadır. Bu düğüm seçim ittifaklarıyla veyahut “en geniş demokrasi bloğu”yla emekçilerin ve ezilenlerin yararına bir şekilde çözülemez. Üstelik ortada yekpare hareket edebilen bir devlet yokken ve 12 Eylül Rejimi’nin krizi git gide daha da derinleşirken mevcut siyasi durum bu topraklarda en az Şili’deki ölçekte bir ayaklanmayı dayatmaktadır. Önümüzdeki dönem siyasi iktidarı süpürecek şiddetli bir ayaklanmaya gebedir.  Bu anlamıyla anlatılan bizim hikayemizdir.

Şili’deki çözümsüzlük bu hikayenin nasıl bitmemesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin defaatle vurguladığı gibi bir devrim sorunu olan demokratik anayasa için emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız kitlesel seferberliği sonucunda kurulacak kurucu meclis şarttır.

Şili’deki hikayeyi üstüne bastığımız topraklarda başka türlü noktalamak mümkün. Zira Türkiye’de siyasi kriz daha derin, tasfiyeciler daha etkisiz ve devrimci dinamikler çok daha güçlü.

Demokratik Anayasa İçin Nasıl Bir Kurucu Meclis? 

Şili’deki kurucu meclis ve anayasa meselesi vesilesiyle kurucu meclisin ne olduğunu ve Bolşeviklerin Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Anayasası’nı ne tür mücadeleyle ortaya koyduğunu tekrar vurgulamak adına Mart 2017 tarihli “Anayasa Dayatmasına Hayır” başlıklı KöZ broşüründen şu alıntıları paylaşıyoruz:

Öncelikle, kurucu meclis bir parlamento değildir. Kurucu meclisin parlamentodan ayırmak için birinci şart bu meclisi oluşturacak vekillerin çoğunlukla mevcut siyasi partilerin aday gösterdiği parlamenterler olarak değil toplumun muhtelif farklı kesimlerinin birinci dereceden temsilcileri olarak seçilmesi başlıca farkı işaret eder. Bu farkın özü seçmenle seçilen arasındaki bağın kopartılmaması olmak zorundadır. Kimlerin kimlerin vekili olarak kurucu meclise gönderildiği belli olmalı ve bunun en açık göstergesi de seçenlerin istedikleri zaman seçtiklerini geri çağırma ve yenisini gönderme yetkisini elden bırakmaması bir sonraki genel seçimleri beklemek zorunda kalmamasıdır. Kurucu meclis bir parlamento gibi işlemek üzere tespit edilmeyeceği gibi aynı zamanda bir parlamento gibi seçilmeyen bir meclis olacaktır. Bu kurucu meclisin en demokratik biçimde teşkil olması için ise toplumun muhtelif kesimlerinin örgütlenerek yahut var olan örgütleri üzerinden kendi temsilcilerini belirleyip kurucu meclise göndermesiyle oluşması sağlanmalıdır.

Yeni bir anayasanın demokratik bir yoldan hazırlanması için her düzeyde kitlelerin örgütlenmesini sağlamak ve var olan kitle örgütlerini bu maksatla yönlendirmek üzere bir “kurucu meclis hareketi” yaratılması asgari bir şarttır. Bu kapsamda “yeni bir anayasa için bir kurucu meclis” hedefinin ortaya konması yetmez. Aksine bunun hangi somut basamaklardan yükselerek nasıl oluşacağının yolunun gösterilmesi de gerekir. Bir başka deyişle bir kurucu meclis fikrini sadece ortaya koymakla yetinmeyip bu doğrultuda bir hareketin oluşması için kimi somut adımların atılmasının yolunu pratikte de gösterebilmek gerekir. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin bugüne kadar kitle içinde yürüttükleri siyasi çalışmalar da bunun asgari kalkış noktalarına işaret eder ve imkân sunar. Kitle içinde çalışma yürüten başka akımların da öyle ya da böyle muhtelif kurum ve kuruluşlarla ilişkileri vardır. Çaptan düşmüş ve nispeten etkisiz hale gelmiş olsalar da bu istikamette etkin olabilecek sendikalar ve meslek örgütleri de vardır.

Çarlık otokrasisinin dayatmalarına ve Menşeviklerin kurucu meclis işlevlerini bir tür parlamentoya devretme gayretlerine karşı Bolşeviklerin savundukları kurucu meclis alternatifi en demokratik kurucu meclis seçeneğini oluşturur. Rusya’da yüz küsur yıl önce Menşeviklerle sağ sosyalist devrimcilerin hâkim olup parlamentoya çevirmek istedikleri kurucu meclise karşı Bolşeviklerin Sovyetlerin iradesini bir kurucu irade olarak kabul ettirmeyi başarması da bu perspektifle yürütülen hareket sayesinde olmuştur. Böylelikle Kurucu Meclis’e hâkim olan oportünistlerin reddettiği anayasa taslağı Tüm Rusya Sovyetlerinin Genel Kongresi’nin 10 Temmuz 1918’de toplanan oturumunda benimsendiği zaman Sovyetlerin resmi gazetesi olan İzvestia’da yayınlanarak yürürlüğe girebilmiştir. Bu şekilde benimsenen Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Anayasası o güne kadar görülmüş anayasaların en demokratiği olduğu gibi, aynı zamanda görülmüş burjuva demokratik meclislerden milyon kere daha demokratik bir usulle belirlenmiş ilk anayasa olmuştur. Kuşkusuz bu anayasanın geçerli olmasının asıl belirleyici koşulu sadece bu demokratik yönü değil o anayasayı benimseyen Sovyetlerin aynı zamanda yasama yürütme ve yargı kuvvetlerinin birliği üzerine oturmakla kalmayıp bu iktidarı uygulayacak silahlı kuvvetleri de bünyesinde barındırmasıdır.