İYİ Parti’den ayrılan Ümit Özdağ’ın son dönemdeki çıkışlarıyla gündeme gelen Türkiye’deki göçmen ve sığınmacı varlığı, üzerine herkesin söz söylediği ve bir tarafta konumlandığı bir mesele oldu. Daha önce de dönem dönem gündeme gelen göçmen karşıtlığı, herkesin seçim hesapları yaptığı bu süreçte ayyuka çıktı. Her ne kadar Ümit Özdağ en görünür figür olsa da göçmen karşıtlığını kitlelerin gündemine sokan asli unsur Millet İttifakı. Göçmenleri iktidara karşı bir koz olarak kullanma hesabıyla hareket eden Millet İttifakı, “göçmen sorunu” kavramını kullanarak ve “bu sorunun müsebbibi AKP’dir” propagandası yaparak, düzen içi iktidar yarışındaki rakibi ile kitlesinin arasında bir çatlak yaratma niyetinde.
İYİ Parti’den ayrılmasının ardından göçmen karşıtlığını siyasi söyleminin merkezine alan ve Zafer Partisi’ni kuran Ümit Özdağ, söylem ve eylemleriyle Millet İttifakı’nı bir arada tutan güçsüz ipleri daha da inceltiyor. Millet İttifakı’nın yumuşak geçiş, restorasyon dönemi planlarına hiç de uymayan sivri söylemleri ve İçişleri Bakanlığı’nın önüne gitmesiyle bir örneğini sunduğu “doğrudan” eylemleri ile gündemi belirleyen Özdağ, ana muhalefete vurmaktan hiç çekinmiyor. HDP’nin bu ittifakla üstü örtülü bağı, AKP eskileri Babacan ve Davutoğlu gibi Millet İttifakı’nın yumuşak karınlarına vuran Özdağ; “cumhurbaşkanı adayı Mansur Yavaş” çıkışı ile yine ittifakın çözemediği bir başka tartışmayı kaşıdı. “Milli vazife” diyerek Yavaş’ı cumhurbaşkanı adayı olmaya davet eden Özdağ’ı, “CHP’li bir ismi önermesinden memnun oldum” diye yanıtlayan Kılıçdaroğlu kendince bu gerilimi yumuşatmaya çalıştı, ama “makul aday” etrafında birleşmeyi ödev olarak gören sınıf işbirlikçi akımların gözardı ettiği gerçeği, yani Amerikancı muhalefeti oluşturan rekabetçi burjuva akım ve partilerin geçelim bir politika etrafında birleşmeyi, bir aday etrafında bile birleşmeyi dahi başaramadığını itiraf etmiş oldu.
Özdağ’ın çıkışları sonrasında Kılıçdaroğlu “göçmenleri helalleşerek göndereceğiz” derken Özdağ ile birebir çatışma yaşayan Süleyman Soylu ise, göçmenlerin gönderilmesi durumunda Türkiyeli işverenlerin yaşayacağı krizden söz etti. Buna karşılık ne Ümit Özdağ’ın keskin söylemleri ne de Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’nı bu gündem üzerinden zora sokma planları AKP-MHP hükümetini sarstı. Bu gündem özelinde ve “net konumlanma” gerektiren diğer siyasi gündemlerde zarar görecek olan yegâne tarafın, ucuz bir tutkalla bir arada kalmaya çalışan Millet İttifakı olduğu yeniden ortaya çıktı.
İşçilerin Uluslararası Dayanışma Gününde Adı Geçirilmeyen Göçmen İşçiler
Korona bahanesiyle sürdürülen iki yıllık gönüllü karantinanın ardından gerçekleşen ilk 1 Mayıs siyasi tabloda gündeme dahi oturmazken, aynı sırada gerçekleşen TSK’nın Güney Kürdistan’a dönük sınır ötesi operasyonları görmezden gelinirken Ümit Özdağ’ın siyasi gündemi bu denli belirleyebilmesi, 2023 seçimlerine dair tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemden geçmemizle ilintili. HDP’nin Amerikancı muhalefetin başarısı için kendini gizlemeyi, tabanını frenlemeyi tercih ettiği; solun geri kalanın da sınıf işbirlikçiliğinin anaforunda debelendiği, 1 Mayıs’ta emekçilerin ve ezilenlerin asıl ihtiyacını dile getirmekten, iktidarı hedefe koyan bir söz taşımaktan geri durduğu koşullarda Özdağ’ın göçmen söylemlerinin gündeme oturması elbette tesadüf değildi. 1 Mayıs’ın örgütlenmesini sendikalara bırakan sosyalistler, devrimci durum gerçekliğini iliklerimize kadar hissettiğimiz böylesine bir dönemde “kitlesel” ve “siyasi” bir 1 Mayıs mitinginin önüne geçmekte başarılı oldular. Böyle bir atmosferde gerçekleşen 1 Mayıs’ta, elbet emekçi ve ezilen yığınların en horlanan kesiminin, göçmenlerin, hak ve taleplerinin gündeme getirilmemiş olması şaşırtıcı değildir. Hiç şaşırtıcı olmayan ise, diğer partilerden bağımsız bir tabanı dahi olmayan Zafer Partisi ve Ümit Özdağ’ın, 1 Mayıs’ı gölgede bırakacak şekilde nasıl gündem yarattığıdır. Restorasyon hayalleri yayanlar arasında kendine yer bulamayan Ümit Özdağ, elbette böyle çıkışlar yapacaktır. Amerikancı muhalefetin başarısını isteyen, yahut başarısızlığının vebalini üstlenmekten çekinen sol akımların tutumu ise Özdağ ile taban tabana zıttır. Özdağ şahsi menfaat ve hesapları nedeniyle “büyük davayı” yani Millet İttifakı’nın ezilenlere ve emekçilere devamlı pazarladığı seçim birliğini bozacak adımlar atmaktan çekinmezken, sol akımlar öne çıkmaktan emekçi ve ezilenlerin önünü açacak siyasi hamleler yapmaktan kaçındı. 1 Mayıs’a gidilirken de, siyasi tutsaklara özgürlük talebini yükseltirken de, işgale karşı söz söylemek icap ettiğinde de, göçmenlerin haklarını savunmak gerektiğinde bilinçli olarak kendilerini geride tuttu.
Halbuki 1 Mayıs meydanları tam da Ümit Özdağ gibilere cevap verilecek yerlerdir. Çünkü 1 Mayısları uluslararası dayanışma yaratmıştır. 1 Mayısların öyküsüne bakanlar, orada göçmen işçileri görürler. Adları 1 Mayıs’la özdeşleşen Haymarket işçilerinin çok büyük bir kısmı Almanya’dan Amerika’ya göçmüş işçilerdir. 8 saatlik iş günü mücadelesi, işçilerin uluslararası eylemleriyle kazanılmıştır. Bu mücadelenin kıvılcımını çakanlar, Avustralyalı göçmen işçilerdir. 1 Mayısları karnaval, göçmenleri seçim hesaplarının mezesi kılmak isteyenler; elbette 1 Mayısların gerçek tarihinin üstünü örteceklerdir. Sınıf savaşının karşı tarafında yer alan sınıf işbirlikçiler; göçmenleri sınıf savaşının parçası kılmaktan, can suyu verdikleri burjuva sömürü düzenine karşı, demokrasi mücadelesi etrafında örgütlemekten elbette kaçacaklardır. Göçmenlerin adını bile geçirmeden gittikleri 1 Mayıslar, söz konusu oportünist akımların kimlerin çarkına su taşıdığını gözler önüne sermektedir.
Göçmenlerin Çıkarları İçin Vatandaşlık Talebini Yükseltmek Gerekir
Aslına bakılırsa sol hareketin göçmenler konusunda sessiz kaldığı söylenemez. Tüm sol akımlar, seslerini farklı perdelerden yükseltseler de “mültecilere dokunmayın” paydasında buluşmuş görünüyor. Normalde “bağımsız” ve “siyasetler üstü” kadın hareketlerinden söz etmeye meraklı olanlar bile kendi liberal görüşlerinin tehdit altında olduğunu görünce “göçmenlerin taciz ettiği kadınlar” vaveylasını koparanlarla ayrışmak zorunda kaldı.
Gelgelelim liberal motivasyonların yarattığı bu sahipleniş, elbette bir yerde sınırına ulaşıyor; göçmenlerin yanında olduğunu göstermek isteyenler “göçmen sorunu” tespitinde buluşuyorlar. “Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz dünya” idealini dilinden düşürmeyenler, “kontrolsüz göç” diye bir problemden bahsedebiliyorlar. TİP, açıkladığı göç raporunda, uluslararası sözleşmelere uyacağının müjdesini veriyor, entegrasyon çözümünü masaya koyuyor. TKP, yaptığı açıklamada; ‘göçmen sorununu’ entegrasyonla çözeceğini, göçmen işçileri Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak gördüğünü, örgütlenme haklarını savunduğunu belirtiyor. EMEP de benzer vurguların bulunduğu açıklamasında, işçi sınıfının birliğinin kurulmasından söz ediyor.
İşçi sınıfının birliği sözleri ve göçmen işçilerin de örgütlenmesine dönük temenniler, ilk bakışta, en doğru tutumun son derece basit bir ifadesi gibi görünüyor. Fakat bu tutum belgelerindeki eksiklik, göçmen işçilerin hangi hedef doğrultusunda, ne biçimde örgütleneceğinin belirtilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sosyal devlet hedefiyle, göçmenlerle dayanışarak bir mücadele örmek için hareket eden bu akımlar; göçmenlerin sorununu çözecek hedefin sosyal devlet olmadığını, dayanışmanın birleşik mücadele anlamına gelmediğini anlamamakta ısrarcılardır. Göçmenler için inisiyatifler kurmak, kimilerinin ölümü göze alarak yola çıktığı Avrupa sosyal demokrasilerine benzer bir Türkiye Cumhuriyeti inşa etmek için propaganda yapmak reformizme hizmet eder, göçmenlerin çıkarlarına değil. Sosyal devletin işlediği Avrupa’daki burjuva diktatörlükleri, göçmenler için çözüm olmuş mudur? Bu ülkelere ulaşmayı başaran göçmenler, sömürü çarkından sıyrılmış, eşit ve özgür yurttaşlar mı olmuşlardır? Siyasi hesapları için gözlerini gerçeğe kapamamış herkesin bu sorulara cevabı bellidir. Sosyal devlet; Türkiyeli işçilerin kurtuluşu olmadığı gibi, göçmen işçilerin de kurtuluşu değildir. Örgütleme yollarında sınıfı kendi içinde bölen reformist akımlar, yanlış bir hedef etrafında sınıfı birleştirmektense geri durmamışlardır.
Komünistler ise; var olan burjuva devlet aygıtını paramparça etmeden ezilenlerin ve emekçilerin kalıcı bir demokratik haklara kavuşamayacağı gerçeğinden yola çıkarak, “demokrasi için tek yol devrim” derler, sınıfın parçası göçmenlerin sorunlarının çözümünü burjuva devlet sınırlarında aramazlar. Bu itibarla, göçmenleri demokrasi mücadelesinin bir parçası kılmanın adresi, burjuva devletin yasalarınca sınırları belirlenmiş ve denetime tabii olan çeşitli dernekler veya inisiyatifler olamaz. Göçmenlerin sorunları, demokrasi sorununun ayrılamaz bir parçası ise, devrimle kazanılacak demokrasi mücadelesinde burjuva hükümeti yıkmak için birleşmekten başka hiçbir yol çözüme gitmez. Birleşilecek adres, devrimci partinin safları ve onun çizeceği mücadele hattıdır. Böyle bir partinin mevcut olmayışı, bu görevlerden yan çizmenin mazereti olarak kullanılamaz. Tersine söz konusu partiyi kuracak güçlerle buluşmak için, düzen sınırlarına sığmayan, devrimci bir demokrasi mücadelesini daha ısrarlı bir şekilde yürütmeyi şart koşar.
Bugün devrimcilere düşen görev, sınıfın parçası göçmenleri sınıf savaşının da parçası kılmaktır. Bunun için yükseltilmesi gereken ilk talep “sınıfın parçası göçmen işçilere vatandaşlık hakkı” olmalıdır. Bu talebi yükseltemeyen akımların bu geri tutumunun ardında, göbekten bağlı oldukları Millet İttifakı’nın seçim hesapları vardır. “AKP göçmenleri vatandaş yapacak, onlara oy kullandırtacak” endişesiyle tir tir titreyen Millet İttifakı’nın yedek kuvvetleri göçmenlere vatandaşlık hakkını elbette savunamazlar. Göçmenlerin AKP-MHP iktidarını ayakta tutacağını sanarak vatandaşlık hakkını savunmaktan geri duranlar, AKP-MHP iktidarını ayakta tutma görevini yıllardır başarıyla üstlenen Millet İttifakı’nın peşine takılmamayı ise akıllarının ucundan dahi geçirmiyorlar. Burjuva düzeni yıkmak için sorumluluk almak, demokrasi mücadelesinin gerektirdiği bağımsız hattı örmek, göçmenleri bu mücadeleden ayırmamak devrimciliğin turnusol kağıtlarından biridir. Göçmenleri kendisine yedeklemek isteyen iktidarın bu oyununu bozmanın yolu, göçmenleri de kapsayan bağımsız bir hattı örmektir.
Marksizm ve İşçilerin Örgütlülüğü
“Göçmen sorunu” gibi sorunu daha baştan hakim sınıfın gözlüğüyle değerlendiren bir tespitle yola çıkanlar, Marksizm’den başka her yöne saparlar. İngiltere’ye göç eden İrlandalı işçiler hakkında yaptıkları tespitler ile Marx ve Engels, bu meselede takınılması gereken tutumu net bir şekilde ortaya koymuş, çözümün tek adresi olarak işçilerin bir arada örgütlenmesini göstermişlerdir. Marx, bugün daha çok Birinci Enternasyonal adıyla bilinen Uluslararası Emekçiler Birliği’nin Lozan Kongresi’nde “İşçi, bireysellikten sıyrılmak için; diğer işçiler ile birleşmeli, ücretini ve hayatını savunmak için birlikler kurmalıdır. Bugüne dek; endüstriyel yenilikler sayesinde sermayenin gücü günbegün büyürken, bu birlikler yerellerle sınırlı kalmıştır. Dahası, birçok olayda, ulusal birlikler güçsüz kalmışlardır. İngiltere işçi sınıfının verdiği mücadeleye dair yapılan bir çalışma göstermektedir ki; işçileri ezmek için, işverenler ya yurtdışından işçi getirmekte ya da fabrikalarını işgücünün ucuz olduğu ülkelere taşımaktadırlar. Bu koşullar ışığında, eğer işçi sınıfı başarı ihtimaliyle mücadelesini sürdürmek niyetinde ise, ulusal örgütleri uluslararası örgütlere dönüştürmelidir.” demiştir. Uluslararası Emekçiler Birliği İngiltereli işçilerin yerini alan göçmen işçiler söz konusu olduğunda dahi; sınırların kapatılması, göçün devlet tarafından kontrol altına alınması gibi önlemleri gündemine almamış, tam tersine işçilerin bir arada nasıl mücadele edebileceğini tartışmıştır. Geçelim bir Komünist Enternasyonal’i, sendikal temelde kurulmuş işçi örgütlerin Birinci Enternasyonal örneğindeki gibi uluslararası örgütlenmesinin bulunmadığı koşullarda elbette kendine Marksist diyenler Marx’ın o zamanki tutumuna taban tabana zıt pozisyonlara savrulacaklardır. Bugün de durum tamamen böyledir.
Marksistler; göçün önüne nasıl geçileceğine, sınır güvenliğinin nasıl sağlanacağına dair politikalar geliştirmezler. Burjuva devletin sınırlarını korumak demek, burjuva düzeni korumak demektir. Burjuva düzene karşı bir savaş doktrini olan Marksizm, ne kadar eğilip bükülürse bükülsün, o sınırları korumayı salık veren bir hale büründürülemez.
“Göçmen Sorunu” Tespitinin Gizledikleri ve Ortaya Çıkardıkları
Söylediğimiz her şeyin temelinde “göçmen sorunu” tartışmaları yatmaktadır. Burjuva muhalefetin başını çektiği bu “sorun” tespiti, sol içinde de kabul görmüştür. Fakat hakikat bu mudur? İşçi sınıfı içinde, göçmenler “sorun” mu teşkil etmektedir?
Düzen aktörlerinin işçi sınıfını bölmeye yönelik tüm çabalarına rağmen, işçiler arasında yaygın kabul gören bir göçmen düşmanlığı söz konusu değildir. Bugüne dek göçmenlere dönük fiziksel saldırılar içinde fabrikalarda, atölyelerde ya da işçi mahallelerinde gerçekleşenler azınlıktadır. “Göçmenler işlerimizi çalıyor, refah içinde yaşıyor, devlet göçmenleri koruyor” gibi iddiaların asılsızlığına birinci elden şahit olan işçiler, bu iddialara dayanarak; sömürü çarkında kendilerinden de daha kötü koşullarda sıkışmış olan göçmen işçilere, sınıf kardeşlerine düşmanlık besleyebilirler mi? Kendisinden daha kötü koşullarda, daha az ücrete çalışan bir göçmeni gören Türkiyeli işçi; o işçiye mi düşmanlık besler, yoksa hem onu hem kendisini sömüren patrona mı? Burjuva muhalefetin kışkırtmaları ile yükselen göçmen karşıtlığının kaynağı; işçi sınıfı değil, ama aslında burjuvazinin kendini tehdit altında gören, ve sık sık yanlış bir biçimde orta sınıf diye anılan kesimlerinin feryadıdır.
Bugün bu propagandanın merkezinde Amerikancı Muhalefet olduğunu görmek zor değildir. Millet İttifakı kah “devletin sosyal-yardım politikaları göçmenleri kayırıyor” yalanına sığınarak kah bir sermaye blokuna yakışır şekilde “kaçak çalışıyorlar”, “ücretleri düşürüyorlar” demagojileriyle göçmen işçileri bugünkü yoksullaşmanın asıl göstererek hükümeti yıpratmak istiyor. Halbuki, tam da göçmen karşıtlığının işçi sınıfı içinde kitlesel bir karşılığı olmadığı için burjuva muhalefetinin bu propagandası asıl olarak Erdoğan’ın kendisini daha demokrat ve muteber bir siyasetçi olarak pazarlamasını mümkün kılıyor. Tam da bu nedenle, bugün göçmenleri bir “sorun” olarak gören, parlak “entegrasyon projeleri” üreten solun da peşinde sürüklendiği Millet İttifakı da aslında Erdoğan’a can simidi uzatıyor. Sandık hesaplarıyla Erdoğan’ı alt edebileceğini sanan muhalif blok, gerçek olmayan bir soruna işaret ederek ve bu “sorunu” çözmesi için Erdoğan’a güya meydan okuyor, böylelikle asıl sorunu perdelemiş oluyor.
Göçmenleri AB’ye karşı bir koz olarak kullanan Erdoğan, ihtiyaç halinde muhalefete karşı da bu oyunu oynayacaktır. Rejim kriziyle boğuşan Erdoğan’dan bile daha aciz durumda olan Millet ittifakı ve işbirlikçi sol, göçmen sorunu lafızlarıyla Erdoğan’ı alt edemez. Erdoğan sandıkta değil, sokakta devrilir. Erdoğan’ı devirmek için sokağa çıkacak olanlar da yalnızca Türkiyeli işçiler değil, aynı zamanda sınıfın parçası göçmen işçilerdir.
Halbuki Türkiye’deki en ufak gündelik sorunun çözülmesi dahi Erdoğan sorununa bağlıdır. Erdoğan’dan kurtulmadan emekçilerin, ezilenlerin durumunda bir iyileşme gerçekleşemez. Erdoğan’dan parlamenter yollarla kurtulmaksa mümkün değildir. Erdoğan’ı süpürmek için seferber olması gerekenler arasında sınıfın en çok ezilen ve sömürülen kesimlerini teşkil eden göçmen işçiler de vardır.
Bunu reddedip sandığı işaret edenler, elbette göçmenleri de sandık hesapları için kullanmaya niyetli burjuva partilerin dümen suyundan kurtulamayacaklardır. KöZ’ün arkasında duran komünistler; sınıfın parçası göçmenlerle birlikte, “göçmen sorunu” yalanını yayan burjuva sosyalistlerinin karşısında yer alacaklardır. Dün olduğu gibi bugün de işçilerin birleşik mücadelesini şovenizmle zehirlemeye çalışanların karşısında durmak, burjuva muhalefetin çıkarlarını göçmenlerin çıkarlarının önüne koyan oportünistlerle ayrışmaktan geri durmamak, “Sınıfın parçası göçmenlere vatandaşlık hakkı!” talebini yükseltmek, komünistlerin görevleridir. Türkiye’deki tüm emekçi ve ezilenler göçmenlerle yan yana saf tutmalı, sınıfın parçası göçmen işçiler sınıf savaşının da parçası olmalı, ezen sınıfın devletini yıkmak için aynı devrimci partinin saflarında mücadele etmelidirler. Bu görevi üstlenecek olan öncü partiyi yaratmaksa komünistlerin öncelikli sorumluluğudur.
Sınıfın parçası göçmenlere vatandaşlık hakkı!
Demokrasi için tek yol devrim!