(Bu yazı, Köz Dergi’nin 3. sayısında yayınlanmıştır.)

Devrimin, inisiyatifi ele alan işçi kitlelerinin mücadelesinden ortaya çıkan devrimci enerji sayesinde gerçekleşeceği fikrine ve işçi kitlesiyle bütünleşmiş bir örgüt anlayışına körü körüne bağlı kalarak aslında en kritik dönemlerde siyasi bir sorumluluk almaktan kaçınmaya varan, bağımsız bir devrimci örgüt mantığına karşı çıktığı için son derece edilgen bir pozisyona mahkum olan, bağlı bulunduğu işçi hareketinin durgun olduğu zamanlarda siyasi mücadeleyi terk etmeye ve teslim olmaya denk düşen sol komünizmin öncülerinden, Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” broşürünün muhatabı Anton Pannekoek, 2 Ocak 1873’te Hollanda’da dünyaya geldi. Küçük yaşlarından itibaren astronomiye yoğun bir ilgi besleyen ve bu alanda kendine bir kariyer planı tasarlayan Pannekoek’in sosyalizmle ilgilenmeye başlaması 1899’da onu, marksizm hakkında bir tartışmanın içine çeken Willem de Graff ile tanıştığında gerçekleşti. Zaman içerisinde tartışmalara katılmaya, bu konuyla ilgili makaleler yazmaya başladı ve sosyalizm mücadelesinde yer almaya karar verdi. Kısa sürede Hollanda sosyal demokrasisinin önde gelen isimlerinin çoğuyla temaslar kurdu ve kendisi de önemli bir teorisyen olarak ortaya çıktı.

Pannekoek’in, içinde yer almaya kararlı olduğu sosyalist mücadeledeki teorik çizgisini oluşturmada önemli rol oynayan olaylardan biri 1903’te Hollanda’da gerçekleşen kitlesel grev dalgasıydı. Kısa süren grev dalgası Pannekoek’e göre, toplumun devrimci dönüşümünün yapı taşının kitlelerin ayaklanması olduğunu gösterdiği için anlamlıydı. Böyle bir grev dalgasından hem yeni bir hareket hem de yeni bir bilinç düzeyi yükseleceğini öngördü. Hollanda Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SPAD: Sociaal- Democratische Arbeiderspartij) içerisinde faaliyet yürüttüğü yıllardan sonra, işçileri iktidar mücadelesi için birleştirmeye ve güçlendirmeye hizmet edecek olan kitlesel sokak eylemlerinden genel greve kadar uzanan ve genişleyen bir dizi kitle eylemi için işçileri eğitmek gerektiği anlayışıyla bağlantılı olarak 1906’da, sosyal demokrat faaliyetin merkezi olarak gördüğü Almanya’ya gitmeye karar verdi. Berlin’de geçirdiği dört yılın sonunda Pannekoek, temaslarının parti başkanlarıyla sınırlı olduğunu, hareketin aktif yaşamından giderek daha fazla izole hâle geldiğini, Alman sosyal demokrasisi liderliğinin parti tabanından tamamen kopmuş bir liderler grubu olduğunu düşünmeye başladı. Ve devrimin temel sorununun işçilerin bilinçlenmesi, kendi inisiyatifleriyle devrimci kitle eylemlerine girişmesi olduğu anlayışına uygun olarak, çözümü, kitlelerle daha yakın temasta olabileceğini düşündüğü Almanya’nın aşırı derecede sanayileşmiş şehri Bremen’e, sosyoekonomik karakterini belirleyen faktörlerden birinin işçi sınıfının düşük yaşam standardı olduğu çevreye gitmekte buldu. Berlin’deki yıllarının aksine, SPD okulunda öğretmenliğe başladığı Bremen’de bir öğretmen ve propagandacı olarak işçilerin günlük yaşamına tamamen katılıyor olmak tam da burjuvazinin egemenliğinin temel sebebinin işçilerin sınıf bilinci eksikliği olduğunu düşünen bu yüzden de devrimci bir hareketin görevinin kitlelere “bilgi aşılama” yoluyla burjuva devlet düzeninin öğretilerine saldırmak olduğunu belirten Pannekoek’in aradığı şeydi. Onun işçi hareketi modeline göre, sermaye birikimi işçi bilinçlenmesi ve işçi ayaklanmasına yol açacak, böylelikle tek devrimci sınıf olan ve giderek militanlaşan proletarya bir devrim gerçekleştirecekti.

Ancak Pannekoek’in, sonrasında kitle eylemi teorisiyle taçlandırdığı bu anlayışının temel zayıflığı; Marx’ın, hâkim fikirlerin hâkim sınıfın fikirleri olduğu saptamasını görmezden gelmesiydi. Burjuva devletin egemen olduğu toplumun kurumları burjuva ideolojisini yayan kurumlar olduğu için, bunlar içerisinde büyüyen, gelişen, koordine olan taban örgütlenmeleriyle komünizme gidebilme fikrinin, yani burjuva devletinin içerisinde yarıklar açarak üniversiteler, sendikalar gibi burjuva ideolojisinin hâkim olduğu kurumlarda kendine korunaklı mevziler yaratarak komünist bir dünya kurma anlayışının olanaksızlığını hesaba katmaya gerek duymuyordu. Burada, “tek yol devrim” demek anlam kazanıyor. Tam da bu nedenden, serpilen, büyüyen ve gelişen bir işçi hareketinin ve artan komünizm bilincinin bir sonucu olarak gerçekleşecek devrimden bahseden sol komünist anlayışın aksine; ancak gerçekleşen devrim ve devleti ele geçirmenin sonrasında, devrimin kendisinin yaydığı komünizm bilinciyle, etkisi altında bulunduğu ve bir sınıf olarak kendi gerçek çıkarlarını görmesini engelleyen burjuva ideolojisinden kopabilecek ve komünistleşecek işçilerin genişleyen hareketinden bahseden leninizmin bir anlamı oluyor. Pannekoek ve onun sol komünist anlayışının kusurlarından biri, çoğu zaman belli bir ideolojisi olmayan talepler nedeniyle, burjuva bir bilinçle ayaklanan bir kitleye komünist bir bilinç atfetmektir. Devrimi bilinçlenen işçilerin yapacağı varsayımına dayanan bu kavrayışa karşılık leninist anlayış, hâkim sınıfın kendi içinde çatırdamasıyla burjuva ideolojisinin de çatırdadığı ve kurumsal baskının kırılıp devlet temelli hâkimiyetin zayıfladığı bir kriz anında ayaklanan ve yalnızca belli talepleri olan bir kitleye komünist bir bilinç yüklemek yerine; devrimci potansiyeli olan ve devrimci eylemlerde bulunan fakat her zaman aynı kararlılıkla hareket etmeyen bu sınıfa öncülük edecek, onu yönlendirecek, onun kısmi ve anlık çıkarlarını değil tarihsel çıkarlarını gözetecek ve onu iktidarı almaya hazırlayabilecek, yani “siyaset” yapabilecek bağımsız bir özne ihtiyacından bahseder. Bu yüzden, Pannekoek ve onun gibi sol komünistlerin, kitlelerin mücadelesini küçümsemesi açısından eleştirdiği leninist parti modeli aslında tam da bu mücadeleyi küçümsemediği, bu mücadelenin bazen azalan bazen artan temposunu daha gerçekçi ve somut bir şekilde analiz edebildiği ve devrimci kapasiteye sahip kitleleri devrimci bir enerjiyle hareket ettirme iddiasına ve siyasi cesaretine sahip olduğu için kitlelerden bağımsız bir özneye ihtiyaç duyar. Ve bu noktada leninist anlayış; Pannekoek’in “örgütsel ruh” olarak tanımladığı bir bağla bir araya gelmiş işçi hareketinin yaşayan ruhunun bir parçası, onun düşünen bilinci olunan ve dayanışma, özveri, bağlılık, sınıf kimliği gibi kavramların etrafında birleşilen modelinden ayrılır. Bu model, hareketin olmadığı ya da “yeterince” güçlü olmadığı zamanlarda el kol bağlı bir şekilde beklemeye mahkûm bırakırken, yani “siyaset yapmak için güç olmak” gerektiği gibi bir varsayıma hapsederken; leninist model, yalnız kalınan, güçsüz olunan durumlarda dahi devrimci potansiyeli toparlayabilmek, kitlelerle buluşabilmek, bir kriz anında ortaya çıkacak mücadeleyi kucaklayabilmek için öncelikle siyasi gerçekleri açıkça ifade etmek, yani “güç olmak için siyaset yapmak” gerektiği prensibiyle hareket eder. Doğrusal bir çizgi şeklinde gerçekleşmeyen siyasi mücadelenin geri çekilmelerini, kesintilerini ve sıçramalarını hesaba kattığı için taktik üretebilmesi, gerektiğinde geri adım atabilmesi, iktidarı alabilecek güçlerle ittifak kuracak şekilde stratejiler benimseyebilmesi, bir ayaklanmayı örgütleyebilecek bir odak olması ve bağımsız varlığını koruyabilmesi; sıradan sokak eylemlerinden genel greve kadar uzanan geniş kitle eylemleriyle komünizme gidileceğini tasavvur ettiği için önceliğin işçi sınıfını bilinçlendirmede, radikalleştirmede, eğitmede olduğunu düşünen Pannekoek’in sol komünist anlayışta olmayan ve eksikliğinin, kitlelerin ayaklanmadığı dönemlerde Pannekoek’in kendisinin de köşesine çekilmesine ya da hareketin olmadığı yerden ayrılıp kitlelerin uyanmakta olduğu yerlere gitmesine yol açan şeylerdir. Keza, 1906’da, Hollanda’dan hareketin merkezi olarak gördüğü Almanya’ya taşınması ya da 1910’da, kitlelerle etkileşimden yoksun olduğunu düşündüğü Berlin’den ayrılıp işçilerle yakın temasta olacağını öngördüğü, işçilerin “manevi kurtuluş” sürecinin bir parçası olarak bir “pedagoji” faaliyeti yürütmeyi dilediği Bremen’e gitmesi tam da bu anlayışının bir sonucuydu.

Bremen’de kaldığı yıllarda Pannekoek’in örgütsel ve ideolojik çalışması, işçi sınıfının mücadelesi ve genel grevle devrime gitmeyi savunan radikal kanat; parlamento ve türlü reformlar yoluyla koşulların iyileştirilmesini, demokratikleştirilmesini savunan revizyonist kanat; reform mücadelesini küçümsemeyen fakat iktidarı almayı, iktidarı aldıktan sonra burjuvazi tarafından yetkinleştirilmiş devletle ilerlemeyi savunan merkezci kanattan oluşan SPD’nin radikal kanadında yer alan Bremen Sol Radikalleri’nin teorik gelişiminde rol oynadı. I. Paylaşım Savaşı öncesinde Bremen Sol Radikalleri ile birlikte SPD çizgisine karşı memnuniyetsizliği artmaya başlayıp parti çoğunluğundan epey farklı bir anlayışa sahip olmasına rağmen bu partiden kopup yeni bir örgütlenme kurmaya yönelmek yerine, tıpkı Luxemburg ve onun başını çektiği Spartakistler Birliği gibi parti içinde partiye muhalif bir pozisyonda kalmakla yetindi. Bremen solundaki faaliyetinin yanı sıra bir yandan da Hollanda sosyal demokrasisiyle yakından ilgilenmeye devam etti. SDAP içinde partiye muhalif bir çizgide olan Tribunistlerin partiden ayrılıp 1909’da SDP’yi kurmasıyla Pannekoek de SDAP’den ayrılıp SDP’ye katıldı. SDAP’den çekilmenin sosyal demokrat hareketten de çekilmek anlamına geleceğini belirterek, en kötü işçi partisinin partisizlikten iyi olduğunu vurgulayan Luxemburg’un aksine Pannekoek, revizyonist, oportünist partilerden ayrılmak gerektiğini savundu. Fakat yeni bir örgütlenmenin işçi kitlelerinin ruhsal yenilenmesinin sağlanması sonucunda ortaya çıkması gerektiği gibi görüşleri yüzünden, 1918’in sonuna kadar en kötü işçi partilerinde çırpınıp duran Luxemburg’dan çok da farklı davranmadı.

İkinci Enternasyonal’in çöküşüne işaret eden Pannekoek için Lenin, 1914 yılında şöyle demişti: “İşçilere gerçeği söyleyen tek kişi – yeterince yüksek sesli bir şekilde ifade ediyor olmasa da – Pannekoek’tir.” Gerçekten de Pannekoek işçilere siyasi bir gerçeği söyleyen ve İkinci Enternasyonal’in çöküşünü dile getiren ilk kişilerden olmasına karşın bu adımını takiben yapması gereken iki şeyi yapmadı. İkinci Enternasyonal’in çöküşünden bahsetti ve bir yenisinin ihtiyacını dile getirdi fakat bunun ancak önce her ülkedeki yönetici sınıfa karşı bir genel grev dalgasıyla, kitlelerin enerjisiyle, işçi sınıfının bilincini iyileştirme, yenileme faaliyetiyle gerçekleşebileceğini söyleyerek üçüncü bir enternasyonalin kuruluşu için herhangi bir adım atmadı. Lenin’in, devrimci bir enternasyonalin kurulmasını savunanları, savaşa karşı içsavaş diyerek devrimci bir çizgide ısrar edenleri bir araya getirmeye çalıştığı Zimmerwald Solu’nun devrimle uzaktan yakından ilgisi olmayan ütopik barış taleplerini dile getiren merkezci tutuma karşı mücadele ettiği Zimmerwald Konferansı’na katılmadı. Savaş kredilerini onaylayan SPD çizgisine karşı olsa da partiden derhâl ayrılmayı savunmak yerine; öncelikli görevin işçi kitlesini SPD’den nihai bir kopuşa “hazırlamak” ve yeni bir işçi hareketi tipinin oluşumu için çaba göstermekten başka bir şey olamayacağını söyleyerek kendini herhangi bir somut adım atmaktan aciz bıraktı. Bu süreçte Pannekoek, savaşla birlikte doğacağını hissettiği yeni tip devrimci hareket için potansiyel bir model olarak gördüğü, ancak 1916’da SPD’den ayrılıp bağımsız bir örgüt olarak kendini var edecek olan Bremen Solu’nu inisiyatif almaya teşvik etmekle yetindi.

Devrimin kendiliğinden gerçekleşeceği varsayımına sahip olan Pannekoek’in, sosyal demokrasinin ve proletaryanın manevi gücünün zayıflığını ortaya çıkardığını düşündüğü Birinci Paylaşım Savaşı’nın uzun süreceğini hissettiği 1915 baharında, bilimsel kariyerine geri dönmeye karar vererek astronomiyle yeniden ilgilenmeye başlaması onun, hareketin olmadığı ya da hareketin olmayacağını öngördüğü dönemlerde bir şey yapılamayacağı anlayışının bir sonucuydu. Onun bakış açısına göre sosyalist mücadele açısından bir kriz hâline denk düşen savaşın kendisini sınıf kardeşliğini engelleyen olumsuz bir durum olarak görmesi devletler arası savaşı halklar arasındaki bir savaş olarak sunmasından kaynaklanıyordu. Savaşı, kendi hükümetine karşı bir içsavaşa çevirerek sınıf mücadelesini büyütmek için bir fırsat olarak gören ve “Barış için Devrim” şiarını yükselten Lenin’le taban tabana zıt giderek proletaryanın mücadelesinin büyümesi için önce savaşın bitmesi gerektiğini söyledi, yani Troçki’nin anlayışıyla uyumlu olarak “Devrim için Barış” şiarını benimsedi. Pannekoek devrimi de şiddet içermeyen bir süreç olarak tarif etti. Silah kullanmayı proletaryanın bir zayıflığı olarak sunan sol komünist, proletaryaya karşı silahlanmış bir burjuvaziyi yenmek için proletaryanın silahlandırılması gerektiği, devrimlerin silahlı bir ayaklanma yoluyla gerçekleştiği ve gerçekleşeceği, silahsızlanmanın ancak sınıfsız bir toplumda sağlanabileceği gerçeğinin üstünden atladığı için “Savaşa karşı savaş!” demesi lafazanlıktan başka bir şeye denk düşmedi.

Pannekoek’in işçi hareketi dışındaki devrimci güçlerle ittifak kurmayı mesele edinmek gibi bir derdi olmadı. Bununla ilgili olarak teorisindeki bir diğer zayıflık ulusal soruna ilişkindi. Onun bu konu hakkındaki görüşleri, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı proletaryanın savaşına bir ihanet sayan Luxemburg’un fikirleriyle kesişiyordu. Sovyet cumhuriyeti temelinde bir ittifakı burjuvaziye karşı bir taviz olarak gördüğü gibi kendi kaderini tayin hakkının da proletaryayı böleceğini, sınıf bilincini zayıflatacağını düşündü. Pannekoek, devrime ezilen ulusların mücadelesinde kurdukları iktidar organlarıyla yürüme gibi bir stratejiden yoksun olduğu için, tıpkı diğer demokratik talepler gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkını da proletaryanın iktidarı alma savaşının bir parçası olarak gören Lenin’le bu konuda da ters düştü. Bu anlaşmazlığının bir belirtisi Lenin’in, Zimmerwald Solunun merkezî organı olması için çabaladığı “Der Vorbote” isimli dergi etrafında ulusal sorun hakkında ortaya çıkan tartışmayla görünür hâle geldi. Roland-Holst’la birlikte derginin baş redaktörü olan Pannekoek, Vorbote’nin ilk sayısında, ulusların kendi kaderini tayin hakkının işçi hareketini bölen bir talep olduğunu düşünen Radek’in, Lenin’in ulusal sorunla ilgili argümanlarını eleştirdiği bir yazısına yer verirken aynı zamanda derginin redaktör yardımcılarından biri olan Lenin’in statüsünü de “katkıda bulunan” olarak değiştirerek Lenin’in Zimmerwald Solu çizgisini temsil etmesini dilediği yayınla doğrudan bir ilişki içerisinde olmasını engelleyecek girişimlerde bulundu.

Gerici kurumların içinde bu kurumlardan onları çatırdatacak, çökertecek, bir kriz anında işçi hareketinin önünü açacak şekilde devrim için faydalanmayı reddedip devrim olmadan proletaryanın iktidarının kurulamayacağı, kurtuluşunun başlayamayacağı gerçeğini göz ardı etmesinin bir sonucu olarak taban örgütlenmelerini büyütmeyi savunan Pannekoek’in, 1920’de Lenin’in “’Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” broşürüne konu olması bundandı. Fabrikalarda işçi konseyleri, taban inisiyatifleri yaratmak, merkezî iktidarı parçalamadan kısmi bir güç odağı olarak buralarda devrimci pratik oturtmaya çalışmaktan öteye gidemeyen sol komünist anlayışı, onu, yükselmesini umduğu işçi hareketinin lafazan bir sözcüsü yapmaktan başka bir şeye yaramadı. Dolayısıyla, yaygınlaşmasını ve yoğunlaşmasını beklediği kitle eylemlerinin düşüşe geçmesinin de kendisinde bir hayal kırıklığına yol açtığını ifade ettiği 1920 yılından sonra siyasi faaliyetini kişisel temaslarla sınırladı. Onun “hayal kırıklığı” şeklinde tarif edip hayatına örgütsüz olarak devam etmesine sebep olan şey, hareketin düşüşünden kaynaklı yaşadığı bireysel bir karamsarlıktan ziyade tıpkı 1915’te ifade ettiği gibi devrimci olmayan dönemlerde devrimcilik yapılamayacağı anlayışının bir yansımasıydı. Tam da bu yüzden, böyle dönemlerde sık sık duyduğu bir bilim özlemiyle tekrar yanıp tutuşmaya başlamasının sonucu olarak hayatına astronomi alanında çalışmalar yürüten bir bilim insanı kimliğiyle devam etti.