Türkiye’de sol-sosyalist akımların düzenlediği eylemlerin ağırlıklı olarak sınırlı bir katılımla gerçekleştirilen, çoğu zaman katılanların dahi anlamsız bulduğu basın açıklamaları olmasından şikayet etmeyen yok gibi. Bu durum sol güçlerin kendi öznel durumlarından ziyade içinden geçilen dönemle açıklanıyor. “Faşizmin hüküm sürdüğü”, iktidarın emekçilere göz açtırmadığı, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğünün istenildiğinde hızla rafa kaldırıldığı bu koşullarda solun benimsediği, en azından başvurduğu eylem biçimlerinin de bu koşulların ürünü, bu koşullara uygun olduğu varsayılıyor. Devletin kolluk güçlerinin herhangi bir eylemde kimi zaman kontrollü kimi zaman dizginsizce fakat rahatlıkla şiddet uygulayabilmesi, eylemcileri abluka altına alması, bu şiddetin cezasızlıkla korunup kollanması, herhangi bir eylemin mülki idare tarafından kolaylıkla yasaklanabilmesi bu faşizm tespitinin kanıtları arasında sayılıyor.
Yine faşizm tespiti ile bağlantılı olarak Türkiye’de solun zayıf olmasının, emekçilerin kitlesel biçimde yer aldığı güçlü ve sarsıcı eylemler yapılmasını imkânsız kıldığı da düşünülüyor. Keza aynı saptamaların devamı olarak faşizmin kurduğu baskı ve korkunun emekçileri eylemlerden uzak tutarken, faşizmin amansız darbeleriyle zayıflayan solun takatsizliğinin de emekçilerle canlı bağlar kurularak bu korkunun kırılmasına engel olduğu düşünülüyor. Hâl böyle olunca faşizm koşullarına rağmen gerçekleştirilen eylemlerin cılız geçmesi, katılımın sol akımların kendi taraftarları ile sınırlı kalması, hatta çoğu zaman bunun gerisinde kalması normal, olağan karşılanıyor.
Bu sıkışmışlığı kendi öznel durumundan ziyade nesnel durumla, ağırlaşan bir faşizm tablosu ile izah edenler Erdoğan ve AKP hükümetinin seçimlerle gönderilmesiyle solun da emekçilerin de nihayet nefes alabileceği görüşündeydiler. Bugünlerde kimsenin sorumluluğunu pek üstlenmek istemediği, seçimlerde burjuva muhalefete destek verilerek “tek adam” Erdoğan’ın gönderilmesi girişimi bu bir nebze de olsa nefes alma ihtiyacı ile açıklanıyordu. Bu doğrultuda izlenilen yolun 2023 Mayısı’nda hüsranla sonuçlanması ise nefes almanın giderek zorlaşacağı günlerin bizi beklediği şeklinde yorumlanıyordu.
Kabaca böyle özetlenebilecek bu görüşlerin doğruluğu yanlışlığı, hareket noktası olan tespitlerin sakatlığı yahut yarattığı yanılsamalar bir yana, ağırlıklı olarak sola hâkim bu görüşleri taşıyan akımların belirlediği mevcut eylem hattının, sokak ve emekçilerle kurduğu ilişkinin, içinde bulunulan koşulları değiştirme gücünün olmadığını söylemek pekala mümkün.
Bu tabloya bakanların bir kısmı demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak gördükleri bu eylemliliklerin tüm kısıtlarına rağmen, bu biçimiyle bile olsa ısrarla sürdürülmesinden yana. Caydırıcı ya da sonuç alıcı bir yönü kalmasa da, bu eylemlerde ifade edilen talepleri gerçekleştirme konusunda hiçbir işlevi olmasa da, bu kadük hâliyle bile bu eylem tarzının sürdürülmesinin bir anlamı olduğu düşünülüyor. Bu eylemlerin tarihe not düşmek, yaşanılan haksızlıkları belgelemek yahut hükümeti-devleti teşhir etmek gibi bir işlevi olduğu varsayılıyor. Dolayısı ile aşağı yukarı herkes aynı dertten yakınsa da, genelde bir saldırının ya da hak gaspının ardından, metropol kentlerin bilinen kent merkezlerindeki genelde aynı noktalarda gerçekleştirilen protesto eylemleri mahiyetindeki basın açıklamaları yapılmaya devam ediliyor. Hatta sol tarafından gerçekleştirilen eylemlerin çoğunluğunu bu tür basın açıklamalarının oluşturduğunu, böyle eylemlerin de sıklıkla gerçekleştirildiğini söylemek pekala mümkün. Devletin buna dahi izin vermediği şartlarda, yani sokakta yapılamadığında ise bu basın açıklamaları demokratik kitle örgütlerinde ya da yasal parti binalarında basın toplantısı biçiminde gerçekleştiriliyor.
Bu aynı tabloya bakanların bir başka kesimi ise bu eylemlerin temel zaafının bir çeşit militanlık eksikliği olduğunu düşünüyor. Kaybedilen mevzilerin yeniden kazanılabilmesi ve faşizmin sokakta geriletilebilmesi için devletle bir irade savaşından kaçınılmaması gerektiği vurguları yapılıyor. Emekçiler bu eylemlere rağbet etmese de sosyalistler-devrimciler tek başlarına bile kalsalar devletin koyduğu yasak ve kısıtlamaların, kolluğun ablukasının üzerine inatla ve dirençle yürüdüğünde bu kuşatmanın kırılabileceği düşünülüyor. Yasak ve baskıların tanınmayıp devletin bu eylemlerin karşısına diktiği polisle karşı karşıya gelinmesinin bile bu eylemlere bir dinamizm katacağı ve bu eylemlerin niteliğinde bir fark yaratacağı varsayılıyor.
Şüphesiz bunca zamandır bir şekilde sokakta olmaya çalışmanın, çeşitli baskı ve yasaklara karşı sokakta olmanın yollarını aramanın yanlış bir tarafı yok. Hakeza devletin belirlediği alanları fiilen zorlamanın da yanlış olduğu söylenemez. Bilakis bunların gerekli ve yaygınlaştırılması gereken tutumlar olduğu söylenilmeli. Fakat bu tutumların kendi içinde doğruluğu yahut haklılığından bağımsız olarak solun genel olarak izlediği eylem hattının bu amaca hizmet edip etmediği tartışılmalı.
Gerçekleştirilen Eylemler Emekçileri İleri mi Çekiyor, Kenara mı İtiyor?
Kent merkezlerinde “basına ve kamuoyuna” seslenilerek gerçekleştirilen eylemlerin çağrıları genel olarak birkaç gün öncesinden sosyal medya duyuruları ile yapılıyor. Dolayısı ile dışa dönük bir çağrısı varmış gibi görünmekle birlikte, zaten bu çağrıları duymaya alışık olanların dışında, bu kesimlerin dışında kalanlara yönelik, onları bu eylemlere katma hedefiyle yapılan somut bir faaliyet ve çağrıyı barındırmıyor. Milyonlarca seçmeni olan yasal sol partiler de, yüz binlerce üyesi olan sendika konfederasyonları da birkaç yüz kişinin katıldığı eylemleri “kitlesel basın açıklaması” olarak değerlendirebiliyor. Elbette bu çağrının genişlemesi ve en basit, en bilinen yöntemlerle somut bir hazırlıkla daha geniş bir muhataplara ulaşılması tek başına bu eylemlere emekçilerin akın etmesini sağlamayacaktır. Nitekim esas olarak bu eylemleri düzenleyen öznelere karşı duyulan bir güvensizliğin ifadesi olarak eylemlere katılmayanların daha geniş bir çağrı ile karşılaşınca bir anda ikna olması ve alanları doldurması da beklenemez. Ancak bu eylemlerin öznelerinin bu asgari gerekliliği, yani bir eyleme çağrı için yapılması gereken yüzyüze bir faaliyeti dahi çoğu zaman yerine getirmemesi, bu eylemlerin bu eylemlere katılması beklenen ve istenen emekçilerden habersiz, onların gündemine dahi sokulmadan gerçekleştirilmesi de üzerinden atlanılmaması gereken bir olgu.
Dolayısı ile asgari bir hazırlık faaliyetinin ve çağrının dahi olmadığı, rutin sayılan eylemlere konunun sadece ilk elden “ilgililerinin” rağbet etmesi şaşırtıcı olmamalı. Ama bu durum bu eylemlerde işlenilen gündemlerin sadece “konunun ilgililerini” alakadar ettiğini ve bunların sayısının da giderek eridiğini düşündürmemeli. Emekçilerin geniş kesimleri siyasete ve eylemlere kayıtsız ve uzak değiller. Bilakis emekçilerin gündemine giren yakıcı bir sorunun etrafında emekçilerin kitlesel bir biçimde sokağa çıktığı, ayağa kalktığı, hükümet karşıtı eylemlerle iktidarı sarstığı örnekler Türkiye’de görülmüyor değil. Hatta son on yılda bunların sayısının daha önceki dönemlerle yarışır durumda olduğunu söylemek bile mümkün.
Devlet terörüne, açık bir baskı ve çıplak zora rağmen Gezi Ayaklanması’ndan Kobane için gerçekleştirilen dayanışma eylemlerine, 2015 yılında metal işçilerinin fabrika işgal eylemlerinden İstanbul Havalimanı işçilerinin şantiye eylemlerine, Cerattepe’deki çevre mücadelesinden Boğaziçi Üniversitesi’ndeki kayyıma karşı verilen mücadeleye bunların her biri solun öznel hazırlık ve çağrısını aşan bir kitleselliğe kavuşmuştu. Dolayısı ile korkan ve sinen, evlerine kapanan bir emekçi profilinden ziyade fırsat kollayan ve bulduğu her çatlakta kitlesel biçimde hükümete karşı sokağa inmeye çalışan geniş kesimler olduğunu tespit etmek gerekir. Solun müdahaleleri ise bu eylemlerin yaygınlaşması ve genişlemesinden ziyade, çoğunlukla kendi kontrolünden çıkmaması ve sorumluluğunu alamayacağı bir noktaya evrilmemesi için oldu. Nitekim Gezi Parkı’nda patlak veren ayaklanmada görüldüğü üzere solun geniş bir kesimi eylemin haklılığı ve meşruiyetine zarar verilmemesi ve kitleleleri devletin şiddetine ezdirmemek adına bu hükümet karşıtı eylem dalgasını bir ileri aşamaya taşımaya gayret etmek yerine, kabına sığmaz bir kitleyi bir kaba sığdırmaya gayret etti. Eylemlerin bir ileri aşamaya sıçrayıp hükümeti devirmeye yarayacak bir kaldıraç olarak kullanılmasının sorumluluğu bu eylemlerde ağırlığı olabilecek sol güçler tarafından üstlenilmedi. Parkın boşaltılması konusunda solun çoğunluğu hemfikir oldu ve hükümeti seçimsiz sandıksız, bir ayaklanma ile gönderme hedefi ve niyeti olmayanlar eylemlerin tadında bitirilmesi için gayret gösterdi. Bu boşluk devletin saldırması, sınırlı bir direniş gösterilmesi ve parkın “süpürülmesi” ile sonuçlandı. Oysa Türkiye tarihinin en kitlesel hükümet karşıtı ayaklanması mutlak biçimde böyle sonuçlanmak zorunda değildi. Her zaman sığınılan bir gerekçe olarak kitlelelerin yetersizliği veya isteksizliğinin, yahut devletin kullandığı açık zorun bu eylemlerin neden bittiği veya neden bir yere varamadığını açıklaması mümkün değildir. Çünkü kitlelerin akın akın sokağa aktığı, devletin savunmada kaldığı, kullandığı şiddetin de kâr etmediği böyle güçlü bir eylemin devrimci bir takım hedeflere kavuşup hükümeti defetmekle taçlandırılamaması dışsal faktörlerle değil, ancak öznel bir eksiklikle açıklanabilir.
Keza Kürdistan kentlerini baştan başa saran, ama dahası Türkiye metropollerini, özellikle emekçilerin yaşadığı varoşları sarsan Kobane eylemleri de bir bakıma amacına ulaşarak Kobane etrafındaki bir tarafını AKP hükümetinin oluşturduğu kuşatmanın yarılması ile sonuçlanmış olsa bile başka bir merhaleye evriltilmekten kaçınılmıştır. Onlarca kişinin dövüşerek düştüğü bu eylemler gerek yaygınlığı, gerek kitleselliği, gerek militanlığı ile hükümete de devletin askeri bürokrasisine de kabus gördürmüştür. Bu eylem dalgası da devletin gayretleri ile değil ancak bu eyleme çağrıda bulunanların kitleleri evlerine dönmeye çağırması ile bitirilebilmiştir. 6-8 Ekim serhildanları ile çaresiz duruma düşenler bu eylemlerin sorumlusu olarak gördükleri ve zindana tıktıkları HDP’li siyasetçilerden hâlâ hınçlarını alamamaktadırlar. Bu eylemlerin bir daha asla tekrarlanmaması için hâlâ ceza yağdırmaktadırlar. Kobane Davası bu intikam alma isteğinin en berrak yansımasıdır. Oysa bu eylemlerin başlaması kadar daha fazla kan dökülmeden bitmesi için de uğraşanlar da aynı HDP’li siyasetçilerdi. 6-8 Ekim eylemlerinin bugün Kürtler’in başını çektiği ezilenlerin, emekçilerin haklı, yerinde bir ayaklanması olarak değil “6-8 Ekim olayları” olarak adlandırıp devletin provokasyonu olarak görmeye teşne olanların böyle kitlesel eylemlerden çıkardığı sonuç böyle eylemlerin yıkıcı sonuçlarının olduğu ve bir daha böyle barışçıl olmayan eylemlere kalkışılmaması gerektiğidir.
Bu tür kitlesel kalkışmaların 2016’dan sonra OHAL’le bıçak gibi kesildiği ve bir çeşit sessizlik dönemine geçildiği düşünülen bir zamanda başlayan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemler de benzer bir akıbete uğramıştır. Diğer örnekler kadar çatışmalı ve militan bir seyir izlemese de gösterilen kararlılık ve kitlelerden kazandığı sempati ile öne çıkan, tek bir kampüsteki kayyımdan ziyade bu kayyımları atayan hükümete karşı bir başkaldırıya dönüşen, Kürdistan dışında kayyımlara karşı ilk defa ülke gündemini sarsasacak biçimde gelişen bir eylem dalgası tek bir üniversitenin kampüsünden başlamıştı. Ama Boğaziçi’nde kayyıma karşı verilen mücadele farklı üniversitelerdeki öğrencileri hareketlendirmesinin ötesinde genel olarak kayyım düzenine karşı duyulan ülke çapındaki memnuniyetsizliğin ve öfkenin de dışavurumu ve odağı hâline gelmişti. Fakat herkesin gözünü seçimlere diktiği koşullarda bu eylemin de taşıdığı potansiyel solun belirleyeni akımlar tarafından adeta kampüse kilitlendi, eylemlerin kampüs dışına çıkması, taşması istenilmedi. Kendi sınırlarına hapsedilen her türlü eylem gibi Boğaziçi eylemleri de daha fazla büyümeden önce kendi yağında kavrulan bir kıvama sokuldu, sonra da kendi hâline bırakılarak pörsütüldü.
Bu ve sayısını çoğaltabileceğimiz örnekler uzak bir geçmişe ait değil. Yaprak kımıldamağı ve kimsenin kafasını kaldıramadığı düşünülen bir ülkede yakın geçmişte yaşanan büyük çaplı eylemlerin aşağı yukarı benzer şekilde sonuçlanması kitlelerin geri çekilmesi ile açıklanamaz. Ama kitlelerin geri çekilmesi, esas olarak bu eylemlerin hükümet karşıtı daha geniş eylemlere ya da başkaldırılara dönüşmesinin sorumluluğunu alamayanların, sokağa çıkan, hatta barikat kuran emekçi kitleleri pasifize edip, hükümetle hesabı seçimlere erteleyerek aynı kitleleri evlerine göndermesi ve onları seçmene dönüştürmesi ile açıklanabilir.
Bu bilançoya bakıldığında; devletin baskısı ile geri çekilmiş kitleler rağbet etmediği için cılız geçen eylemler görülmemektedir. Aksine dışındakilerin katılması hâlinde eylemlerinin sonucundan çekinen ve siyasal bir sorumluluk almaktan kaçınan bir sol görülmektedir. Bu nedenle mevcut eylemlerin zayıflığı buna katılmayanların değil, bu eylemleri örgütleyenlerin siyasal yönelimleri ile doğrudan alakalıdır.
Militanların Eylemi Eylemleri Militan Kılar mı?
Hak savunuculuğu ve sivil toplumun alanından siyasal bir iktidar iddiası ve talebi gerektiren bir alana ve gündeme doğru kaydıkça bunun gereklerini yerine getirmekten kaçınanların, dışındakileri eylemlere katmayan, katmak için özel bir çaba sarf etmeyen, sembolik eylemlerle yetinen bir tarzı olduğu görülüyor. Bu durumu bir çeşit pasifizm olarak gören ve bu tabloya itirazı olan, devrimci iddia ve kaygılarla, devrimcilerin bu duruma müdahale ederek bu kısır döngüden kurtulunması gerektiğini ifade edenler, bu konuda eylemli bir hattı savunanlar da mevcut.
Son dönemde solun bu tür iddialara sahip kesimleri çeşitli eylem birlikleri ile, devletin yasak ve baskılarla kapamaya çalıştıkları alanları zorlama girişiminde bulunuyor; ancak militan bir mücadeleden kaçınılmadığı takdirde bu alanların zorlanarak açılabileceğini savunuyorlar. Pek çok açıdan doğru bu önermede ifade edilemeyen şey ise nasıl bir “militanlık”tan bahsedildiği.
Bir alana Kaypakkaya’nın portresinin alınmaması, bir yürüyüşün engellenmesi, Taksim gibi devletin eylem yasağı koyduğu bir alana girilmesi söz konusu olduğunda haklı olarak bu konuda bir irade sergilenmesi gerektiği vurgulanarak polis şiddetine maruz kalma, gözaltına alınma hatta tutuklanma ihtimaline rağmen bu irade ortaya konuluyor. Yani polisin belirlediği sınırlar çiğnenerek devletin oluşturmaya çalıştığı tahakküm deliniyor. Fakat bu iradeyi, ancak bunun ağır sonuçlarını göğüsleyebilecek sınırlı sayıdaki özverili militan gösterebiliyor. Belirlenen eylemler de bu tür iddialara sahip örgütlenmelerin kendi militanlarından başkasının katılmasını mümkün kılmayan, hatta başkalarını da hesaba katmayan, dolayısıyla eyleme de katmayan bir seyir izliyor. Bu nedenle Kaypakkaya anmalarında yahut Suruç için gerçekleştirilen eylemlerde konunun sınırlı sayıda devrimcinin gündemi olacağı varsayıldığı için geniş emekçi kesimlerin katılımını öngören bir hazırlık ya da eylem kurgusu yapılmıyor. Son birkaç senedir bu eylemlerin belli başlı merkezlerde “Gençlik Örgütleri” ortak imzası ile düzenlenmesi bile bu durumun göstergesidir. Sadece “genç ve dinamik”, polisle çatışma sorumluluğunu alabilecek, gözaltına alınması ve tutuklanması hâlinde daha az sorun yaşayabileceği düşünülen, özverili ve militan unsurların Kaypakkaya’yı ya da Suruç’u anabileceğini düşünmek daha baştan bu gündemlerin kitlelere mal edilmesinin önünde engel oluyor. Kurgusu az çok polis tarafından ezberlenen eylemlerde polisin markajı aşıldığında irade savaşının kazanıldığı düşünülüyor. Oysa bu eylemleri dışarıdan takip edenlerin polisin aldığı tedbirler aşılsa bile çıkardığı sonuç genellikle kendisinin bu eylemlere katılamayacağı oluyor. Polisin uyguladığı “kontrollü” yahut kontrolsüz şiddet kameralara alındığında bu görüntülerin devletin gaddarlığının ve zulmünün, devrimcilerin de direnişçi ve başeğmez tutumlarının bir kanıtı olacağı düşünülüyor. Ama esas olarak kitlelerin vicdanına seslenen bu yöntemin kitlelerde sola dair güçsüz ve sürekli şiddete uğrayan mağdur taraf intibası yarattığı fark edilemiyor. Bu tür eylemleri düzenlemenin ve bu eylemlere katılmanın sermaye düzenine, bu düzenin sonuçlarına ve sermayenin iktidarına nefret besleyen tüm emekçi kesimlerin değil, sosyolojik olarak daha isyankar olduğu varsayılan gençlerin işi olduğu mesajı alttan alta yayılıyor. Bu tutumların sahipleri devletle karşı karşıya gelmekte ne kadar gözüpek, bedel ödemekte ne kadar fedakâr olsalar da emekçileri devlete karşı harekete geçirmenin değil, niyetten bağımsız olarak emekçileri böyle eylemlerin ancak izleyicisi kılan bir eğilimin takipçisi hâline geliyorlar.
Başka bir döneme ait olduğu gerekçesi ile devletin şiddet tekelinin ve bir alan üzerindeki ablukasının kırıldığı ‘95 Gazi ve ‘96 1 Mayısı gibi örneklerin nasıl yaratıldığı ve nasıl bir hattı temsil ettiği çoğunlukla pas geçiliyor. Devrimci iddialarla siyaset yapanların kendi örgütsel kimlikleri bir yana, kullandıkları genel politik kimliklerini dahi bir kenara bırakarak bunların yerine gençlik örgütlenmelerinin kimliklerini ikame ederek düzenledikleri, esas olarak radikal bir sivil itaatsizlik pratiğini temsil eden eylemler yukarıda anılan örneklerin yerini alıyor. Geçmişte militanca denilen pratikler yerini bugün yine militanca bulunan ama geçmiştekilerle hiçbir benzerliği olmayan pratiklere bırakıyor. Eylemlerin amacı sola gücünü kanıtlamak ve militanlık açısından başkalarının yakalamasının zor olduğu düşünülen bir eşik çekmek olduğunda devrimci dayanışmanın yerini rekabetçilik alıyor, devrimci-reformist ayrımları silikleşiyor. Gündelik veya genel mücadelede reformist programların uslanmaz takipçisi olanlar bu eylemlere katıldıkları oranda kendilerini günahlarından arınmış ve devrimci payesiyle donanmış olarak buluyorlar. 2024 1 Mayısı’nda burjuva muhalefetin dümen suyunda gerçekleşen Saraçhane girişimini bir yana bırakacak olursak, 1 Mayıs’ta Taksim’deki meydan yasağını delmek üzere sokağa pankartlarla fırlama cesaretini gösterenler bile buluşmayı değil, ayrı ayrı durmayı ve bunu cep telefonlarıyla kaydedip görüntülemeyi esas alıyor. Öncü savaşı stratejisinin doğal uzantısı silahlı propagandanın yerini onun bir çeşit karikatürü, kameralı propaganda alıyor.
Tüm bu yönelim geniş emekçi kesimleri bu eylemliliklerin öznesi, katılımcısı değil, sosyal medyada tedavüle sokulan eylem videolarının izleyicisi hâline getiriyor. Böyle olduğu ve kendi dışındaki kesimleri eylemlere sürükleme, onları eylemlerin bilfiil katılımcısı hatta örgütleyicisi hâline getirme çabası azaldıkça devletin ve kolluğun alan hâkimiyeti artıyor. Sıkışmış ve sınırlı alanlarda sonucu baştan belli eylemler ancak solun devrimci iddialara sahip kesimlerinin devrimci iddialarının sürdüğünü kendi militanlarına ve başka akımların taraftarlarına bir çeşit kanıtlama çabasına dönüşüyor. Eksik ve hatalı bir militanlık ölçüsünün yerleşmesine katkıda bulunuyor.
Tüm kararlılık ve özverilerine rağmen, devrimci kaygılarla siyaset yapma iddiasındaki akımların ve onların militanlarının bu yönelimi, niyetleri ne olursa olsun emekçileri seferber etmeye yaramıyor. Bu yönelim, eylemlere yasak savma kabilinden katılan, dostlar alışverişte görsün diye eylem örgütleyen, kitlelelere seçmen ve kendi parlamentarist siyasetinin nesnesi olma dışında bir rol biçmeyen reformistlerin eylem hattı ile tam da bu noktada buluşuluyor. Bu kesimlerin arasındaki ayrım, benzer şeyler öneren benzer içerikteki basın açıklamalarını okumak için polisin belirlediği sınırları zorlayanlarla zorlamayanlar arasındaki pratik farka indirgeniyor.
Tasfiyecilerin Dayattığı İşbölümünü Bozmak Gerekir
Köz’ün arkasında duran komünistler bugün mevcut şartlarda kimi zaman liberal-reformist bir çizginin damgasını vurduğu, kimi zaman da bu liberal hattı gizlemek için sol çıkışlarla bezeli tasfiyeci bir eylem hattının bugün solun geneline hâkim olduğunun bilincindeler. Bu tasfiyeci hat kendini her seferinde şaşmaz bir biçimde, bir emekçi seferberliğini önünü açması ve onun kaldıracı olması gereken siyasal konuları konspiratif kadro eylemlerine havale ederken, emekçileri içeriğini ve sınırlarını liberallerin belirlediği bir çizgiye teslim ederek somutluyor. Söz konusu konspiratif-kadro eylemlerine katılanların/örgütleyenlerin devrimci kaygıları, saikleri bu hattın tasfiyeci niteliğini değiştirmiyor, bilakis bunun fark edilmesini zorlaştıran bir işlev üstleniyor.
Devrimci bir siyasal çalışma işçiler, emekçiler arasında yürütülmesi, onları siyasal konularda tutum almaya, harekete geçirmeyi önüne koyması gerekir. Bu kesimleri nerede, nasıl gerçekleşeceği belli olan eylemlere katılmaya çağırmak, çağırmakla yetinmeyip, tüm emekçi örgütlerini bu tür eylem ve etkinliklerin örgütleyicisi olmaya siyasi olarak zorlamak şarttır. Devrimci bir siyasal çalışma solda bugün liberallerin sultasındaki kitlelere açık eylemler ve devrimci şiarların haykırıldığı kadro eylemleri işbölümüyle bağdaşmaz. Bilakis devrimci siyasal çalışmanın yürütmenin önkoşulu bu işbölümünü reddetmektir. Tam da bu nedenle Köz’ün arkasında sözüm ona kitlelere açık ama devrimci örgütlere ve sembollerine yasak koyan eylemlerin örgütlenmesinde nasıl sorumluluk almıyorsa aynı şekilde “faşizme karşı mücadelenin gereği” olarak geçelim kitle örgütlerinin, siyasi hareketlerin dahi örgütlenme sürecine dahil edilmediği eylemlerin örgütlenmesinin sorumluluğunu da üstlenmeyecektir.
Tasfiyecilerin dayattığı bugünkü işbölümüne uygun gerçekleşen eylemlerin örgütleyicisi olmamak, bu eylemlere katılmayı ilkesel olarak reddetmek anlamına gelmez. Siyasi iddia taşıyan bir hareket söz konusu işbölümüne uygun eylemlere gerektiğinde müdahale etmeyi, gerektiğinde destek vermeyi peşinen reddetmez. Bu eylemlere katılmayı kendi bağımsız eylem çizgisine ve önceliklerine tâbi olarak değerlendirir. Ancak hâkim liberal, tasfiyeci dalgaya karşı mücadele etmek isteyen bir siyasi hareketin asıl yapması gereken yerel seçimlerde Kürdistan’daki işgal harekatlarına, 1 Mayıs’tan Suruç’a emekçilerin gündemine girmesi gereken tüm konuları, günlük siyasal çalışmanın bir parçası olarak emekçilere taşımak, bu yönde eylem birlikleri oluşturmanın öncüsü olmak, bu doğrultuda kurulan en mütevazı eylem birliklerine dahi tüm gücüyle destek vermektir. Köz’ün arkasında duran komünistler bugüne kadar bu görev bilinciyle hareket ettiler, bundan sonra da böyle hareket etmeye devam edecekler.