Türkiye Cumhuriyeti’nin 97. yaşı yaklaştı. Soykırım ve talan üzerine kurulu bu burjuva diktatörlüğünün yeni yaşını kutlamakta beis görmeyenlerin bu yıl da 29 Ekim’i coşkuyla karşılayacağından hiçbir kuşku yok. Lakin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana süregelen hurafeleri sahiplenen ve ona “ilericilik” atfedenlerin ipliğini pazara çıkarmak da Bolşevizmin ve muzaffer Ekim Devrimi’nin bu topraklardaki gerçek mirasçısı olan komünistlere düşer.

Emperyalist savaşın tarafı olan ve bu savaş sonunda parçalanan Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti, Ekim Devrimi’nin devamındaki iç savaşın sonucunda kurulan Sovyet Cumhuriyeti’nin anti-tezidir. Ekim Devrimi’ne karşı barikat olarak emperyalistlerin desteği ve onayı ile kurulmuştur. Bu topraklarda asıl ilericilik atfedilmesi gereken ve karşı devrimci Kuvayı Milliye hareketinin hedef tahtasına koyduğu cumhuriyet ise iki ezilen ulusun; Ermenilerin ve Kürtlerin birlikte oluşturdukları, Ekim Devrimi’nin Anadolu topraklarındaki uzantısı olan Erzincan Sovyet Cumhuriyeti’dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyaslanması gereken Osmanlı değil, ömrü kısa da olsa ve sınırlı bir alanda kurulmuş da olsa bu topraklardaki atılan en ileri adım olan Erzincan Şurası’dır. Sovyet Cumhuriyeti kurulduktan sonra, yalnızca Anadolu’da değil dünyanın her yerinde onu ikame eden bütün cumhuriyetler gericidir. Ezilenlerin kanı üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti de bütün bu cumhuriyetler gibi gerici bir burjuva diktatörlüğüdür.

Türkiye solunda, Kuvayı Milliye hareketini ulusal kurtuluş hareketi olarak addetmek ne yazık ki yeni bir adet değildir. Muhtelif akımlara göre Osmanlı parçalandıktan sonra bu topraklarda anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı verilmiştir ve bu hareketin amacı da ‘demokratik’ bir cumhuriyet kurmaktır. Bu katıksız bir safsatadır. Sovyetlerin iktidarına karşı beyaz ordularla bir karşı devrimin örgütlenmesinde olduğu gibi, cumhuriyet kurmak için değil bir cumhuriyeti; Erzincan Şurası’nı ezmek için kurulmuş bir harekettir Kuvayı Milliye.

Solun diline pelesenk olmuş bir diğer husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir burjuva demokratik devrimi olduğudur. Yani Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “kopuş” vardır. Aksine, Osmanlı paşalarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamıdır; bir kopuş değil süreklilik vardır. 1908’de İkinci Meşrutiyet’le birlikte burjuva demokratik devrimi gerçekleşmiş, meşruti monarşi kurulmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin demokrasi sorunu bitmiştir. Birden fazla, kendini tekrar eden, birbirini döngüsel olarak ikame eden, evrimsel bir burjuva devriminden bahsedilemez. Meselenin Marksist kavranışı budur.

Bunların tümünü akılda tutarak anayasa değişikliği referandumunun gündemde olduğu 2010 yılına gidelim. Bahsi geçen yıl, 12 Eylül’ün yıl dönümünde darbe anayasasını bir kez daha halka oylatmak için bir referandum düzenlenmişti. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin konumlandığı ezilenlerin boykot cephesinin karşısında düzen güçlerinin iki farklı kampına yedeklenmiş ‘Evet’ ve ‘Hayır’ kampları bulunmaktaydı. Muhtemel anayasa değişikliğinin “yeni bir rejimin yolunu döşeyeceği” veyahut “12 Eylül Rejimi’yle yüzleşme fırsatı” sunduğu iddia ediliyordu. Nitekim bu referandumun ertesinde yeni bir rejimin konsolide edilmesi şöyle dursun 12 Eylül Rejimi hem sürdü hem de krizi derinleşti; zaten yamalı bohça olan 12 Eylül Anayasası daha da çelişkili bir hal kazandı. 12 Eylül referandumunda CHP ve MHP ile birlikte ‘Hayır’ safında bulunan solun muhtelif akımları, referandumdan ‘Evet’ sonucu çıkmasıyla “Yetmez Ama Evet”çi safta bulunan kesimleri topa tutmuş, AKP’nin yolunu açmakla suçlamıştı. Dün olduğu gibi bugün de “Yetmez Ama Evet”çi kampın sahiplenilecek bir yanı yoktur elbette. Diğer yandan, 2010 referandumu hususunda “Yetmez Ama Evet”çilere cengaver kesilen sol, mevzubahis Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu olduğunda “Yetmez Ama Evet”çidir. Sol içerisinde, burjuva devrimine evrimsel bir yaklaşımla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sahiplenilerek, “tam olmamıştı ama olan da bugün yitiriliyor” denmektedir. 2020 yılına geldiğimizde de bu doğrultuda, “tam olmayanı olduralım, yitip gideni savunalım”  tarzında bir siyaset izlenmektedir. Bu tutumun karşısında gösterilecek devrimci irade ise Bolşevizmin derslerini kuşanıp bu gerici cumhuriyeti ortadan kaldıracak proleter devrim mücadelesini örgütlemektir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak 2009 yılından bu yana Ekim Devrimi’ni politik bir pusula niteliğinde tartışmak amacıyla “Ekim Devrimi Tartışmaları” düzenlemekteyiz. Bu tartışmalardan ilki “Ekim Devrimi ve İki Cumhuriyet: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti” konusu üzerine gerçekleştirilmişti. Panelde KöZ adına konuşmacı olarak Orhan Dilber söz almıştı. Dilber, Ekim Devrimi’nin sadece bir Sovyet Cumhuriyeti’ne varmadığını ve aynı zamanda dünya çapında bir cumhuriyet hareketini tetikleyen bir devrim olduğunu vurgulamıştı. Yukarıda okuduğunuz yazıda değinilen hususların ele alındığı konuşmada, cumhuriyet meselesi derinlemesine incelenmiş, Erzincan Şurası anlatılmış; Ekim Devrimi’ne karşı bir barikat olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gerici rolü, Kuvayı Milliye hareketinin karşı devrimci karakteri hakkındaki saptamalar açıkça ortaya konmuştu.

2017 yılı basımlı “EKIM DEVRİMİ TARTIŞMALARI 2009-2011” kitabımızda yayımlanan iki oturumluk konuşmanın tamamını Ekim Devrimi’nin yıl dönümü yaklaşırken bir kez daha yayımlıyoruz.

(Konuşmada geçen isimler diğer panelistlerin isimleridir.)

ORHAN DILBER: Bu arada özellikle Oğuzhan ve Metin’le dolaylı biçimde de olsa birlikte tartışmaktan da oldukça mutluluk duyuyorum.

Doğrusu bu tarz bir tartışmadan ziyade doğrudan doğruya bir arada olmayı tercih ederdim. Tam, demokratik açılımların tartışıldığı bir ortamda hâlâ böyle dolambaçlı yollardan görüşüyor olmak çok cazip değil. Ama yine de bu fırsatı yaratabildiğiniz için kutluyorum.

Doğrusu Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasında, iki cumhuriyetin mukayesesi bakımından bir tartışma yaparken, belki diğer iki konuşmacı arkadaşın daha az değindikleri bir noktadan konuya girmek istiyorum. Ama bu vesileyle aynı zamanda her ikisinin buluştuğu bir noktaya ben de katıldığımı söyleyeceğim ve konuşmamda bunu tekrar etmeyeceğim. Neydi buluştukları nokta? Her ikisi de, gerek Metin gerek Oğuz, Bolşeviklerin rolüne değindiler. Yani bir manada “sürekli hazır bir savaş gücü” dediği Oğuzhan’ın, Metin’in de bir başka ifadeyle formüle ettiği şeye ben de katılıyorum. Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinde ve Anadolu’da aynı şeyin olmamasında belirleyici rol oynayan faktör budur. Bununla birlikte Ekim Devrimi ve [Türkiye] Cumhuriyet’in kuruluşunu birlikte ele alırken, niçin birlikte ele aldığımızın altını çizmek üzere bir noktaya ışık tutmayı tercih ediyorum.

Şimdi Ekim Devrimi Paris Komünü’nden sonra proletaryanın, emekçilerin, ezilenlerin siyasal iktidarı bizzat ellerine aldığı ikinci büyük deneyimdir ve Paris Komünü’nün aksine başarıyla sonuçlanmıştır. Ve bu başarıyı görebilmek için de diğer konuşmacı arkadaşların altını çizdiği gibi esas olarak iç savaşın sonucunu beklemek lazım. Yani zaferin ilanı ne Çar’ın devrilmesiyle, ne Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle sınırlıdır. Esas olarak iç savaşın sonuna kadar zaferi ilan etmek için beklemek icap eder. Beri tarafa baktığımızdaysa, aslında tam da bu iç savaş koşullarıyla bağlantılı, Ekim Devrimi’nin kendisinden ziyade, iç savaşın akıbetiyle ilgili gelişmedir Cumhuriyet’in kuruluşu, hatta bir cumhuriyet kurulmuş olması. Doğrudan doğruya iç savaşın ardından Bolşeviklerin nihai zaferinin kesinleşmesiyle gerçekleşmiş bir olaydır.

Sık sık söylenmeyen, nadiren hatırlatılan şeylerden bir tanesi, Ekim Devrimi’nin sadece bir proletarya diktatörlüğüne, bir Sovyet Cumhuriyeti’ne varmış olması değil, dünya çapında bir cumhuriyet hareketini tetikleyen bir devrim olmasıdır. Bu, aykırı, paradoksal gibi görünebilir. Ama Ekim Devrimi kendisine benzemeyen, hatta kendisine düşman, kendisinden tamamen esastan farklı başka cumhuriyetlere de hayat vermiştir. Bunlardan bir tanesidir Türkiye Cumhuriyeti. Şimdi Ekim Devrimi’nin bu genel cumhuriyet dalgasını tetiklemiş olması, önemli bir husustur. Ta Meksika’ya kadar uzanan bir etkidir bu. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olması sadece yakın komşuluk ilişkilerinden dolayı değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün sınırları dâhilinde olan önemli bir bölge, hele Birinci Emperyalist Savaş sonunda stratejik önem taşıyan bir bölge, esasen galip devletler safında yer alan Rusya topraklarıdır. Bu sık sık unutulur. “Misak-ı Millî hudutları”, “bizim vatanımız” vesaire dedikleri şeyler yoktur. ’93 Harbi denilen harpten itibaren, yani Rus ordularının bugünkü Atatürk Havalimanı, Yeşilköy ya da o zaman Ayastefanos denilen mevkiye kadar ilerlemesiyle sonuçlanan savaşa kadar Osmanlı İmparatorluğu Fransız ve İngilizlerle ittifak hâlinde Rusya’ya karşı savaşır. Bu savaşı kaybetmesiyle beraber hem müttefiklerinin başka tarafa kaçmasına vesile olur, hem de neredeyse Erzincan, Sivas, Trabzon yakınlarına kadar büyük bir toprak parçasını Rusya’ya kaybeder. Birinci Dünya Harbi sürerken buralar Rusya toprağıydı. Şubat Devrimi patlak verdiğinde Rusya’ya aitti bu topraklar. Dolayısıyla Rusya’nın başka yerlerinde neler olduysa oralarda da öyle şeyler oldu. Yani askerler subaylarını tutukladı ve ayaklandılar. Şuralar, sovyetler kurdular. Bunlardan bir tanesi de, yani Moskova, Petrograd ve daha başka yerlerde kurulan sovyetler gibi bir tane sovyet de bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yer alan Erzincan’da kuruldu.

Erzincan Şurası üzerinde fazla konuşulmayan, hattâ çok az konuşulan hadisedir. Ama Rus Devrimi Türkiye Cumhuriyeti sınırları dediğimiz topraklara kadar uzanmış bir devrimdir. Uzak akrabalık ilişkileri nedeniyle değil. Yani Kafkasya’dan göçmüş, mesela Çerkez Ethem gibi, Çerkezler, Abhazlar, Gürcüler, Lazlar ya da Ermeniler gibi bir ucundan Rusya’daki siyasi hareketlerle içli dışlı toplulukların, göçmüş ya da sürgüne gitmiş uzantılarının üzerinden gelen bir etki değil. Doğrudan doğruya Rus devriminin cereyan ettiği toprakların bir kısmı buradaydı. Ve mesela Orta Asya’ya uzanan Rusya topraklarında hemen Şubat Devrimi’yle beraber aynı gelişmeler olmazken, Anadolu’da oldu. Bir kere bu hadiseyi görmeden “Ekim Devrimi’yle Türkiye Cumhuriyeti arasında niye bir bağ kuruyoruz”u anlamak mümkün değildir. Komşuluk, yakınlık, vs. gibi nedenlerle değil, doğrudan doğruya biz şu anda Rusya’da devrimin patlak verdiği toprakların bir kısmının üzerinde yaşıyoruz. Onun için, iç içedir bunlar. Ve bu iç içeliği aynı zamanda şöyle bağlayabiliriz: Rusya’daki iç savaş da bir biçimde bu topraklara sıçramıştır. Ve [Türkiye] Cumhuriyet’in kuruluşu da esas itibarı ile tam da bu iç savaş sürecinin tayin ettiği çerçevede gerçekleşen bir hadisedir. Şimdi bu vurgu, niçin iki cumhuriyet arasında yakın bir ilişki bağı olduğunu kavrayabilmek için önemli bir husustur. Ve buradan devam etmek istiyorum. Mesela işte Oğuzhan konuşmasında sınıfların mevzilenmesi, finans kapital, sermayenin ve işçi sınıfının karşılıklı konumları bakımından iki tarafı mukayese etti. Bunu yapmak mümkündür. Oysa ben tam tersine bir şeyden söz edeceğim. Nasıl ki çarlığın yıkılması ile birlikte, Şubat’ta Çar’ın tahtını ve tacını bırakıp gitmesiyle beraber bir gelişme tetiklendiyse aynısı Türkiye topraklarında da oldu. O zaman nasıl İngilizler ve Fransızlar Sovyetlere karşı, Bolşevik iktidarına karşı gerici karşı devrim orduları teşkil ettilerse, aynısı Türkiye’de de oldu. Bu farazi, fantezi, bir varsayım değil belgelerle görülebilen bir şey. Yani Erzincan Şurası mevcudiyetini korurken İngilizler padişaha nota verdiler. Dediler ki “Şu, şu, şu bölgelerde birtakım şura hareketleri var. Mondros Mütarekesi’nin bize verdiği yetkilere göre ya biz gidip bizzat bunu bastırırız, ya da siz yapacaksınız.” Ve bu nota 19 Mayıs’tan 12 gün öncedir. Padişah Mustafa Kemal’i görevlendirdi. Niçin Mustafa Kemal’i görevlendirdi? Yani o bahsedilen “Cumhuriyeti kurmak için falan gitmişti”, bunları geçiniz. Mustafa Kemal bütün Osmanlı paşalarından üstün yetkilere sahip. Rütbesi öyle olmadığı hâlde, özel olarak yetkiyle donatılmış 9. Ordu Müfettişi olarak, Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak vs. gibi, bazıları mareşal de olan paşaların üzerlerinde yetkilerle donatılmış olarak 19 Mayıs’ta Anadolu’ya gönderildi. Misyonu çok nettir: Bu şûraları bitireceksin. Ve bunun arkasında İngilizler vardır. İngilizlerden gizli gitmez oraya. İngilizlerin talimatıyla gider. Onun için İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’dan çatapata bir tane tekneye binip oradan sessiz sedasız Samsun’a doğu gitmesi ancak böyle anlaşılır. Sadece İngilizler değil, Fransızlar da bu sırada iş görüyor. Fransızlar da beri taraftan Erzincan Şurası’nı kendilerine göre boşaltmak için nasıl öbür tarafta Menşevikleri beyaz ordular üzerine topluyorlarsa, Erzincan Şurası’nın arkasındaki Taşnakları da –onlar da Ermeni Menşevikleridir– bugün meşhur Fransız Yabancı Lejyonu denen lejyonun askerleri hâline getiriyor. Meşhur Karayılan’ın direnişi yahut Kahramanmaraş’taki direnişler diye bahsedilen şey Fransızların –orada Fransız üniforması giymiş Taşnak lejyonerleriyle– oradaki çoğunlukla Kürtlerden oluşan yerel güçlerin arasındaki çatışmalardır. Fransızlar Erzincan Şurası’nın arkasını boşaltırken Mustafa Kemal de bunun üzerine bütün komutanlarıyla gitmek için birtakım toplantılar yaptı. Ne yaptı Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi? Nedir bunlar? Tam da o bahsedilen Şura’nın sınır bölgelerinde yapılmış toplantılardır. Buralarda, buraya müdahale etmek üzere bir hareketin temelleri atılmıştır. Cumhuriyet kurmaktan bahseden yoktur. Padişaha, halifeye sadakat vardır. Osmanlı topraklarında Ermenilik ve Rumluk tesisine karşı mücadele etmekten bahsedilir. Cumhuriyete varan hareket böyle başlamıştır. Ve tıpkı Ekim Devrimi’nde o sırada Sovyetlerin iktidarına karşı beyaz ordularla bir karşı devrimin örgütlenişi gibi Anadolu topraklarının bu kısmında da aynı Rusya’daki iç savaşın uzantıları görülmüştür. Kuvayı Milliye Hareketi budur. Cumhuriyet kurmak için değil, bir cumhuriyeti ezmek için kurulmuş bir harekettir. O Cumhuriyet de 1921’de Batı Dersim’in Yeşilyazı Köyü’nde kendi kendini feshedecek olan Erzincan Sovyet Cumhuriyeti’dir.

Şimdi böyle anlattığımız zaman, Ekim Devrimi’ni ancak iç savaşla beraber kavramak lazım derken, elbette Türkiye Cumhuriyeti de tam bu bağlamda yani Rusya’daki karşı devrimin bir uzantısı olarak görülmelidir. Orada nasıl Bolşeviklere ve kızıl muhafızlara / kızıl orduya karşı beyaz ordular teşkil ediliyorsa aynı şekilde Anadolu’da kurulan beyaz orduların bir parçasıdır Kuvayı Milliye hareketi. Nitekim Koçgiri İsyanı deniyor, Koçgiri İsyanı değil işte; orada Ermeniler çekildikten sonra Erzincan Şurası’na katılmış Alişer ve başka Kürt birlikleri kendilerini daha kolay savunabilecekleri kendi bölgelerine çekilirler. Koçgiri’dir orası. Kuvayı Milliyeciler Koçgiri’ye bunları takiben, bunları ezmek için saldırırlar. Koçgiri isyan değil, bir manada direniştir bu saldırıya karşı. O saldırıyı karşılayamayan Kürtler bu sefer Dersim’e çekilirler. Ta 1938’e kadar da takip edilecekler orada. 1938’de Dersim’i ezen hareket 1919’da İngilizler’in talimatıyla başlayan harekettir.

Bu arada Cumhuriyet nereden icap etti? Yani bir Türkiye Cumhuriyeti nereden geldi? Ne zaman? Daha Meclis’in açılışında bile Cumhuriyet’ten bahsedilmez. Çünkü henüz iç savaşın akıbeti net değildir. Bir yandan da başka hesaplar vardır. Yani Rusya topraklarında kalan henüz devrime doğrudan doğruya katılmamış, hatta beyaz orduların içerisinde kalan Müslüman toplulukları emperyalistlerin ve karşı devrimcilerin içerisinde tutabilmek için emperyalistlerin elinde rehin tutulan bir halife işe yarar görünmektedir. Yani Osmanlı padişahı, müslümanların halifesi olarak karşı devrimin hizmetinde korunabilir mi, beklentisi vardır. O nedenle hassasiyetle hilafete karşı en ufak bir laf edilmesine müsaade edilmez. Beri tarafta Kuvayı Milliye’nin kurucuları arasında Rauf Orbay, Mondros Mütarekesi’nin altında imzası olan şahıstır ve bu imzasına ömrünün sonuna kadar sadık kalmıştır. Fransızlar bir taraftan acaba bir kaza olur da elimizden bu Halife’yi kaçırır mıyız diye aynı tarihlerde bir Faslı halife yaratma peşindedir. Kendi sömürgelerinden, doğrudan doğruya ellerinin altında bir Faslı Hanif şeyhi, Osmanlı padişahının yerine Müslümanların halifesi yerine getirebilir miyiz diye gayretler içindedirler. Olmamıştır. Ve ondan sonra ne zaman ki Rusya’daki Müslüman toplulukları din vasıtasıyla emperyalistlerin çıkarlarına bağlamak mümkün olmadığı görüldüğü zaman bir halifeyi büsbütün ortadan kaldırmışlar. Bu, tarihte üzerinde fazla konuşulmayan, ama görülmüş bir şey değildir. Bir dinî toplumun liderini, nüfusu milyonlara ulaşan Müslümanların dinî liderini bir çırpıda silivermişler. Kim silmiştir bunu? Mustafa Kemal’in laik cumhuriyeti falan değil emperyalistlerdir. Bize halife artık lazım değil, hatta artık bir tehlikedir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ele geçirilmiş toprakların hepsi müslümanlardan teşkil eden halkların topraklarıdır. Ve bize elimizin altında olmayan bir halife lazım değil, bunu kaldıracaksın, bu bir talimattır meclise. Halife’yi kaldırdığı zaman ne olur. İşte o zaman cumhuriyet.

Şimdi geliriz Ekim Devrimi’yle Cumhuriyet’in kuruluşu arasında bir başka benzerliğe. 1900’lerin başında daha Lenin’in ‘Nereden Başlamalı’da bahsettiği “Otokrasinin kendiliğinden bir patlamayla ya da herhangi bir başka siyasi karışıklık nedeniyle yıkılması önceden kestirilemez hattâ tarihsel bakımdan pek mümkün değildir. Ama tam da bu nedenle devrimci bir kuvvetin hazırda beklemesi lazım.” Bu öngörü olmadığı için tarihsel tahminlere, geleceği yüzde yüz kestirilebilen gelişmelere göre hazırlanmış tuzu kuru bir partiden ziyade, beklenmedik gelişmeler karşısında acil hareket kabiliyetine sahip bir devrimci müfrezeye ihtiyaç vardır. Bolşevik parti planının esası budur. Ve otokrasinin yıkılması da tam bu planın öngördüğü gibi olmuştur.

Çarlık yıkıldıktan sonra nasıl ki Rusya’da “Şimdi bunun yerine ne koyacağız” tartışmaları başladıysa, yani Çar ona buna teklif etti tahtını, “Alır mısınız?” dedi, kimse istemedi. Duma’nın içerisinden bir hükümet çıktı, olmadı, bakanları istifa etti, yerine o geldi, bu geldi, hevesli birtakım başka sosyalist olma iddiasındaki akımlar bu hükümeti teşkil etmek için ortaya çıktılar. Ve bir yanda da 1905’ten beri bekleyen, o devrimin dersleriyle donanmış bir öncünün tetiklemesi ile Sovyetler oluşmuştur, ikili iktidar diye geçer. Anadolu’da ise böyle bir şey yoktur. İstanbul’la Ankara arasında güya böyle ikili bir iktidar benzeştirmesi yapılır. Böyle bir şey değildir. Ankara’daki meclis, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın taşınmasıdır, diyelim. Meşruti monarşi meclisidir, bir cumhuriyet meclisi falan değildir.

Rusya’da ise tartışma bu noktada değildir. Çar’ın gitmesi ile birlikte Duma aniden bir burjuva cumhuriyetinin kurulacağı bir odak hâline gelir. Bunun alternatifi de “Hayır Sovyetler var. Yeni hükümet buradan çıkacak, yeni hükümetin temeli Sovyetlerden atılacak” diyen bir başka hareket olmuştur. Şimdi iki cumhuriyet arasındaki farklılıkların esası kendini burada gösterir.

Sonrasına gelelim, bugünlerde bu Ekim Devrimi’nden bahsedilirken, bu devrimin yenilgisi ne zaman ilan ediliyor, ne zaman kutlanıyor? Şu tarihî tesadüfe bakın, 7 Kasım’da; doğrudan doğruya yani Çarlık devletinden arta kalan bütün kalıntıların silip süpürüldüğü Kışlık Saray’ın ele geçirilmesi, o önceden hazırlanan öncü kuvvet tarafından, kimseye sormadan, kimseyle tartışmadan, kimseden bir yetki ya da vekâlet almadan, kendi planı ve kendi kararıyla, tarihsel sorumluluğunu sadece kendisi üstlenmek suretiyle Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nde alınan –o da oybirliğiyle değil çoğunlukla alınan– bir karar doğrultusunda yapılan bir siyasi harekâttır. Buna darbe demek de ayıp bir şey değil. Kışlık Saray ele geçirildiği gibi Çarlık’tan arta kalan devlet aygıtının temel mekanizmaları ortadan kalkmıştır. Akşama da “Bütün iktidar sizindir” diye Bolşevikler toplanan Tüm Rusya Sovyet toplantısında iktidarı Sovyetlere sunmuşlardır: “Biz eski iktidarı yıktık, buyurun bundan sonra bütün iktidar sizin elinizde. Alıyorsanız alın.” “Alıyoruz.”

Şimdi buna benzer gelişmeler sadece Rusya’da olmadı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aynı şekilde parçalandı; Alman İmparatorluğu aynı şekilde parçalandı. Bugünlerde işte 7 Kasım’dan iki gün sonra cereyan eden, 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ile anılan, işte Ekim Devrimi’yle oluşan çağ bitti, tarih artık yönünü değiştirdi, kim galip kim mağlup belli oldu…

Ekim Devrimi’nin mağlubiyetini biz iç savaşla tartışıyoruz. Onlar 1989’a kadar uzatıyorlar. Evet, o kadar ilginç; Berlin’in gerici Alman İmparatorluğu’nun başkenti oluşu Paris Komünü’nün ezilmesi ile oldu. Paris Komünü’nü Prusyalıların yardımıyla ezebilmek için Fransız karşı devrimcileri en değerli saydıkları toprak parçalarını Almanya’ya hediye etmek suretiyle Prusya’nın ağırlık merkezinde olduğu bir Alman İmparatorluğu kuruldu ve Berlin o zaman başkent oldu. Bu Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra da baktığımız zaman, ne oldu dediğimizde, kim kaybetti, duvarın geri kalanında ne vardı? En azından Türkiye’deki devrimcilerin büyük bir çoğunluğu için Berlin Duvarı’nın doğusunda çoktan beri sosyalizm yoktu. Dolayısıyla kimse Türkiye’de bu duvar yıkılınca sosyalizm mi yıkıldı ne oldu tartışmasına girmedi, çünkü Türkiye’deki devrimci akımların çoğu için zaten o duvarın doğusu sosyalizmi temsil etmiyordu. Burada bir travma yaşanmadı. Dünyada farklı oldu. Ama netice itibarıyla Berlin Duvarı’nın yıkılması bize başka bir şeyi hatırlattı. Ekim Devrimi’nde Rusya’da olup da Cumhuriyet’le beraber Türkiye’de olmayan şey Almanya’da olmuştur. Rusya’da Kornilov, yani Kerensky’nin karşı devrimi gerçekleştirebilmek, devrimin önünü kesmek için görevlendirdiği paşa Kerensky’ye darbe yaptı. Osmanlı paşası Mustafa Kemal de benzerini yaptı. Kerensky’nin askeri kendisine ihanet etti, Kerensky’nin darbesi başarısız oldu. Mustafa Kemal’inki başarılı oldu. Eğer Rusya’da böyle bir şey olsaydı ne olacaktı? Çarlık Rusyası yerine gerici burjuva cumhuriyetlerinden bir tanesi de Rusya’da kurulmuş olacaktı. Belki o zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihçesi ya da şekillenişi farklı olurdu.

Bu manada Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Ekim Devrimi zaferinin önemli bir rolü vardır. Bu bir itici güç olarak değil, tam tersine bu cumhuriyetin arkasında emperyalistlerin saflaşması bakımından bir etkidir. Türkiye, kuruluşundan itibaren Ekim Devrimi’nin Batı’ya doğru yayılmasına karşı bir duvar olarak bir cumhuriyetle teçhiz edilmiştir ve o cumhuriyetten bahsediyoruz. İşte bugün demokratik açılımlar meselesinde bahsedilen Oğuzhan’ın da haklı olarak belirttiği “Acaba Türkiye Cumhuriyeti yıkılıyor mu?” tartışmalarının olduğu hadisenin arkasındaki çerçeve asıl olarak böyle algılanmalıdır.

Evet, bugün TC’nin temelleri tartışma konusudur. Niçin? Çünkü o cumhuriyetin temelleri tam da bu Erzincan şurası ile beraber Kürtlerin ve Ermenilerin Anadolu topraklarında bir devlet kurması olasılığı; hatta Sovyet cumhuriyetleriyle birleşecek bir devlet kurma olasılığı gündemdeyken atılmış bir şeydir. Temeller burada atılmıştır. Buna göre atılmıştır. Şimdi ise işte bu temellerin tehdit altında olduğu söyleniyor. Nereden baktığınıza bağlı bu.

Bu cumhuriyetin kuruluş temellerine bağlı olan akımlar, “Siz eğer Kürt meselesi, Ermenilerle ilişkiler, şunları bunları geliştirmeye başlarsanız cumhuriyetin temellerine dokunursunuz” diyorlar, doğru söylüyorlar. Berikilerse acaba bu cumhuriyetin temellerine dinamit koymakla mı meşgul? Berikilerin arkasında kimin olduğuna bakarsanız anlaşılır. Amerika’dır bu hükümetin arkasında olan. Ve Amerika, Sevr Anlaşması ile beraber Anadolu topraklarında bir Batı Ermenistan’ın hamiliği ve olursa orada özerk bir Kürdistan Cumhuriyeti’nin kurulmasını savaş ganimeti olarak elde etmiş olduğu hâlde, Ekim Devrimi’nin varlığı ve bu özerk Kürdistan’ın ya da Batı Ermenistan’ın Sovyet Cumhuriyetleri ile birleşme olasılığına karşı ganimetinden kendisi vazgeçmiş. Zira o sırada Simko, Mahmut Berzenci gibi Kürt hareketleri güneyde ve doğuda da Rusya’ya yüzünü dönmüş hareketlerken, Amerika’nın bir barut fıçısının üzerinde Anadolu’da oturmaya niyeti yoktu. Orada bir Kürt devletini, Sevr’in kendisine verdiği şeyi talep bile etmedi. Savaş ilan etmesi lazım normalde, Türkiye Cumhuriyeti’ne. “Sen bana meşru olarak Sevr Anlaşması’yla bırakılan toprakları nasıl işgal edersin ulan?” demesi lazım galip Amerikan devletinin. Hiç demedi. Şimdi geliyorlar. Çünkü o zaman bir Sovyet devrimi tehlikesi vardı. Bu tehlikeye karşı bu ganimetten vazgeçmek icap ediyordu Amerika açısından. Bugünse böyle bir tehdit yoktur. O nedenle cumhuriyetin o vakitler atılan temelleri geçersizdir diyor Amerika. Diyor ki, “Şimdi böyle bir tehdide karşı Kürt devleti olmasın, Ermeni devleti olmasın diye bir tehlikeye gerek yok, kimsenin Sovyet cumhuriyetlerine katılacağı yoktur, dolayısıyla bugün bu cumhuriyetin temellerini kurcalayabilirsiniz, ben de destekliyorum”.

Özetle bakılırsa bugünkü demokratik açılım bu manada o cumhuriyetin demin anlatmaya çalıştığım çerçevede atılmış olan temellerinin yeniden tartışılmasıdır. Ama güçler dengesi bakımından esaslı bir değişiklik yoktur. Bugün bu cumhuriyetin temelleri bir şekilde değiştirilecek. “Kürtler de vardır” deniyor. Bunun artık anayasaya yazılması bir redaksiyon sorununa dönmüştür. Yasak olmaktan çıkmıştır. Her yerde konuşulan bir şey: “Kürtler vardır. Bu topraklarda yaşıyorlar.” Ne kadar ileri gider, Sevr’deki gibi mi tarif edilir, edilmez mi, oraya gelmeye gerek yok, çünkü aradan geçen zamanlarda bunun nasıl şekilleneceğinin çerçevesi değişmiştir. Ama esas itibarı ile bugün bir sovyet cumhuriyeti tehdidi olmadığı için, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile beraber artık nihai olarak bu tehlikenin ortadan kalktığına sahiden inandıkları için emperyalistler böyle tırnak içinde bir ‘tehlikeli macera’ içindedirler. Diğer konuşmacı arkadaşlarımla hemfikir olduğumuz nokta: Böyle bir tehlike muhtemeldir. Bu tehlikeyi yaratmak için var olmaya devam etmek lazımdır. Ekim Devrimi’nin dersleri karşı devrimci bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bu Ekim Devrimi’ne karşı bir barikat olarak, oradaki devrimci akımların ezilmesi ile kurulmasına karşı bu deneyimlerin dersleriyle donanmış bir tehlikeyi ve tehdidi yaratmak bizim görevimizdir, omuzlarımızdadır. Yapacağımız odur. Bu tartışmadan da esas itibarı ile bu istikamette yararlanabileceğimizi umuyorum, teşekkür ederim.

İKİNCİ TUR:

ORHAN DİLBER: Bütün sorulara yanıt vermek ve benden önceki arkadaşların söyledikleri hakkında konuşmak zor olacak herhalde. Onun için bazı noktaları bir araya toparlayarak konuşmaya çalışacağım. Bir defa, Oğuzhan’ın konuşması içerisinde bilhassa bu Şefik Hüsnü-Mustafa Suphi ayrımıyla ilgili söyledikleri üzerinde duracağım. Metin’in dediği doğrudur, ona açıklık getirmeye çalışacağım. Yani Çin’de ÇKP Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelede kuruldu gibi bir şey söylemişti. Bir de özellikle ona cevap vermek isterim. Bu, Türkiye ulusal kurtuluş hareketini görmezden gelme ya da Kaypakkaya’nın bu konudaki tutumlarından farklı olarak, onu ihmal ederek, bir nevi, işte Fikret Başkaya ya da başkaları gibi sivil toplumcu bir Kemalizm eleştirisi noktasına düştüğümü söyledi, ona açıklık getirmeye çalışacağım.

Şimdi bir defa Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti ya da Kemalist hareket arasındaki ilişki genellikle en az bilinen veyahut en az algılanan, anlaşılan şeylerden bir tanesi. Ve o dönemeç ki Oğuzhan haklı olarak ifade etti, Şefik Hüsnü ile İbrahim Kaypakkaya’yı şahsen karşı karşıya getirmek doğru değildir, bir kararla, bir talimatla Şefik Hüsnü ne yaptıysa yaptı dedi. Dolayısıyla Komintern kararının uygulanmasıdır, diye bahsetti. Ve bu bağlamda da “Mustafa Suphi’yle Şefik Hüsnü’yü karşı karşıya getiremezsiniz. Getirmek istiyorsanız önce Komintern’le ya da Stalin’le hesaplaşmanız lazım” gibi bir şey söyledi. Bu tam doğru değil işte. Bunun neden doğru olmadığını anlamak için bir başka vurguya ihtiyaç var.

Demin bahsettiğim Erzincan Şurası’nın ezilmesine imkân sağlayan şeylerin başında 1918 Brest-Litovsk Anlaşması gelir. Bu anlaşmaya göre, o zaman orada duran ve bu şuranın kurulmasında belirleyici bir rol oynayan, doğrudan doğruya devrim saflarına katılmış Rus birlikleri Brest-Litovsk Anlaşmasıyla birlikte orayı terk ettiler, boşalttılar. Orada Kürtler ve Ermeniler bir başlarına kaldı. Silahlarını Mondros Mütarekesi’ne rağmen teslim etmemiş olan Osmanlı ordularıyla yüz yüze kaldı. Şimdi 1918 Anlaşmasını… Lenin’in ısrarla “Bir an evvel bu Brest-Litovsk Anlaşması yapılmalıdır” dediğini, bu nedenle kendi partisiyle, Buharin’le, Troçki’yle karşı karşıya geldiğini biliyoruz. Dolayısıyla denilir ki, “Leninistler bu suretle, Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalamakla, Erzincan Şurası’nı, Ermeni ve Kürtleri Osmanlı paşalarının zulmüne teslim etmişlerdir. Bu da yanlış bir iştir.” Bunun başka bir versiyonunu Ukraynalı anarşistler, Mahnovist hareket söylüyor. “Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalamakla bizi Prusyalıların taarruzuna açık bıraktınız, topraklarımızın Almanlar tarafından işgal edilmesine imkân verdiniz, bu aynı zamanda Bolşeviklerin Ukrayna devrimine ihanetidir” dediler, başkaldırdılar, iç savaşın yanı sıra bir de Mahnovistlerle Ukrayna’da ciddi çatışmalara girmek zorunda kaldı Bolşevikler. Genellikle bunların üstü örtülür, yahut da “Evet öyledir, zaten de böyle yapılması gerekir” gibi bir tutum benimsenir.

Burada asıl sorun şudur: 1918 Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalayan kim? Bolşevik Parti mi imzaladı? Komünist Enternasyonal mi imzaladı? Şimdi bir kez alışılmış, Bolşevikler iktidarda, iktidar eşittir Bolşevik Partisi, hükümet ne yaptıysa Bolşevik Partisi yaptı demektir, bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir, gibi bir anlayış var. Bu zaten sonradan bütün sosyalist hareketin başına bela olan bir zihniyet. Esas itibarıyla da Leninist Partinin anlaşılmaması demektir. İşçi sınıfının küçük bir azınlığından teşkil etmiş bir partiyi, bırakalım sınıfın bütün kesimlerini temsil etmeyi, bir de hükümeti temsil etmek, devleti olduğu gibi temsil etmek gibi bir noktaya çekmektir. Lenin’in “Hükümet 1918 Brest-Litovsk Anlaşması’nı bir an evvel imzalamalıdır” diye ısrar ettiği doğrudur. İmzalandığı günün akşamı, “Sovyet Cumhuriyeti bir kölelik anlaşması imzaladı” dediği de doğrudur. Tam da bu bize Leninist Parti anlayışını, Bolşeviklerin özgünlüğünü gösterir. Bu tıpkı neye benzer arkadaşlar? Ki Lenin Sol Komünizm tartışmalarında da bunları örnek verir. Yani bir devrimci parti ya da komünistler, devrimciler bir toplu sözleşme mücadelesinde yer almaz mı, yer alır. Greve çıkılmasını savunmaz mı, savunur. Ondan sonra grevin bitiminde bir toplu sözleşme imzalanmasını da savunurlar. Toplu sözleşme imzalandığında bu toplu sözleşmenin işçilerin kurtuluşu olmadığını da söyleyeceklerdir. Ama buna rağmen imzalamak zorundasın. Bu, sömürünün ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ama bu noktada bu toplu sözleşmeye imza atmak lazımdır, demesini de bilirler. Brest-Litovsk böyle bir şey arkadaşlar. Brest-Litovsk Anlaşması’na bakarak devletle partiyi iç içe geçirmek, parti ile sınıfın bütününü iç içe geçirmek… Oğuzhan’ın en sonlarda söylediği gibi, bu topraktan bir sürü komünist hareket de çıkabilir, bir sürü parti de çıkabilir, buna alışmak lazım, doğrudur. Tam da bu nedenle zaten Bolşevik Parti bütün sınıfı değil, sınıfın öncü kesimini, hatta demin dediğim gibi bir kısmını temsil eden ayrı bir parti olduğu için, otomatik olarak kendi dışında bir başka şeye daima muhtaçtır, o da sovyettir.

Şimdi Brest-Litovsk’la birlikte yapılan şey ne? Kemalistlere Bolşevikler destek mi vermiş oldu? Hayır, Çünkü Brest-Litovsk’un ardından daha beterini de yaptı Sovyet hükümeti, ilk hükümet, muzaffer dediğimiz Ekim Devrimi’ni yapan hükümet, İngilizlerle ticaret anlaşması imzaladı. Ve bu anlaşmada, “Sovyet Cumhuriyeti İngiliz sömürgelerinde ulusal kurtuluş hareketlerine destek vermez” diye bir madde vardır. Şimdi bunun üzerinden kalkarak, “Aa bakın Bolşevikler ne yaptı?” diyenler az değil. Buna gönderme yapan bir şey bu. Lenin, “Bu ticaret anlaşmasına niye böyle bir madde koydunuz” diye haşlıyor hükümet adına anlaşmayı imzalamaya giden heyeti: “Ne alakası var böyle bir maddenin ticaret anlaşmasında? Ama bizim bu ticaret anlaşmasını yapmaya ihtiyacımız vardı, bundan önemli bir sorun yok, biz şimdi başka bir şey yapalım. Ne yapalım? Doğu Halkları Kurultayı’nı toplayalım.”

Bununla beraber Doğu Halkları Kurultayı’nın gölgesinde kuruldu TKP. Ve o TKP apar topar Anadolu’ya gitti. Ne için? Kemalistleri desteklemek için mi gitti? Kemalistleri desteklemek için komünist partisi mi kurulur? Eğer Şefik Hüsnü’ye bakarsak, Şefik Hüsnü tam da TKP Bakü’de kurulmadan evvel, İstanbul’da kongresini yaptıkları İşçi Çiftçi Fırkası kuruluşunda, işte biz bu partiyi kuruyoruz ve bu partinin yapması gereken iş, Kuvayı Milliye’yi desteklemektir, oraya katılmaktır, diyor. Onlar da katıldılar Bakü’de TKP’nin kuruluş kongresine ve kuruluş kongresinde o görüş değil, Mustafa Suphi’nin savunduğu program kabul edildi. Bu programa göre de, evet, bir an evvel Anadolu’daki harekete katılmak lazım ve buradan bir şura cumhuriyetine gidilecek. “İnlerinden çıkmış azgın bilmem neler” diye tarif edilen Kemalistlere karşı bir komünist partisi olarak geliyorlar, desteklemeye falan gelmiyorlar. İşte bir yandan Sovyet hükümeti ticaret anlaşmaları, ateşkesler yapmakla falan uğraşırken tıpkı Brest-Litovsk’ta Alman Devleti’yle ateşkes anlaşmasını imzalayıp arkasından Alman Komünist Partisi’ni kurmaları gibi, İngilizlerle ticaret anlaşmasında, “Biz İngiliz sömürgeleriyle uğraşmayacağız” diyen bir devletin altında Doğu Halkları Kurultayı toplamak, komünist partileri kurmak vs. gibi…

Şimdi bu tartışmalar ya da bu gelişmelerdeki parti ile devleti birbirinden ayırt etmeyen zihniyet o gün bugündür komünistlerin başına beladır. Bu aynı zamanda Leninist parti anlayışının kavranmayışının da bir ifadesidir. Sınıfın bütünü adına değil, sadece onun devrimci öncüsü adına hareket etme anlayışının kavranmayışıdır. Ekim Devrimi’nin başarısını sağlayan bu ayrımdır. Ama Ekim Devrimi olduktan sonra, nasılsa artık iktidarı aldık, buna artık gerek yok, parti artık bütün sınıfı temsil eder, hükümet de o olur, denirse hükümetin yediği bütün haltlar da partinin defterine yazılır. Problemimiz budur.

Bir Sovyet cumhuriyetinin esas özelliği tam da burasıdır. Birçok parti olacak, vardı da Rusya’da. Sosyalist Devrimcilerin sol kanadı da vardı, Menşeviklerin enternasyonalist kanadı da vardı ilk hükümette. Bolşevikler de vardı. En azından üç tane parti olduğunu biliyoruz. Troçki’nin grubu Bolşeviklere katılmamış olsaydı dört tane parti olacaktı o hükümette. Her partinin de farklı programı olacaktı. Sovyet hükümetinin neye göre hareket edeceğini de, bu dört partinin ortak bileşkesinde bulacaktınız. Dolayısıyla hükümetin attığı adımlarla, hükümetin tutumlarıyla, bu partilerden bir tanesini mahkûm etmek olmaz. Ve o partinin izini sürecek olan Komünist Enternasyonal’di, onun aldığı kararlardı, TKP’nin kurulmasıdır, TKP’nin programıdır.

TKP bitmiştir, dedi Metin. Bitmedi. Bitti elbet, fiilen o TKP kapandı. O TKP’nin önderleri öldü ama parti kapanmadı. Daha sonra o partinin bağlı olduğu Komünist Enternasyonal talimat verdi. Böyle yapacaksınız, Kemalistleri destekleyeceksiniz. Şefik Hüsnü de uydu ona. Önceden de öyle düşünüyordu da, ondan uydu mu diyeceğiz? Kişilik tartışmasını bir tarafa bırakalım, uydular. Ve sadece Şefik Hüsnü değil.

Şimdi oradan geleceğim İbrahim Kaypakkaya ve Çin’le ilgili Metin’in söylediklerine…

Şimdi en çok üzerinden atlanan şeylerden bir tanesine, Lenin’in katılmadığı ilk, Troçki’nin katıldığı son kongre olan, Komünist Enternasyonal Beşinci Dünya Kongresi’ne gelelim. Orada ulusal sorun ve sömürgeler meselesi bir kez daha tartışılır. İkinci ve dördüncü kongrede tartışıldıktan sonra bir kez daha tartışılır ve orada ikinci kongrede Lenin’in ulusal sorun konusundaki tezlerinin düzeltilmesine katkısı olan, belirleyici, çok önemli bir katkısı olan Roy bir daha söz alır. Tam da bu Kemalizm meselesine parmak basarak, şu anda Türkiye’de Kemalistlerle ilişki bakımından Sovyet Hükümetinin yaptığı işler, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde ulusal sorun konusunda hakkında aldığımız karara terstir. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Dördüncü Kongre’den bu yana attığı bütün adımlar yanlıştır, bunların derhal ikinci ve dördüncü kongre kararları doğrultusunda düzeltilmesi icap eder, diye uzun bir konuşma yapar. Toplantıyı yöneten, Malinovski’dir. Malinovski; evet, dinledik, eleştirileri aldık, şimdi bir de Türkiyeli komünistler ve Çinli komünistler ne diyor bir bakalım, der.

TKP delegesine söz verilir. TKP delegesi, evet yoldaşlarımızı katletmiş olmalarına rağmen, bağrımıza taş basarak sosyalizmin çıkarları için Kuvayı Milliyecileri desteklemek zorundayız, mealinde bir konuşma yapar ve bunu destekler Komünist Enternasyonal. Çin delegesi de benzer bir şey yaparak, evet, zaten bizim Koumintang’a katılmamız lazım, der. Bunu diyen partinin o sıradaki yöneticisi Chen Duxiu’dir. Sonradan Troçki’nin muhalefetine katılacak ve Troçkist akıma katılacak olan, ÇKP’nin o dönemki lideri Chen Duxiu. Koumintang’a katılma ve Koumintang’la içli dışlı çalışma çizgisi Chen Duxiu’nin icadıdır.

Kongre, Roy’un itirazlarını reddedip Çinli ve Türkiyeli delegelerin müdahalesi sonucunda, evet Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun bu süre içerisinde izlediği politika doğrudur, bu hareketler desteklenmelidir, kararına varır.

şte Şefik Hüsnü’ye verilen talimat ondan sonradır. İşin doğrusu Şefik Hüsnü’nün de bu kararın alınmasına katkısı olduğunu görmüş olduk. Bunun üzerine Roy adeta ceza gibi Çin’e sorumlu olarak gönderilir. Ve Çin’de çalışması icap eder. Bu çalışmalarının sonucunda da, Çin sorunu üzerine aşağı yukarı yedi yüz sayfalık Rusça bir rapor yazar Komintern’e. O raporun metni halen sadece Rusça olarak Moskova arşivlerinde duruyor ve birtakım akademisyenlerde ufak tefek alıntılarına rastlayabiliyoruz.

Roy’un burada söylediği şey, Çin devrimi ile sınırlı değil. Çünkü Roy, o zaman Mao’nun önderlik ettiği Sovyet girişimini de gezer, işte, der, böyle olacak. Çin’de esas olması gereken Koumintang’la işbirliği içerisinde erimek değil, tam tersine köylülerden destek alan bir ayaklanmayla Çin devrimi yapılır mealinde bir yol da çizer. Mao’nun sonradan benimseyeceği ve Çin Devriminin önünün açılmasını sağlayan çizgi de budur.

Şimdi baktığımızda, ne, nerede, ne zaman bozuldu, bunlar karışıktır. Kimse bunların detayı ile uğraşmakla meşgul değil. Türkiye’de Kemalizme kuyrukçuluk yapanların, Çin’de Koumintang’ın içinde erimeyi savunanların kaderinin ne olduğunu biliyoruz. Biz ayrımlarımızı yaparken ölçüleri, kıstasımızı nereden alacağız, neye göre yapacağız? Oğuzhan’ın dediği gibi biz geçmişi saygıyla rafa kaldırıp bugün kendi Bolşevik Partimizi mi kuracağız, yoksa önümüzü açabilmek için geçmişin derslerinden donanarak, referanslarımızı buralardan alarak yürümek mi zorundayız? Şimdi, doğrusu, son söylediğimizi yapmaktır. Ve burada bulunur referanslarımız.

Tekrar dönelim cumhuriyetin kuruluşunda olan bitenlerle Ekim Devrimi’nin ilişkisine. Cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili, arkadaş, bu Türk ulusal kurtuluş hareketidir dedi. Türk ulusal kurtuluş hareketi falan yoktur. Kuvayı Milliye hareketi başladığı zaman, Türkiye’de bir ulusal kurtuluş sorunu yoktur. İşgal altında bir devlet! Nedir işgal altındaki devlet? Emperyalist savaşa taraf olarak katılmış ve parçalanmış bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan bahsediyorsunuz.

Tıpkı Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorluğu gibi… Emperyalist savaşın tarafı olan bir devletin parçalanması sonucunda bir ezilen ulus ve dolayısıyla bir ulusal kurtuluş hareketi çıkar mı?

Bu, çıkar, diye savunuldu. Ne zaman savunuldu? İşte bu Almanya’da Fransa’nın Versailles Anlaşması’na dayanarak Alman sınırlarını askerleriyle geçip işgal etmesiyle Alman Komünist Partisi Almanya emperyalist işgal altındadır, ulusal kurtuluş mücadelesi vardır, diye savundu. Ve bu ciddi tartışmalara yol açtı 1923’ten itibaren. Hayır arkadaşlar! Emperyalist bir devlet işgal altında olmaz. Emperyalist bir savaşa girer ve sonuçlarına katlanır, parçalanır. Hiç kimse de bir emperyalist ülkenin ya da egemen bir burjuva diktatörlüğünün şu ya da bu nedenle, bir savaş nedeniyle, kendi çıkarı için girdiği bir savaştan dolayı işgal altında kalmasını meşru bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak savunamaz. Tıpkı Irak’ın işgal altına girmesine karşı Baas’ın direnişinin yanında olunmasının, Baas’la beraber savunulmasının mümkün olmayacağı gibi.

Osmanlı İmparatorluğu o anlamda Mondros Mütarekesi’yle kendi imza attığı anlaşma sonucunda işgal altındaydı. İmzayı atan Rauf Orbay da, Kuvayı Milliye’nin kurucusudur. Böyle ulusal kurtuluş hareketi mi olur? Tam tersidir. Neydi bu? Ulusal kurtuluş hareketi mi?

Tıpkı Rusya’da Ekim Devrimi’ne, Sovyet iktidarına karşı kurulan karşıdevrimci Beyaz Orduların, onların ardındaki emperyalist destekçilerinin şu ya da bu nedenle o ittifakın içerisinde rol oynayan eski Sosyalist Devrimci, Menşevik vs. unsurların olduğu gibi, bunların hepsi birden karşıdevrimci kampıdır.

İşte Kuvayı Milliye hareketi tam da Ekim Devrimi’nin Anadolu topraklarındaki uzantısına karşı, emperyalistlerin desteği, onayı ile geliştirilmiş bir karşıdevrim hareketidir. Bunun sonucunda kurulan cumhuriyet de bir karşıdevrimin ürünü olan bir cumhuriyettir.

Tıpkı Rosa Luxemburg’un, Karl Liebknecht’in ve başka Alman devrimcilerinin kanı üzerine kurulan karşıdevrimci Weimar Cumhuriyeti gibi. İmparatorluktan cumhuriyete geçti diye Almanya’da karşıdevrimin ürünü olan Weimar Cumhuriyeti’ni ilerici sayabilir misiniz?

Sayarsanız, arkasından o cumhuriyetin başına Hitler gelir. Tıpkı 1923’te, Fransızlar topraklarımızı işgal etti diye Birahane Darbesi gibi. Hitler oradan başladı. İşgale karşı Alman milliyetçiliğini savunmak üzere geldi. Komünistler de meşru saydılar onu bu nedenle. Evet, vatan savunması meşrudur, diye desteklediler o zaman. Ondan sonra Hitler şansölye oldu, darbesini yaptı.

İmparatorluktan sonra kurulan herhangi bir cumhuriyet ilerici olmaz.

Eğer Kerensky darbesini başarsaydı, Kornilov’la birbirlerine düşeceklerine, elbirliği ile devrimcilerin üzerine, Sovyetlerin üzerine yürüselerdi ve Çarlığın yerine Rusya’da bir cumhuriyet kurulsaydı… O zaman buna ilerici mi diyecektik? Otokrasiden Cumhuriyete geçtiler diye…

Hayır, ileri adım Şubat-Ekim arasındaki adımdır, istikrarsız bir dönemdir. İleri olan tek şey odur. Bunun nihai sonucu ikili iktidarın bir bacağının kırılması ve Sovyetlerin iktidarı bütünüyle ele almasıdır. İlerici olan bir tek o. Bunun dışında her şey gericilik olur. O itibarla da mesela, Metin’in bir soruya cevaben söylediği gibi, bu varken kalkıp Paris Komünü’nü savunmak gericiliktir. Çünkü Paris Komünü bunlara cevap getirmez. Ekim Devrimi’nin asıl önemi tam buradadır. Otokrasinin yerine gerici bir burjuva cumhuriyetinin gelmesine itiraz ederek İşçilerin Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğü diye savunulan, bunun Sovyet cumhuriyetleri olarak gerçekleşmesini savunan şeydir ilerici olan ve bir tek o ilericidir.

Bu bir kere tesis olduktan sonra, sadece orada değil, dünyanın her yerinde bunu ikame eden bütün cumhuriyetler gericidir. Bunun gerisinde kalanlar da gericidir. O nedenle Paris Komünü Sovyet cumhuriyetine nazaran geridir ve bunda ısrar etmek, Sovyet Devrimine karşı Paris Komünü’nden yana tutum almak da gerici bir tutum olur. Orada Metin’e kesin ve tartışmasız olarak katılırım. Şimdi böyle baktığımızda ne oldu cumhuriyetin kuruluşunda, ileri bir adım değil mi padişahlığa göre? Niye padişahlıkla kıyaslayalım?

Bir avuç da olsa orada Alişer’le, destekçileriyle, artı Ermenilerle, ki bu Ermenilerin hepsi Taşnak değildi, daha sonra ta Dersim’deki 1938’e kadar Kürtlerle beraber Erzincan Şurası’nın çizgisini takip eden Bolşevik Ermeniler de vardı.

Sonradan Türkiye Cumhuriyeti ile padişahlığı kıyaslamayız. O Türkiye Cumhuriyeti’nde, ömrü kısa da olsa, sınırlı bir alanda kurulmuş da olsa, Ermenilerin ve Kürtlerin, güya birbirlerini boğazladıkları iddia edilen iki ezilen ulusun birlikte oluşturdukları cumhuriyetti bu topraklarda atılan en ileri adım. Onun gerisinde kalan her adım da daha geridir. Bu nedenle TKP de programına onu yazdı. Bizim için, işçi sınıfı az gelişmiş de olsa, bu topraklarda bir şuralar cumhuriyeti hedefi vardır.

O gün bugündür, bunun gerisinde kalan her program gericidir.

O gün bugündür, TKP’nin kuruluşunda, o elverişsiz nesnel koşullara rağmen Türkiye’de, “önümüzde bir şuralar cumhuriyeti hedefi vardır ve birinci adım budur ve devrimin asgari hedefi budur” diyen program tek ilerici programdır. Onun gerisinde kalan her program gerici olur.

Şimdi böyle baktığımızda, cumhuriyetin kuruluşunu neyle kıyaslayacağız, neye göre ölçeceğiz meselesi gelir. E, canım Erzincan Şurası da böyle istisna, çok da bilinmeyen bir şey. Paris Komünü daha mı büyüktü zannediyorsunuz? Senelerce Sovyet Devrimi, Ekim Devrimi oluncaya kadar bütün komünistlerin ufkunu saran Paris Komünü daha mı büyüktü? Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya’da ortaya çıkan Konsey hareketleri daha mı büyüktü zannediyorsunuz? Bavyera Sovyeti daha mı büyüktü?

Niye, Kürtlerle Ermeniler var diye mi küçük oldu, geri oldu, önemsiz oldu? İstanbul’da kurulmadığı için mi Erzincan şurasını önemsiz sayacaksınız. Ve o zaman bugünü de anlayamazsınız. Bugün işte şimdi cumhuriyetin temellerini kurcalayan demokratik açılımın İstanbul’dan değil de Diyarbakır’dan doğru geliyor olması, buradaki basınçla oluşuyor olmasını da, “Yahu böyle demokratik açılım mı olur, demokrasi buradan gelmez. Demokrasi dediğin İstanbul’dan, İzmir’den gelir” mi diyeceksiniz?

Bunları birbirine bağlayarak tamamlamaya çalışacağım; eksik bıraktığım bir soru var mı diye müsaadenizle bir tekrar bakmam gerekiyor.

Oğuzhan Türkiye’deki dinamiklere bakarak olmaz, dünyadaki gelişmeleri dikkate almak lazım diye bir şeye işaret etmişti. Dünya deyince neresini kastediyorsunuz arkadaşlar? Sadece Erzincan Şurası değil, Kürtlerin ve Ermenilerin beraber hareket ettikleri yer. Doğu Kürdistan’da Giran Sovyeti kuruluyor, yanı başında Simko, biz de katılacağız sizin özgür uluslarınızın arasına, diyor.

Şeyh Mahmut Berzenci Güney Kürdistan’dan Moskova’ya mektup gönderiyor. Biz de yanınızdayız, biz de oraya geleceğiz, diyor. Sadece Kuzey’deki Kürtler değil. Oradaki ihaneti nereden göreceğiz?

Orada işte Menşeviklerin ihanetini göreceksiniz. “Ekim Devriminde Bolşevikler iç savaşta mezalim yaptılar.” Kime karşı yaptılar, kiminle savaştılar? Rusya’daki Menşevikler haindir, karşıdevrimcidir de, niye Ermeni Menşevikleri karşıdevrimci olmasın?

Taşnaklar, Bolşeviklerin yanına giden Erivan’daki Ermenistan hükümetine katılmak yerine, Fransız emperyalistleri ile işbirliği içinde Kilikya’da emperyalizme bağımlı bir Ermenistan kurmaya kalkıştılar. Erzincan Şurasındaki silahlı birliklerini Fransız lejyonlarına katıp hızla Kilikya’ya doğru yöneldiler, Fransızların ittirmesiyle. Sık sık ezilenlerin başkaldırısı falan denen Karayılan direnişi, Maraş Sütçü İmam direnişi filan dediğimiz, işte bunlar emperyalizme karşı halkın tepkisiymiş!

Hayır, arkadaşlar; onlar, Fransız üniforması altındaki Taşnak lejyonerlerine karşı ve onların muhtemelen geçtikleri yollarda yaptıkları birtakım mezalime karşı oradakilerin tepkisidir. İzleyin yolu, Erzincan’dan, Mersin’e yani Kilikya’ya nasıl gidilir? Maraş’tan geçeceksiniz, Antep’ten geçeceksiniz. O güzergâhta bir tek tepkisel hareket vardır. Ve Fransa’nın asıl yaptığı da, Erzincan şurasının başlıca silahlı kuvvetlerini kendine devşirip bunları “Biz size Kilikya’da Ermenistan Cumhuriyeti kuracağız” kandırmacasıyla Bolşeviklere katılan Ermenilerin de yanından kopartarak Ermenilerin önemli bir kuvvetini güneye doğru çekmesidir.

Dikkat edin, bu harekâtta niye Karayılan bunlarla kapışıyor, niye Sütçü İmam bunlarla kapışıyor da Kuvayı Milliyeciler bunların yollarını açıyor? Sonradan Fransa başka çıkarları nedeniyle Kilikya Ermenistan’ından vazgeçti. Hatay’ı götürüp Osmanlılara, Osmanlı paşalarına ya da Türkiye Cumhuriyeti’ne hediye etti.

Şimdi bunlar tarihin karanlık noktaları. Ama hepsi Ekim Devriminin karanlıkta kalmış, iç savaşın karanlıkta kalmış birçok noktası gibi karanlıkta kalmıştır. Çünkü aynı hikâye. Bizim Ekim Devrimi ile bağlarımız, TKP’nin kurulan ilk Komünist Enternasyonal’e, Orta Asya’da yeni kurulan birçok komünist partiyle beraber katılan partilerden bir tanesi olması tesadüf değildir. Çünkü Ekim Devrimi bu topraklarla çok derinden ve yakından ilgili bir şey.

Demin bir arkadaş Erzurum’dan bahsetti.

Evet, bir sürü şura var. Tıpkı Rusya’da olduğu gibi oluyor. Çünkü orası Rusya toprakları o zaman. Çerkezler Kafkasya’da devrim için savaştıkları gibi Çerkez Ethem’in birliklerinde de savaştılar. Ve Kuvayı Milliyecilerin Yunanlılardan önce yaptığı ilk iş, Çerkez Ethem’in birliklerini kaldırmaktı. Yani bunların hepsi Rus devriminin bütün etkilerini kazıyarak, silmek üzere hareket etti. Bu cumhuriyet, öyle bir cumhuriyettir. Tıpkı 1918’de Almanya’da kurulan cumhuriyet gibidir, tıpkı Paris Komünü’nün ezilmesinden sonra kurulan cumhuriyet gibidir, hiçbir ilericiliği yoktur. Ve gelen sorulardan birinde olduğu gibi, bunun ilericiliği gericiliği ulusal soruna bakışta belli olur, ki bunu söyleyen ben değilim.

Sovyet cumhuriyetleri, o güne kadar adı bile anılmayan Çeçenleri, İnguşları siyasi bir statüyle donatırken, Osetya’nın kuzeyi ile güneyini birbirinden ayırma inceliğine kadar ulusların kendi kaderini tayin hakkına saygı gösterirken, Türkiye’de kurulan cumhuriyet Kürtçe bir kelimeye bir koyun değeri kadar para cezası verdi, öbür fiziki baskıların yanında. Bir Kürtçe kelime sarf eden, bir koyun değeri kadar para cezası öderdi. Yediği sopadan, çektiği işkenceden, baskılardan hariç.

Tanzimat’la beraber kurulan meclisin bileşimine baktığınız zaman her milliyetten insanı görürsünüz. En demokratik meclis dedikleri 1. Meclis’te, Mustafa Kemal’in birinci meclisinde bunların hiçbirisini göremezsiniz.

Metin, konuşmalarında Türkiye’de burjuva devriminin önemini ihmal etmek gibi bir şeyden bahsetti. Kim söylüyor Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşunun burjuva devrimi olduğunu? 12-13 yıl önce oldu o burjuva devrimi, belgelere de öyle geçer. 1908 Meşrutiyeti’dir. Türkiye’de burjuva demokratik devrimi oldu diye bunun üzerine çarşaf çarşaf yazılar yazmış Mustafa Suphi. TKP’nin programı da öyle der. Demokratik devrim, burjuva demokratik devrimi meselesi bitmiştir der. 1908’de bitmiştir. Bir daha, bir daha yapılır mı? O zaman bugünkü demokratik açılıma da burjuva demokratik devrimin ilerletilmesi tamamlaması demek icap eder, tedrici bir şeyse…

Devrimler öyle tedricen olacak şeyler değildir. Niçin Kuvayı Milliye hareketini burjuva demokratik devrimi diye tanımlamak lazım? O kadar burjuvaziye o kadar devrim yeter. II. Meşrutiyet’le Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğunda burjuvazinin demokrasi sorunu bitmiştir. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi; o gün bugündür monarşi altında yaşıyorlar. Bir daha, daha demokratik bir burjuva devrimi dersek, işte o zaman tuzağa basarız. Burjuva devriminin daha demokratiği diye bir şey olmaz. Olan olmuştur, ondan sonra sıra başka bir şeye geliyor. TKP de programında onu söylüyor. Bundan sonra bize başka bir burjuva cumhuriyeti değil, şuralar cumhuriyeti lazımdır.

Lenin’in tutumu ise burada farklıdır. Demokratik devrim meselesi ile ilgili bir soru vardı. İki Taktik’teki formülasyonlarla ilgili.

Ne diyordu otokrasiye karşı? İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü ile sonuçta taçlanacak ve oradan kesintisiz bir biçimde sosyalizme doğru gidecek bir devrim mümkündür ve yapılması gereken budur.

Aynı şey oldu Rusya’da. Demin konuşurken konuşmacı arkadaşlardan bir tanesi söyledi. Sovyet Cumhuriyeti’nin sosyalist olması ne manaya gelir? Sosyalizmi kurdu diye mi? Hayır! Onu sık sık defaten söylerler. Tıpkı mesela bugün bir sosyalist parti hükümet olursa sosyalist parti hükümetidir.

Burjuva cumhuriyetinde bir sosyalist parti hükümeti kurulabilir. Burjuva cumhuriyetinin olmadığı proletarya diktatörlüğü üzerinde de bir sosyalist hükümet pekâlâ olur. Burjuva diktatörlüğü altında sosyalist bir hükümet kurulabiliyor da, Sovyet cumhuriyeti altında bir sosyalist hükümet mi olmaz. O anlamda sosyalisttirler.

Toplumsal üretim biçimleri falan, bununla ilgili tartışmalar mevzu. Bahis konusu olan o değildir. Orada evet sosyalistler kendi devletlerinde iktidar olmuşlardır. Bu anlamda sosyalisttir, o kadar.

Şimdi buradan gelerek demokratik açılıma bağlayalım. Şimdi bu demokratik açılım meselesinde, bugün işte bunun arkasında emperyalistler var, buradan bir demokratiklik çıkmaz, buna bel bağlamamak lazım filan deniliyor. Kesin olarak söylenmesi gereken şudur: Buradan Kürdistan sorununun çözümü doğrultusunda bir şey çıkmaz, onu tartışmıyorum. Ama bu demokratik açılım ne yapar? Şimdi dönerek Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı analım. Onun bahsettiği legaliteyi istismar kavramını aklımızda tutarak düşünelim. Evet, bu demokratik açılım istismar edilebilir, etmek de zorundayız.

Çünkü eğer bu hakikaten cumhuriyetin kuruluşunun temellerini kurcalıyor ve bu nedenle çok kontrollü götürülmek isteniyorsa, bunu kurcalamak elzemdir.

O temellere çomak sokulurken devrede olmak zorundadır komünistler, emekçiler, ezilenler.

Ve bu, istismara açık bir ortamdır. Onun için muhalefet bugün bağırıyor: “Bunu istismar ediyorlar!” Kimin için diyorlar bunu? Kürtler için diyorlar.

Evet, Kürtler demokratik açılımın nasıl istismar edilebileceğini gösteriyor, yakından izlemek lazım, yan yana yürümek lazım. Eğer bu demokratik açılımı emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları doğrultusunda istismar etmeyi becerebilirsek, bunu beceren bir komünist partisini kurabilirsek, Oğuzhan’ın dediği gibi başka komünist isimli partilerle, sosyalist partilerle yan yana, işte o zaman gerçekten emekçilerden ve ezilenlerden yana bir demokratik cumhuriyetin kuruluşu yönünde çok önemli bir adım atarız. Zaten ben zannediyorum ki bugünkü tartışmamızın esas manası da budur. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.