Sol içindeki yaygın efsanelerden biri de şovenizmin yükselişine dair yapılan tespitler. Erdoğan’ın ayakta kalmak için “derin devletle anlaştığı”, devletin geleneksel Kürt düşmanı politikalarını kararlılıkla hayata geçirdiği, “toplumu kutuplaştırdığı”, bunun sonucunda da Türkiye’de şovenizmin yükseldiği yönündeki tespitler belki de bu kadar sık tekrarlandığı için hiç sorgulanmaz. Hâlbuki Türkiye’de şovenizmin yükselip yükselmediğini anlamak için, Türkiye siyasi tarihinin son elli yılına bakmak, örneğin reformist/revizyonist solun ve işçi hareketinin Kıbrıs Barış Harekatı karşısındaki tutumuyla bugün Kürdistan’ın muhtelif parçalarına düzenlenen sınır ötesi operasyonlar karşısındaki tutumu kıyaslamak yeterlidir.
“Şovenizm” kavramını alelade milliyetçilik ve vatanseverlikle ilişkilendirirken savaş durumu ile ilintisini göz önünde bulundurmak gereklidir. Esas olarak şovenizm, savaş zamanında egemen burjuvazinin örgütlendiği devletin ve onun asli unsuru olan ordusunun yanında saf tutma yönelimine tekabül eder. Zimmerwald’daki ayrımın altında yatan, bolşevik enternasyonalistlerin mahkûm ettiği çizgi de tam olarak devletinin yanında saf tutan sosyal şovenlerin çizgisidir.
“Barış Harekatı” Adı Altında İşgal
Bugün sınır ötesi operasyonlar adı altında yapılandan daha kapsamlı bir işgal operasyonu olan “Barış Harekatları”ndan birincisi 20 Temmuz 1974’te başladı. 14 Ağustos’taki ikinci harekattan sonra adanın yüzde otuz yedisi Türkiye kontrolüne girdi. İngiltere 1878 yılından beri kontrol ettiği Kıbrıs’ı, 1914 yılında, Osmanlıların Birinci Paylaşım Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmasını bahane ederek 1914 yılında ilhak etmiş, Lozan Antlaşması ile Türkiye Kıbrıs’ın İngiliz toprağı olduğunu resmen kabul etmişti. Kıbrıs’ta büyüyen sömürge karşıtı mücadele sonucunda İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın güdümünde bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurmaya razı olmuştu. Fakat bu cumhuriyetin de ömrü uzun olmadı. Yunanistan’ın Sovyetler Birliği’ne yanaşmasından duyduğu kaygıyla ABD, 1967 yılında Yunanistan’da bir askeri darbeyi desteklemişti. Yunanistan’daki darbe Kıbrıs’ta Yunanistan’la mesafe koymayı amaçlayan eğilimi güçlendirmiş, Kıbrıs SSCB yakınlaşmasının önünü açmıştı. Bu durum karşısında ABD destekli albaylar cuntası 1974 Temmuzu’nda Kıbrıs’ta bir darbe düzenleyerek Makarios’u devirmişti. Türk işgal operasyonu görünürde Kıbrıs’taki darbeye karşıydı ama asıl maksadı Kıbrıs’ta kendi güdümünde bir oluşumu kalıcı olarak yaratmaktı.
2018’de Afrin’in işgaline kıyasla Türkiye solunun Kıbrıs’ta işgale karşı net bir tavır almasını kolaylaştıracak bir dizi nesnel ve öznel faktör vardı. Herşeyden önce Lozan Anlaşması Kürdistan’ı dörde bölüp en büyük parçasını Türkiye’ye hediye etmişti ama aynı Lozan anlaşması ile Türkiye Kıbrıs’taki tüm hak iddialarından vazgeçmişti. Kürdistan sorununun Türkiye’nin ulusal güvenliği, sınırlarını koruması açısından yarattığı sorunlar barizken nüfusu Donetsk ve Lugansk bölgelerindeki toplam nüfustan az olan, hiçbir silahlı gücü olmayan Kıbrıs’ın Türkiye için ciddi bir tehdit yaratmadığı da ortaydı. Türkiye solunun şovenizme kapılmasını engelleyebilecek bir başka nesnel kısıt daha vardı. Gerek SSCB’nin gerekse de Çin Halk Cumhuriyeti’nin uluslararası komünist hareket içindeki önderlik iddiası, bu çizgiyi benimseyen akımların doğrudan ulusal dinamiklerin peşinde sürüklenmesini engelliyordu. SSCB de, Çin de proletaryanın uluslararası çıkarlarını değil kendi jeopolitik çıkarlarını savunuyordu elbet, ancak bu çıkarlar Türk devletinin çıkarlarıyla çoğu zaman bire bir örtüşmüyordu. Öznel faktörlerin başında ise Türkiye’deki devrimci hareketin durumu geliyordu. Kıbrıs harekatı 71-72 kopuşundan çok kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. Gerçi Dev-Genç’ten ciddi bir kesim TKP’ye katılmıştı, pişmanlar TSİP’te toplanıyordu. Ama kopuşun yarattığı devrimci etki hâlâ baskındı. Henüz bu kopuşun liderlerini överek onu adım adım tasfiye etmeye başlayacak örgütler de siyaset sahnesinde yer almamıştı. O dönemin reformistleri arasında dahi Çanakkale şehitliğini ziyaret etmeyi önerecek utanmazlar çıkmamıştı. Hatta tersine, Mustafa Kemal’i başkomutan olarak gören Aydınlıkçılar dahi Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkından söz ediyorlardı.
Eğer “şovenizm yükseliyor” vaveylasını koparanlar haklı olsaydı, Kıbrıs harekatının gerçekleştiği günlere kıyasla sol içinde dün Afrin işgali sırasında, bugün de Rojava’ya yönelik yeni bir operasyon kapıdayken, çok daha yüksek bir işgal destekçiliği gözlememiz gerekirdi. Halbuki durum tam tersidir, bugün yükseldiği söylenen şovenizm Kıbrıs Harekatı’nın olduğu dönemle kıyaslanamaz. O dönemde sol içindeki işgal yanlıları sadece çok daha üst perdeden konuşmakla kalmıyor aynı zamanda denetimleri altındaki kitleleri Türk devletinin peşinde seferber ediyorlardı. Bugün aynı akımlar, siyasi bakımdan kemalizmle uzlaşmaya çok daha hevesli olsalar bile, kitleleri benzer şekilde seferber etmek şöyle dursun işgale aynı açıklıkta destek vermeye dahi cesaret edemiyorlar. Bugüne kıyasla Kıbrıs meselesinin vuku bulduğu dönemde şovenist dalganın kitleler ve bilhassa Türkiye solu üzerinde ne kadar hâkim olduğunu görmek için Kıbrıs meselesine ait tutum belgelerini incelemek, günümüzün şovenizm tespitlerini çürütmek için yeterli olacaktır.
Behice Boran’ın “Sosyalist” TİP’i İşgali Destekliyordu
1967 yılında Albaylar Cuntası’nın Yunanistan’da yönetime el koymasının ardından SSCB, darbenin cunta ile gizli anlaşması olan ABD tarafından planlandığını ve Yunistan’ın ötesine geçen politik hedefleri olduğunu ileri sürdü. Cuntanın Kıbrıs’ı NATO üssü hâline getirmeyi amaçladığını öne sürerek darbeye karşı olduğunu açıkladı. Bu görüşü benimseyen Türkiye solunun büyük bir kesimi; Yunanistan aracılığıyla NATO’nun Kıbrıs’ta güçlendiğini ileri sürerek Kıbrıs meselesini bir anti-emperyalizm sorunu, Ecevit hükümetini ise emperyalistlerin planını bozan anti-emperyalist bir odak olarak gördü. Burjuva diktatörlüklerinin yanında saf tutarak da anti-emperyalist kalınabileceğini savunan bu akımların takındığı tutum şaşırtıcı olmadı: Ada’da bağımsızlığın, barışın ve demokrasinin, -ilginçtir ki!- NATO’nun bir diğer üyesi TC’nin müdahalesi ile tesis edileceği fikri üzerinde Türkiye solunun büyük bir bölümü ortaklaştı. Behice Boran’ın TİP’i, bu fikrin en ateşli savunucularından biri oldu. Behice Boran’ın 18 Kasım 1967 yılında TİP adına meseleye ilişkin yaptığı meclis konuşması şöyleydi:
“Türkiye’nin savunması ve güvenliği ile ve Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarımızın hakları ve güvenliği ile ilgili olan bu milli davamızın çözümü, ancak bu mesele Amerika’nın ve NATO’nun olduğu kadar bütün büyük devletlerin nüfuz ve etki alanı dışına çıkarılmak suretiyle elde edilebilir. Hükümetin kendisine Kıbrıs ile ilgili olarak verilen bu yetkiyi gerektiği gibi ve zaafa düşmeden kullanacağını ümit etmek isteriz. Şu da unutulmamalıdır ki, Kıbrıs’ta yer alan son olaylar ikinci milli kurtuluş savaşı içinde bulunduğumuzun yeni bir delilini teşkil etmektedir”. (TİP Genel Merkez Basın Bülteni 18 Kasım 1967)
Behice Boran’ın bahsettiği yetki, Menderes döneminde emperyalist Birleşik Krallık’ın garantörlüğünde imzalanmış anlaşma çerçevesindeki müdahale hakkıydı. “Sosyalist mücadele” lafızlarıyla parlamentonun koltuklarını aşındırmayı misyon edinmiş TİP’in Kıbrıs meselesinde hükümetten bağımsız bir çözüm düşünmesi şaşırtıcı olurdu. Şaşırtıcı olmayan ise, 4 Aralık’ta toplanan meclis oturumunda Başbakan Demirel’in Ada’ya asker çıkartmamakla suç işlediğini öne sürerek hakkında gensoru açılmasını içeren bir önerge sunan Alparslan Türkeş’in yardımına, Kıbrıs’ın işgali konusunda ısrarlı tutumunu sürdüren Behice Boran’ın koşmuş olmasıdır. Türkiye hükümetinin Zürih ve Londra Antlaşmaları’nın kendisine verdiği müdahale hakkından vazgeçtiğini belirten Boran, sosyalistlerin mesele ulusal sorun olunca pasifist bir tutum sergileyemeyeceklerini öne sürerek ulusal bir sorun olarak nitelendirdiği Kıbrıs’a Türkiye’nin müdahalesini zaruri gördüğünü yinelemişti. Sosyalizmi anayasal yoldan devletin seçimlerine ve meclisine yaslanarak kurmayı hedefleyenler elbette ulusların kendi kaderini tayin hakkının da Türk devletinin ordusuyla gerçekleşeceğini savunacaklardı.
Kıbrıs’ın İşgali Sırasında Reformistler, Perinçek ve Devrimciler
Yunan cuntası ile uyumlu bir çizgide hareket eden EOKA’nın Makarios’u 15 Temmuz 1974’te darbeyle devirmesini bahane eden Türkiye, beş gün sonra Birinci Kıbrıs Barış Harekatı diye anılan işgali başlattı. O dönem hükümette “Karoğlan Ecevit” ve ortağı “Mücahit Erbakan” vardı. Sadece TİP değil SBKP çizgisindeki diğer sol akımlar da CHP-MSP koalisyonu hükümetini, hükümetin “anti-emperyalist” tutumundan ötürü destekledi.
12 Mart sonrası kurulan ilk legal sosyalist parti olan, sosyalist hareketin birliği konusunda ısrarı ve iddiası ile bilinen TSİP, işgalin başlamasından sonra yayınlarında şu ibarelere yer veriyordu:
“Emperyalizmin kuklası faşist Yunan Cuntası’nın Akdeniz’deki emperyalist emelleri ve faşist özlemleri gerçekleştirmek üzere Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını çiğnemesi, Türkiye’nin garantör devletlerden biri olarak Ada’ya müdahalesine yol açmış bulunuyor. Bu müdahale, yoğun diplomatik temaslardan bir sonuç alınamaması üzerine ve Hükümet sözcüleri ve Başbakan’ın resmen bildirdiği gibi Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Ada’da özgürlük ve demokrasinin yeniden kurulması için yapıldı… Hükümetin, Sayın Başbakan Ecevit’te sözcülüğünü bulan Kıbrıs’ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokrasi amaçlarını destekliyoruz.” (TSİP Genel Merkez Basın Bildirisi, 21 Temmuz 1974)
“Özgürlük ve demokrasiden yana tüm güçlere, başta Ecevit hükümeti olmak üzere bugün her zamankinden daha önemli görevler düşmektedir. Bu görevlerin başında, dünya barışı ve Türkiye halkının çıkarları doğrultusunda, müdahalenin açıklanan amaçlarını sonuna kadar izlemek ve savunmak gelmektedir.”
15-16 Haziran ayaklanması sırasında da TC’nin ‘anayasal düzenine’ ve ‘şerefli Türk ordusuna’ bağlılığını dile getirmiş Kemal Türkler’in başkanı olduğu sözde ‘Devrimci’ İşçi Sendikaları Konfederasyonu’, bu bağlılığı Kıbrıs’ın işgali vesilesiyle de dile getirmekten geri durmuyordu:
“DİSK Yürütme Kurulu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs barış harekâtını desteklemek için başlattığı işçilerin birer günlüklerini bağışlama kampanyasını sürdürmeye devam etmektedir. Kampanyanın tam sonucu bu ay sonunda alınmış olacaktır. “DİSK, her türlü parti ve görüş farkı gözetmeden bütün vatandaşları Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bütün olanakları ile desteklemeye ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Kıbrıs politikası etrafında tam bir bütünlük göstermeye davet eder.”
Kıbrıs’ta devrilen Makarios, 1959’daki Yunanistan’a yakın çizgisinden bağımsız Kıbrıs çizgisine evrilmiş aynı zamanda SSCB ile yakın ilişkiler geliştirmişti. Bu nedenle Atina’daki cuntayla arası bozulmuş aynı zamanda ülkenin en güçlü partilerinden biri olan SSCB çizgisindeki AKEL’in desteğini kazanmıştı. Aslına bakılırsa Atina’da planlanan darbe aynı zamanda Kıbrıs’ı SSCB etkisinden uzaklaştırmayı da amaçlıyordu. Durum böyle olunca elbette SSCB Makarios’u Kıbrıs halkının meşru temsilcisi olarak kabul edecek, darbeyi kınayacaktı. SSCB aynı nedenlerden ötürü Türk Ordusu’nun Kıbrıs çıkarmasını, Türk Devleti’nin Amerika’nın planlarını bozabileceği umuduyla destekledi. Dönemin TKP’sinin meseleye yaklaşımını belirleyen de SSCB’nin bu hesapları oldu.
“Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve halkın seçtiği hükümeti savunmadan yana tutumu kesindir. Sovyetler Birliği’nin ve öteki sosyalist ülkelerin bu tutumları gözönünde tutulmadan emperyalizmin ve Yunan cuntasının bağımsız bir devlet olan Kıbrıs’a saldırısını Ada halkı, bağımsızlık, demokrasi ve barış yararına çözümlemeye imkan yoktur. Bugünü koşullarda Kıbrıs Türklerine de tarihsel bir sorumluluk düşüyor. Kıbrıs’ın bağımsızlığını, tarafsızlığını savunan, emperyalizme karşı cephe alan, demokratik hakları genişletmek istiyen AKEL partisini, Makarios hükümetini ve bütün Rum yurtseverlerini desteklemek, onlarla birlikte ortak düşmana, emperyalizme, NATO’ya ve Yunan faşist cuntasına karşı savaşmak Kıbrıs Türklerinin de, Türkiye’nin de menfaatlerine uygun bir tutumdur.”
“Türkiye’de eldeki kısıntılı demokratik hakları daha da budamak, hükümeti zor duruma düşürmek isteyen azılı gerici ve işbirlikçi çevrelerin militarist kliğin harp ve gerginlik psikozundan istifade etmeleri için elverişli bir ortam yaratılmak istendiğinde”n söz eden TKP açıklamalarına şöyle devam etti: “Türk hükümeti, açıklamasında: ‘Ada’ya savaş ve kan götürmediğini, yasal hükümeti geri getirmek istediğini’ belirtti. Türkiye hükümeti, Güvenlik Kurulu’nda alınan kararların Cenevre Konferansında kabul edilmesi için kesin davranmalıdır. Çünkü bu kararlar hükümetin yapmış olduğu açıklamaya uymaktadır. TKP, hükümetten ilk yaptığı açıklamasıyla verdiği sözü tutmasını istiyor. Türkiye’de de ‘kurtarmak’ sözleri ile Adanın bir kısmına oturmak isteyen gerici çevreler vardır.’ Bunlar şovenizm duygularını körüklüyorlar.” (YENİ ÇAĞ, Barış ve Sosyalizm Problemleri, Sayı 121, Temmuz 1974, s.593-594)
Türk devletinin Sovyetlerle yakın ilişkileri olan bir Kıbrıs Cumhuriyeti istemediği, Kıbrıs’ı bağımsız bir devlet olarak yaşatmaya niyeti olmadığı aynı yılın Ağustos ayı içinde gerçekleşen İkinci Kıbrıs Harekatı ile iyice açığa çıktı. SSCB İkinci Harekatın ardından Kıbrıs’a yönelik müdahaleyi işgal olarak tanımladı. Bu gelişme üzerine SSCB çizgisindeki akımlar diğerlerinden önce ve daha açık olarak harekatı kınamaya, Türk Ordusu’nu geri çağırmaya başladılar. Ancak önce haşhaş sonra Kıbrıs nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması, Kıbrıs Harekatı’ndan kısa süre sonra iktidara gelen Demirel’li Milliyetçi Cephe’nin Türkiye’deki Amerikan Üslerini kapatması ve bir bütün olarak Kıbrıs harekatının yarattığı hava nedeniyle Türkiye’de bugünküyle kıyaslanamaz şoven rüzgarlar esiyordu. Bu nedenle Sovyetler Birliği Türk devletinin anti-emperyalist yönelimlerine ilişkin hayallerinden vazgeçmiş olsa da, onun çizgisindeki partiler ilk aşamasında işgale verdikleri bu coşkulu desteğin benzerini işgale karşı çıkarken göstermediler. Hakim şoven dalgaya karşı mücadele etmek yerine göstermelik bir iki açıklamadan sonra konuyu tümüyle terk ettiler.
Sosyalizmin, daha millî varyantlarını temsil eden, “ideolojik yerelleşme”nin ilk öncülerinden olan Mihri Belli’nin Türkiye Emekçi Partisi de işgal destekçiliğinin istisnası değildi. Hatta bağlılık bildirmesi gereken bir uluslararası merkez olmadığı için şovenist tezlere daha sıkı bir biçimde sarılıyor, Kıbrıs konusunda hükümeti desteklemeyen bir çizgiyi vatan hainliği ile eşdeğer tutuyordu.
Perinçek’in Aydınlık’ı, görünürde bu konuda farklı bir tutum takınmış, işgalin ilk aşamasında “İşgale Nihayet Kıbrısa Hürriyet” çizgisini benimsemişti. Ama bu durumun da şovenizm karşıtlığından çok, Çin’in o dönem benimsediği çizgiyle ilişkisi vardı. Sovyet Devleti Türkiye’nin yanında yer alırken, Kıbrıs’ta sosyal-emperyalizmin yenilgisini isteyen Çin de işgal karşısındaki tutumunu benimsiyordu. Gelgelelim Aydınlık da bu çizgisini uzun süre koruyamadı, önce işgale karşı tutumunu yumuşatıp geri plana aldı. Sonrasında da 1977 yılında TİKP’nin kuruluş kongresine doğru ilerlerken verdiği “özeleştiri” ile şovenizmle barışan bir çizgiye geri döndü. Uluslararası rüzgarlarsa Sovyet kanadının aksine Aydınlık’ın açıktan bir şoven çizgiye kaymasını kolaylaştıran yönde esiyordu. Çin ile ABD arasındaki yakınlaşma sürüyordu, Yunanistan NATO’yu terk etmiş, ABD’nin Türkiye’ye yönelik baskısı hafiflemişti, 1978’de silah ambargosu kaldırılacaktı, ABD İncirlik’i yeniden açtırmanın peşindeydi. Türkiye’yi “sosyal-emperyalizme” karşı koruması için NATO’nun daha etkin bir rol oynamasını savunan Perinçek’in Kıbrıs’ta attığı geri adım, içinde yer aldığı uluslararası kampın öncelikleriyle de uyumluydu.
Kıbrıs Harekatı sırasında devrimci militanların büyük çoğunluğu ise yüksek öğrenim kültür derneklerinde toplanmıştı. İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği (İYÖKD) reformistlerin değil devrimcilerin denetimindeydi. İYÖKD Kıbrıs harekatı sırasında şoven bir hatta yer almadı, açıktan işgale karşı bir pozisyon takınıp bildiri dağıttı. İYÖKD’nin “Kıbrıs’ta İşgale Son” mitingi ise hükümet tarafından engellendi. Bununla birlikte devrimci akımların da şovenizm karşısında etkin bir mücadele yürüttüğü söylenemez. Örneğin Devrimci Yol yahut Kurtuluş Angola’dan Yemen’e dünyanın dört bir yanındaki bağımsızlık mücadelelerine yer vermelerine karşın, Kıbrıs’taki işgal karşısında hiçbir şey yazmıyorlardı. Halkın Kurtuluşu da sırf 20 Temmuz 1979’da “İşgale Son Kıbrıs Halkına Özgürlük” manşetiyle çıktı diye daha farklı bir konumda yer almıyordu. Kıbrıs’ın bir millî dava olarak tanımladığı, hükümetin ABD ile Kıbrıs konusuda silah ambargosuna varan bir gerilim yaşadığı günlerde, yükselen şovenizm nedeniyle Kıbrıs’ta işgal karşısında şovenizm karşıtı bir tutum almak hiçbir akımın tercihi olmadı.
Şovenizmin Yükseldiği Tespiti Pasifist Siyasetin Bahanesidir
Bugün, yazıda ismi geçen partilerin ve örgütlerin Kıbrıs meselesinde takındıkları tutum ile bu unsurların devamcısı olduklarını iddia edenlerin TC’nin işgal operasyonları karşısında aldıkları tutumu karşılaştırdığımızda aralarında farklar olduğunu gözlemlemek mümkündür. Behice Boran Kıbrıs’ın işgalinde ısrarcıyken, Erkan Baş’ın TİP’i Kürdistan’a yönelik sınır ötesi operasyonları onaylayan tezkereye “ülkenin yoksul çocuklarının ölümüne yol açacak kararlar almak başlı başına utanç vericidir.” diyerek “hayır” oyu vermiştir. Mecliste üye sayısı itibariyle en büyük 3. parti olan HDP, “Bu tezkere Kürt düşmanlığı tezkeresidir.” diyen açık bir dille tezkereyi reddetmiştir. Kıbrıs’ın işgali için Türkiyeli emekçilerden bağış toplayan Kemal Türkler’in DİSK’i ise 2014 yılındaki Güneybatı Kürdistan’ın işgaline yol açan tezkereye “Bugün Rojova`da, Kobane`de sadece Kürt halkı değil, tüm insanlık varlık-yokluk mücadelesiyle karşı karşıyadır.” diyerek “AKP’nin IŞID’e Destek Tezkeresine Hayır!” şiarıyla birçok ilde eylem düzenlemiştir.
Üstelik, kimilerince TC’nin devlet aklını temsil eden CHP açısından da değişikliğin mevcut olduğu açıktır. Kıbrıs’ın işgalini yöneten “anti-emperyalist” Karaoğlan’ın CHP’sinin yerini son Irak-Suriye tezkeresine hayır diyen Gandhi Kemal’in CHP’si almıştır.
Tüm bu veriler aradan geçen yarım asıra yakın sürede şovenizmin ve sosyal şovenizmin kökeninin kazındığını ispat etmez. Erkan Baş’ın TİP’inin ve HDP’nin pasifist savaş ve tezkere karşıtlığının anti-şovenizme veyahut devrimci tutuma denk düştüğünü söylemek hatalıdır. Zira İkinci Enternasyonal’in “Devrim için Barış” çizgisine karşı Bolşevikler barışın ancak ve ancak devrimle, gerici savaşta kendi hükümetinin yenilgisiyle mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Fakat bu veriler, faşizmin kurumsallaştığı tespitleriyle el ele giden şovenizmin yükseldiğine dair algıları da çürütmek için yetecektir.
Kaldı ki şovenizmin yükselmediğini ispat etmek için bu veriler bir yana, Erdoğan’ın kaybetmeye mahkûm olduğu sınır ötesi hamlelerinin hareket ettirmekte zorlandığı kitlesinin üzerindeki etkisinin dahi azaldığını gözlemlemek yeterlidir. Nitekim TC ordusunun sınır ötesi hamlelerinde silah kuşanmak için sınırlara dayanan Erdoğan taraftarı bir güruh bulunmadığı gibi Erdoğan’ın emri ve yönlendirmesiyle Kürtlere yönelik düşmanca saldırılarda bulunan şoven kitlelerin varlığına dair bir işaret de yoktur.
Ayrıca, kitle hareketinde ve eylemlilikte gözle görülür bir yükselme söz konusudur. Emekçilerin hatırı sayılır bir bölümünün gündemi Erdoğan’dan kurtulmak iken Kıbrıs örneğinin tersine, DİSK veya başka sendikalardan emekçilerin Erdoğan’ın hayali sınır ötesi girişimlerine ceplerinden kuruş ödemeye tenezzül etmeyecekleri açıktır.
Sosyal şovenizmin panzehiri, devrimci enternasyalist tutumu bayraklaştıran komünist bir odaktır. KöZ’ün arkasında duran komünistler; sosyal şovenistlerin, savaş karşısında “Devrim için Barış!” diyenlerin tersine, burjuva diktatörlüklerinin ilhakçı, işgalci ve sömürücü pratiklerine son vermek amacıyla işçi sınıfını gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisi adına seferber eden Bolşeviklerin derslerini ve Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde somutlanan devrimci enternasyonalist tavrı kuşanan komünist partiyi yaratmak adına mücadele ediyor.
Kıbrıs’ta ve Kürdistan’da İşgale Son!
Savaşlara Devrim Son Verecek!
Devrim İçin Devrimci Parti!