TİP Milletvekili Sera Kadıgil’in, Meral Akşener’in “bir kadın lider olarak sivrilmiş olması”nı, “hiç geri basmaması”nı “genel olarak” “kıymetli bulması” kadın hareketinde hangi kadınlarla birlikte mücadele edilmesi gerektiğine dair tartışmaları alevlendirdi. Tartışmaların odağında ise faşist bir kadının ezilip ezilmediği ve kadın sorununun bir parçası olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı yer alıyordu.

Kadıgil’e verilen yanıtların ana fikri tüm kadınların tek bir ortak çıkar paydasında eşitlenemeyeceği, faşistlerden, burjuvalardan “kızkardeş” olamayacağı, farklı kadınların farklı çıkarları olduğu zemininde buluşuyordu. Meral Akşener’in aslında kadın olmadığından, “erkekleşmiş” olduğundan söz edenler de çıktı. Bu yanıtı verenler elbette kendileriyle çelişiyorlardı: Zira hepsi şu ya da bu şekilde “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” kampanyasının bir parçasıydı ve İstanbul Sözleşmesi’ni uluslararası kadın hareketinin bir kazanımı olarak sunuyorlardı. Hâlbuki Meral Akşener’in İstanbul Sözleşmesi’nin en görünür destekçisi olması bir yana, bir dizi Avrupalı emperyalist, faşist, burjuva karakterdeki kadın hareketi de İstanbul Sözleşmesi’ni “söke söke imzalatan” koalisyonun bir parçasıydı.

Ama kendi tutarsızlığı bir yana sol hareketin konuyu ele alışı, kadın sorununun ne olduğuna ve kadının kurtuluş mücadelesine dair bir kavrayışsızlığı yansıtıyordu. Bu kavrayışsızlığın bir sonucu olarak sol akımlar, bugün kapitalist-emperyalist dünyada kadınların farklı farklı ihtiyaçları ve sorunları olduğu olgusunu, hâlihazırda sınıfsal çıkarları nedeniyle bölünmüş olsa da bütün kadınların kadın olmaktan kaynaklı ortak sorunları olduğunu ve bu sorunların çözülmesi için bütün kadınların ortak hareket koşullarının yaratılmasının zorunlu olduğu gerçeğini perdelemek için kullanıyor.

Akşener’in “erkekleşmesi”nden söz edenlereyse önce, “erkekleşmeyip” “kadın kalanların” daha mı örnek alınası durumda olduğunu sormalı. Üstelik erkeklikle ilişkilendirilen davranışları yücelten bir dünyada kadınların ezici çoğunluğunda “erkekleşme” arzusundan doğal olan ne olabilir? Bugün burjuva dünyadaki işçilerin ezici çoğunluğu burjuva bir hayata kavuşma özlemi taşımıyorlar mı? İşçilerin devrimci mücadelesi, işçilerin burjuvaların arasına karışma hayalini de, kendilerine biçilen işçi rolünü kabullenmeyi de reddetikleri noktada başlamıyor mu? Kadınlar için de aynısını söylemek gerekmez mi?

Erkeklik de kadınlık da cinsiyetçi bir işbölümünün sonuçları olarak ortaya çıkıp tarif edilmişse, erkekleşmeyip kadın kalanlar da toplum tarafından kendilerine dayatılan rolleri kabul etmiş olurlar. Dolayısıyla, kadının kurtuluş mücadelesinde sadece “erkekleşen” kadınların değil aynı zamanda “kadınlıkta ısrar eden” kadınların da kadının kurtuluş mücadelesine engel olduğunu söylemek gerekir. Benzer şekilde işçiyi, işçiliği yüceltmek önce Lassallecılığın, sonrasında İkinci Enternasyonal sosyalizminin alametifarikasıdır. Komünistler işçiliği yüceltmezler, işçilikten kurtulmanın, özgür üreticilerin gönüllü birliği temelinde bir insan toplumu kurmanın mücadelesini verirler. İşçi, emekçi hamaseti yapmaktan özenle kaçınan komünistler kadın hareketi dalkavukluğu yapmaktan da özenle uzak dururlar.

Bütün kadınlar sadece kadın olmaları nedeniyle, aşağılanmakta ve ezilmektedirler. Burjuva yahut faşist örgütlenmeler içinde yer alan kadınlar da bu bütün kadınlara dahildir, devrimci kadınlar da. Çoklarının “Lenin’in karısı” diye bildiği Bolşevik Partisi Merkez Komitesi üyesi Nadejda Krupskaya’nın, tarihin gördüğü en ileri komünist partinin içinde yer almış olması onu cinsiyetçi toplumsal ilişkilerin dışına çıkarmamıştı. Aynı şekilde Meral Akşener gibi bir halk düşmanı da sırf karşı devrimcilerin en pis, en kanlı işlerini planladı ve sonrasında bu pisliklerin üzerini örttü diye cinsiyetçi baskıdan muaf olma ayrıcalığı ile ödüllendirilmemiştir. Efendileri açısından Tansu Çiller “sarışın güzel kadındır”, Meral Akşener ise “Dişi Asena”. Devrimci ve karşı devrimci kadınları birbirinden ayırt eden şey toplumsal ilişkilerde cinsiyetçi baskıya maruz kalıp kalmamaları değil, bu baskıların karşısında sergiledikleri tutumdur. Biri oyunu kurallarına göre oynar ve oyunda kendine yer açmaya çalışır. Diğeri hayatını bütün oyunu değiştirmeye adar.

Kadın sorunu tek tek erkeklerle tek tek kadınlar arasında zuhur etmiş bir sorun değildir. Sorununun kökeninde, cinsiyetçi iş bölümü temeline dayanan ve aslında tüm sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği en gerici kurum olan aile örgütlenmesi vardır. Bu bakımdan Engels’in meşhur “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabının ismi tesadüf değildir; kitapta söz konusu edilen kurumlar tarih sahnesine çıktıkları zamana göre sıralanmıştır: En ilkel kurum olan ailenin ardından özel mülkiyet ortaya çıkmış, sonrasında ise bu iki gerici varlığa ve onların oluşturduğu sosyal örgütlenmeye dayanan devlet oluşmuştur. Aynı zamanda, bu sıralama komünist strateji için de kilit önemdedir. Çünkü aileyi ortadan kaldırmak, tam tersinden, önce burjuva devleti yıkıp proletaryayı egemen olarak örgütlemeyi, daha sonra ise özel mülkiyete saldırmayı gerektirir.

Aile denilen gerici ve baskıcı kurum; aileden nefret etmekle, aile içindeki cinsiyetçi iş bölümü hakkında şikayetçi olmakla ve bu iş bölümünün etkilerini hafifletmeye çalışmak için aileyi reforme etme çabalarıyla ortadan kaldırılamaz. Burjuva sosyalizmi ile komünizm arasındaki turnusol kağıdı ise tam da burada, aileye yaklaşım konusunda renk verir. Komünistler ezilen cinslerin kurtuluşunun aileyi ortadan kaldırmakla gerçekleşebileceği için önce devletin ve özel mülkiyetin yok edilmesi gerektiğini savunurken reformist akımların varacağı nokta ancak “demokratik, dayanışmacı, erkek egemen olmayan aile” olabilir. Bu akımların burjuva devlet aygıtının varlığına karşı doğrudan iktidar hedefli mücadele etmeden kadınların durumunun düzeleceğini ve kadınların özgürleşeceklerini söylemeleri ise ikiyüzlü burjuva ideolojisini ezilenlerin saflarına zerk etmenin başka bir örneğidir.

Proleter devrim kadının kurtuluşunu sağlamaz ama kadının kurtuluş mücadelesinin önünü açar. Kadının kurtuluş mücadelesi geçelim kapitalizm koşullarını, proleterya diktatörlüğü altında bile gerçekten başlayamaz. Proletarya diktatörlüğü muzaffer olup sosyalizm kurulduğunda sınıflı toplumdan kurtulsak bile, hem aile hem de kadının esareti devam edeceği için insanlığın kurtuluşu da sağlanmış sayılamaz. Kapitalizmin ve daha önceki sınıflı toplumların damgasını vurduğu bir dizi eşitsizliği yaratan kurumları ve mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırınca, kapitalist toplumun yarattığı ve ürettiği miras ve insanlar arasındaki hiyerarşik ilişkilerin kökü birdenbire ortadan kalkmaz. Aksine, bu geleneksel sosyal ilişkiler daha önce mülkiyet ve devletin baskı ilişkileri içerisinde perdelenirken, bu sefer daha kaba ve çıplak bir biçimde açığa çıkar. Kadının kurtuluş mücadelesinin sosyalizmde başlayacağını fakat kurtuluşunun ancak komünizmde gerçekleşeceğini söylemek bu sebeple önemlidir. Sınıfsız toplumun ilk aşamasında dahi kadının kurtuluşu gerçekleşemez çünkü sınıflar ortadan kalktıktan sonra da, sınıfsız bir toplumun en gelişkin evresine yani komünizme sıçrayabilmemiz için, kır-kent, kadın-erkek, kafa-kol emekleri arasındaki hiyerarşik iş bölümünün ortadan kalkması gerekir. Ancak bu gerekli duraklardan geçtikten sonra, komünizmle birlikte aile denilen en köklü ve gerici kurumu yıktıktan sonra, kadının esareti sonlanır ve böylece insanlığın kurtuluşu gerçekleşir.

Cinsiyetçi sosyal baskıları kaldırmak için kadınların cinsiyetçi toplumsal işbölümüne ve değer yargılarına karşı ortak ve birleşik bir mücadele vermeleri gerektiğine şüphe yoktur. Ortak bir kadın hareketi oluşturmak ve kadınların kadın olarak mücadele edebilmesi için öncelikle kadınları birbirlerinden ayıran sınıf duvarını ve ezen-ezilen ulus ayrımını ortadan kaldırmak gerekir. Emperyalizmin, ezen ulus şovenizminin, kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada bütün kadınları kapsayacak bir mücadele vermenin imkânı yoktur. “Hemen şimdi” gerçekleşecek “Kadınlar birleşin!” çağrısı bu nedenle ya bir temenniden öteye gitmez ya da ancak gerçekçilik yahut tüm kesimleri kucaklama adına sınırları burjuvazi tarafından çizilmiş kısmî mücadelelere hapsolur. Kadınları birleştirecek bir mücadelenin önünü açmak isteyenler, tam da bu nedenle – hangi kadınların nasıl bir ortak paydada bulaşabileceklerine, kimlerin kadın, kimlerin “kızkardeş” olduğuna dair akla ziyan tartışmalar yürütmek yerine – devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadeleyi büyütüp saflarını netleştirerek müttefiklerini tarif etmeli.