26 Şubat Cuma günü “Rejim krizinin ilanı: Anayasa tartışmaları” konulu bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide konuşmacı yoldaş sözlerine şöyle başladı.
Solun genelindeki militanlar tarafından KöZ hakkında aklı 1921’de kalmış, dünyanın değişmediğini düşünen, dogmatik, sekter, kitabi, Komintern ruhu çağıran eleştirileri yapılır. Somut durumun somut tahlili yapılması gerektiği, Marksizmin ruhunu korumakla birlikte akan bir şey olduğu ve onu hayatın yeşiline uydurmak gerektiği söylenir. Anayasa meselesindeki tablo bu açıdan ilginçtir. Görünüşte bir tarafta doktriner bir akım ve bir tarafta hayatın nabzını tutmasına rağmen sürekli ters köşeye yatan bir Türkiye solu var. Oysaki esas gurur duyulacak nokta bu olmasa da aktüel siyasete dair en isabetli tahlilleri KöZ yapmakta. Anayasa meselesinde bu şu şekilde ortaya çıkıyor: 2017’de, Anayasa değişikliği döneminde biz hükümete karşı şu adımlar atılmalı derken bize önce, yeni rejimin ne olduğunu tahlil etmek gerekir deniyordu. Biz ise 12 Eylül rejiminin sürdüğünü söylüyorduk. Çapımız ve niceliğimiz düşünüldüğünde bizim marifetimiz ise olaylar hakkında daha fazla malumata sahip olmaktan kaynaklanmıyor. Türkiye’de yerleşik kanı şudur ki, teori yol gösteren bir strateji olarak değil bilgi olarak düşünülür ve bu yüzden de aydınlara büyük bir hürmet gösterilir, onlar anlatacak biz savaşacağız gibi bir yaklaşım benimsenir. Eylem zamanında teoriyle uğraşmak ise gevezelik, laf kalabalığı olarak adlandırılır. Türkiye solunun teoriyle bu gelgitli ilişkisi, teorinin bir program sorunu olarak kavranmamasından, partisizlikten kaynaklanan bir sorundur. Programın olmadığı ve teorinin böyle kavrandığı bir yerde burjuvazinin gözünden bakmamak işten değildir. Türkiye solu dünyaya ve Türkiye’ye baktığında bağımsız bir partiye ve sınıf mücadelesinin deneyimlerini süzmüş bir programa sahip olmadığı veya bunu küçümsediği için dünyayı burjuvazinin hassasiyetlerine göre algılamaktadır. Zira Marx’ın da ifade ettiği üzere hâkim olan fikirler hâkim sınıfın fikirleridir. Biz biliyoruz ki, hâkim sınıf yenilmeye mahkûm olduğu için gerçekleri baş aşağı çeviren, olumsuz anlamıyla ideolojik bakan bir sınıf. Bu kendini en çok faşizm meselesinde belli etmektedir. Türkiye’de nerden baksan elinde kalacak faşizm tahlilleri yapılmakta.
Türkiye’de faşizm tahlili yapanlar Bahçeli’nin Boğaziçi meselesindeki u dönüşünü açıklayamaz. Türkiye’de faşist şeflik rejimi olduğunu iddia edenler Erdoğan’ın neden tekrar anayasa değişikliğine ihtiyaç duyduğunu da açıklayamaz. Emekçilerin tüm kazanımlarını elinden almak için, HDP’yi sindirmek için egemenler yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyor diyenlerin iki çıkmazı vardır: Birincisi 2017’deki değişiklikler için de aynı savlar öne sürüldüğünden neden yeni bir değişikliğe ihtiyaç duyulduğu açıklanmalıdır, ikincisi bu savlar faşizmin yönetebilmek için anayasaya ihtiyaç duyduğu gibi bir düşünceyi barındırmaktadır. Türkiye’de solun böyle düşünmesinin nedeni, burjuvazinin gözünden bakmasıdır. Türkiye’de bir devrimi besleyen dinamikler burjuvazi tarafından bir felaket senaryosu olarak algılanıyor ve engellenmesi gerektiği düşünülüyor. Geleneksel burjuvazinin Tayyip Erdoğan’ı faşist bir güç olarak göstererek faşizme karşı eski düzeni isteyen bütün güçleri de burjuva demokrasisi çatısı altında birleştirmek gibi bir siyasi hesabı var. Solun böyle bakması ise partisizlik ve programsızlıktan kaynaklanıyor. Türkiye’deki anayasa tartışmaları hem rejimin değişmediğini hem de hâkim sınıfın yönetemediğini gösteriyor. Bugün bunlar yavaş yavaş dillendirilmeye başlasa da tezat bir şekilde faşizmle yan yana söylenmekte ve yönetememenin sebebi de halkın yükselen mücadelesi olarak gösterilmekte. Bu yanlış ve tehlikeli bir bakış açısı olup esasen de reformizmden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısıyla; faşist rejimi krize sokanın halkın adım adım büyüyen hak arama mücadelesi olduğu, reform mücadelesi büyüdüğü oranda devrim mücadelesinin büyüdüğü düşüncesine kapı aralanmış olur. Ardından çıkarılacak sonuç da birleşik mücadele lafızları altında muhtelif reformist güçlerin yan yana gelmesiyle devrimci mücadele verilebilir olacaktır. Devrimci durum, reformist akımların gündelik mücadelede bilinçlenip egemenleri kuşatması ile gerçekleşen bir şey değil. Devrimci durum hâkim sınıfın içerisinde, onun aygıtları çöktüğü zaman ortaya çıkar. Reform mücadelesi verilebilir ancak bu, buradan devrimci mücadele çıkacak beklentisiyle verilemez. Devrimci durum saptamasının önemi de şurada yatmaktadır: Halkın yükselen mücadelesi cumhur ittifakının krizini derinleştirmiyor, aksine bugün böyle bir mücadelenin önü kesilmekte. Hâkim sınıf yönetemezken, ortada devrimci bir kriz varken, iktidarı almak gerekirken ekmek mücadelesi ve benzeri lafızlarla seferberlik örme görevinden kaçınanlar kitle hareketlerinin önüne set oluyorlar.
Anayasa meselesinde, bu bir kayıkçı kavgasıdır, Tayyip Erdoğan’ın gündemine teslim olmamak lazım gibi savunmacı, reaksiyoner, apolitik bir tutum gelişiyor. Bunun tam tersini yapmak gerekiyor. Önce saptanması gereken, Hükümetin faşist bir rejim için anayasaya ihtiyaç duymadığı, Tayyip Erdoğan’ın MHP’den, Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak için yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğudur. İkincisi, Tayyip Erdoğan faşist değil, düpedüz korkak bir burjuva politikacısıdır. Türkiye’de hâkim ideolojinin en gerici niteliklerine sarılmış, kendini net bir şekilde politik olarak tarif eden bir Cumhur ittifakı, diğer tarafta da Amerika’nın plastik muhalefeti var. Tayyip Erdoğan, Boğaziçi’ndeki gelişmelerle ilgili “bu bana karşı yapılmıştır” deyip kof bir tehditle dahi olsa politika yaparken karşısında genel geçer şeyler söylemekle geçiştiren bir muhalefet var. Tayyip Erdoğan önümüzdeki günlerde bunu bozmak için uğraşacak. HDP’nin dokusunun Türk devleti ile bağdaşmayacağını öne sürüp siz bu konuda ne düşünüyorsunuz diyecek. HDP’ye yönelik baskılar da esasen korkunun yanı sıra tutum aldırmaya yöneliktir. Önümüzdeki günlerde de bu derinleşecek, Erdoğan Amerikancı muhalefeti zorlayan bir pozisyon alacak, siyaset hakkında konuşmaktan imtina edenlerin önüne anayasayı koyacak. Erdoğan’ın bu tutumu, politika yapmayı mümkün kıldığı ve sadeleştirdiği için bizim açımızdan büyük bir şans, reformistler açısından ise bu korkunç bir şey. Bir burjuva politikacısı bunu diyorsa, anayasanın nasıl yapılacağını konuşmak gerekir. Zaten başından itibaren konuşulması gereken budur çünkü Türkiye’deki temel kriz dinamiklerinden biri anayasa krizi, 12 Eylül rejiminin krizi. Bu açıdan emekçi hareketinin de tekil mücadeleleri övmekle yetinen bir pozisyonun aksine demokratik bir anayasayı ve bunu yapmak için de bir kurucu meclis gerektiğini öne çıkarması lazım. Türkiye’de yeni bir anayasanın yapılması için Erdoğan’ın devrilmesi, geçici devrimci bir hükümetin kurulması gerektiği söylenmediği zaman ise bir kurucu meclis hareketinin kendisi bizi sivil toplumculuğa ve reformizme götürür. Bolşeviklerle Menşeviklerin İki Taktik’te anlatıldığı üzere ayrıştığı nokta da tam olarak burasıdır. Reformistler sürekli kurucu meclis ve yeni anayasa hakkında konuşurlar ama ilk hedefimiz bir ayaklanma ve onun için de devrimci partidir diyemezler. Bunu demek bugünün somut görevinin ne olduğunu ortaya çıkarır: Şu grevi ya da bu direnişi politikleştirip hükümete karşı mücadele ettirmeye çalışmak değil böyle bir ayaklanmayı örgütleyecek, konspiratif hükümet darbesini örgütleyecek bir partiyi yaratmak. Bunu öncelik alanlar devrimcidir, almayanlar reformizmin dümen suyundadır.
Ardından soru ve görüşlere geçildi:
“Doğru taktiklerin ancak bir parti mevcut olduğunda hakkıyla geliştirilebileceği düşünüldüğünde parti öncesi siyaset için anayasa tartışmalarının doğurduğu imkânlar nelerdir?”
“Bir çarpışma gerçekleşmiyorsa politik mücadele vermiyorsunuz gibi bir anlayış var. O bakımdan anayasa meselesinde dondurulmuş taktiklerle hareket etmenin karşılığı ne oluyor?”
“Birbiriyle yan yana gelemeyecek ikiden fazla güruhun 21 anayasasını rahmetle anmasının sebebi nedir?”
“Konuşmanın hem başında hem sonunda politikleşme vurgusundan bahsettin. Türkiye solu soyut olarak anormal olmayan bir biçimde Maltepe’deki işçileri vesaire politikleştirmek gerekir diyor. Lenin de Ne Yapmalı’da politik müdahale de bulunacak dışarıdan bilinç götürecek bir aygıt ihtiyacını ortaya koyarken bunu kastetmiş olmuyor mu? Biz de Boğaziçi’ndeki öğrencilerin özerk demokratik sınırlarından çıkması için politik müdahalede bulunmak gerekir derken reformizm sınırlarında mı kalmış oluyoruz?”
“Faşizmin yükselen mücadele ile gerilediği gibi bir anlayış olduğunu söyledin. Kitlesel mücadeleyi büyütmek reformizme mi denk düşer?”
“Geleneksel burjuvazinin eski düzeni isteyen güçleri “burjuva demokrasisi” çatısı altında toplamak istediğini söyledin. Bu aslında ön açıcı bir çözüm ve onlar açısından doğru bir taktik. Esasında bu burjuvazinin bir şeyleri öngörebildiği anlamına gelmez mi?”
“Bolşeviklerin program konusundaki tutumu pratikte gösterilenin elzem olduğu üzere. Solun program önemli değil pratikte yaptıklarımız önemli demesi ile arasındaki fark ne?
Solun eli yüzü düzgün bir program yazması bunların reformizmine ilaç olur mu?”
“Farklı akımlarda muhtelif faşizm tespiti yapanlar var. Birtakım yetkilerin merkezileşmesi ve sarayda buluşması üzerinden rejimin biraz değiştiği ve öncekiyle aynı olmadığı savunması var. Rejimler yarı oranında değişebilir mi?”
“Konuşmanın başında platformun çapından bahsettin. Platformun bugünkü siyasetinin muhtevası çapıyla mı ilişkili yoksa bugünün gereği olduğu için mi?”
İkinci turda konuşmacı yoldaş şöyle devam etti:
Kurucu meclis hakkında dediklerime ilişkin değinmek istediğim örnekler var. Bir tanesi, Şili’de 34 senelik bir reform süreci, kurucu meclis olmadan parça parça reformlar yoluyla demokrasinin gerçekleşemediğinin kanıtıdır. Diktatörlük meselesine dair de Tunus’taki dinamik güçlerin uzlaşması üzerine kurulan anayasa sisteminin çökmesi, işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü kurulmazsa bu kurucu meclisin burjuva anlamda bir kurucu meclis olacağının örneğidir. O kurucu meclis de ya devrimci dinamikleri ezip kendi anayasalarını yaparlar ya da ezememişlerse bu sorun iç savaşa doğru ilerler. Bugün Türkiye’de yaşanan da böyle bir şeydir, bu anayasa sorunu çözülememektedir.
4 tane kriz var. Birincisi 12 Eylül rejiminin krizi var, Türkiye’de demokratik bir anayasa yapmak lazım. Çünkü genelkurmay merkezli bir sermaye grubu olarak TSK’nın TÜSİAD’la ittifak oluşturarak kurduğu rejimin maddi dayanakları oyulmuş durumda. Yamalı bohçaya dönmüş bir anayasa var. Devletin kendisi bir koalisyona çevrilmiş durumda.
İkinci konu Türkiye’nin bir de Kürdistan sorunu var. Bu sorunu çözmek için Türkiye’nin üniter bir devlet olmaktan çıkıp federatif bir devlet olması lazım. Bunun için de 1921’den itibaren “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” denerek kazık gibi çakılmış ulus devlet yapısının değiştirilmesi gerekiyor.
Bir de üçüncü sorun var. Paylaşım savaşlarının merkezinde olan Ortadoğu’da bağımsız birleşik Kürdistan’ın ve Filistin’in kurulması lazım.
Dördüncü olarak da emperyalist sistemin genel buhranı var. Bu dört krizi eşzamanlı yaşıyoruz.
En çok birincisi üzerine konuşmakla birlikte bu aynı zamanda Kürdistan sorununu massetme amaçlı konulmuş gerici, dinci, Türk şovenisti 21 Anayasasını da beraberinde getiriyor. 21 Anayasasının özerkliğe kapı araladığı, yerel yönetimlere önem verdiği ve benzeri savların hiçbiri doğru değildir. 21 Anayasası hakkında pozitif konuşanlar yetmez ama evetçidir. Programatik kavrayış çerçevesinde, bir ülkede bir kere burjuva devrimi gerçekleşir, burjuvazi iktidarı kerte kerte almaz. Türkiye’de de burjuva devrimi 1908’de olmuş, Abdülhamit de devreden çıkarılıp maskot padişahlar getirilmişse demek ki hali hazırda meclis egemen kılınmış. Bu çerçevede 21 anayasası ancak bir öncekini düzeltme girişimi olur. Bu girişime olumlu bakıp ardından gelen 24 anayasasına itiraz edenler aynı “bu anayasa 12 Eylül anayasasından ileri” diyenler kadar yetmez ama evetçidir. Ayrıca, nasıl ki Erdoğan HDP’yi kapatarak demokratik bir anayasa oluşturamazsa Ekim Devriminin etkisini bitirmek için Mustafa Suphileri katledenlerin yazdığı, Türkiye’deki karşı devrimci hükümetin konsolidasyonunu sağlayan anayasa da demokratik bir anayasa olamaz. Koçgiri’deki cumhuriyetçi Kürdistan hareketini ezmiş, Erzincan şuralarından gelen hareketi ezmiş 21 Anayasasını ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin reformlar yoluyla demokratik bir yer haline gelebileceğinin hayalini yayanlar desteklerler. Dünya’nın muhtelif yerlerinde ulusal sorunun ulus üstü bir otorite yoluyla yumuşatıldığı, çok uluslu devletlerin hepsinin krallık ya da imparatorluk olduğu düşünüldüğünde cumhuriyette iki ulus olmaz. Türkiye’de de Kürdistan iddiasında bulunan kesimi massetmeniz için ulus üstü bir kimliğe, yani halifeye, islami kimliğe ihtiyaç duyulmuştur. 21’de de bu denenmiş, Türklük İslam kılığıyla sokmaya çalışılmış ancak başarılamamıştır. Bu açıdan 21 Anayasası, bir yandan İslamcılara bir yandan Kürdistan davasından yan çizmiş ulusal hain Kürtlere hitap eden bir anayasadır.
Politikleştirmenin nesi kötü? Devrimciler başöğretmen değiller. Siyasi gerçekleri açıklarlar, kitleler anlasın diye ezip büzmezler. Türkiye’de herhangi bir sorunu az çok siyasi olarak konuştuğunuz zaman iş devrim ve parti sorununa çıkar. Siyasetle ilgilenen kesimler ise aptal ya da cahil değiller. İlgilenmiyorsa anlamadığı için değil, söylenen şeyin yanlış olduğunu düşündüğü, söz gelimi Tayyip Erdoğan’ın seçimle gideceğini kanaat edindiği için ilgilenmiyor. Bunun çaresi papağan gibi “proleter devrim şart” demek değil. Meseleyi hamasi slogan ve kalıpların dışına çıkıp somutluğu içerisinde tarif ettiğimiz zaman, kapsamlı bir anlatımın içerisinde devrimin gerekliliği öne çıkarıldığı zaman anlamlı oluyor. Siyaset de sadece böylesi bir propaganda faaliyetinden ibaret değil. İlgili ve fikir sahibi olup bize “çarpışmıyorsunuz”, “Tayyip Erdoğan seçimle gidecek, sen solculuk yapacaksın diye bizi perişan edecekler” diyenlerle bir eylem örmek ve konuşulan şeyi bir tutuma çevirmek gerekiyor. O kesimi kazanmak, onların saflarında çatlak açmak için politika yapmak gerekiyor. Bunu, onu politikleştirmek için değil –ki o zaten politik- onun yanlış ve reformist politik görüşü ortaya çıksın diye bu politik hamleleri yapmak gerekiyor. Biz Boğaziçi’ne gittiğimiz zaman orada bir kitle hareketi yaratabileceğimiz, orada güç olabileceğimiz hayaliyle değil, orada propagandayı dinleyebilecek, parti mücadelesinde sorumluluk alabilecek insanları bulmak için gidiyoruz. Devrimci arayışları olan ama reformizmin etkisi altında olan kesimlere reformist siyasetin yanlış olduğunu anlatmak ve bunun için de her konu ile ilgilenmek gerekiyor.
Türkiye’de faşizme, devlete karşı mücadeleyi devrimcilerin yaptığı, Erdoğan’a karşı mücadelenin reformizme bırakıldığı bir işbölümü var. Soyut bir faşizme karşı soyut dar grup eylemleri yapıp Erdoğan’a karşı mücadele edenleri de CHP’nin ve HDP’nin güdümüne bırakanların karşısına çıkmak lazım. Sözgelimi Boğaziçi’nde “harekete zarar gelmesin” diye kendi flamasıyla katılmayanlarla mücadele etmek lazım. Soyut bir strateji tartışmaktan çok bugünün koşullarında hükümete karşı siz ne öneriyorsunuz diye sormak lazım.
Türkiye’de hükümete karşı mücadele büyüyor diyenlerin güçlü olduğu hiçbir yerde mücadele büyümüyor. Böyle bir mücadele yok, olduğu zaman da sola rağmen ortaya çıkıyor. Çıkmasının sebebi de şu: Devrim mücadelesi kitlelerin adım adım büyüyen mücadelesiyle ortaya çıkmaz. Kitleler kazanabilecekleri mücadeleye girerler, bunlar zayıf bunları deviririz dedikleri zaman mücadeleye girerler. O yüzden önkoşul burjuvazinin kendi içindeki bütünlüğünü yitirmesi ve ayakta kalabilmek içinde kitlelere mecbur kaldığının hissedilmesidir. Boğaziçi’ndeki öğrencilerin de iki sene öncesine karşın bugün mücadeleye girişiyor olmasının nedeni de apolitik anlayışın “bardak taştı” açıklamasının aksine siyasi krizin eriştiği olgunluktur. Burjuvazinin planı ise sol üzerinde etkili ancak kitleler üzerinde etkili değil zira HDP’nin tabanı Millet İttifakına bir türlü monte olmuyor.
Bugün Türkiye’deki sorun ise doğru düzgün bir programın yazılması değil. Tersine devrimcilik yapmak istemedikleri için yazılmış olan devrimci programı terk ettiler.
Son olarak çap konusunda, eğer bu bir çap meselesi olsaydı yaşanan tasfiyeci dalgada herkesten çok bizim sürüklenmemiz gerekirdi. Biz sağlam bir programatik temele yaslanıyoruz. Komünist Enternasyonal çapasına bağlananlar, yeniden kurgulayarak değil, eksiklikleri üzerinden onu aşacak bir şey yaratmak için politik faaliyet içerisinde akıntıya karşı yüzmeye devam ediyorlar.
İstanbul’dan Komünistler!