HAMAS’ın 7 Ekim’de başlattığı askeri eylem dalgasının ardından yaşanan ve artık bir çatışma, muharebe ya da savaş olmaktan ziyade İsrail ordusunun Gazze’yi neredeyse toptan imha operasyonuna dönüşen süreçte şu ana kadar 19 bine yakın Filistinli katledildi.

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Filistin’de süren ve katliam boyutuna varan siyonist İsrail devletinin saldırganlığı aralarında sol akımların da bulunduğu farklı pek çok kesimin tepkisini çekti. Kınayanlar, lanetleyenler, protesto edenler, kendi devletinin İsrail ile diplomatik, askeri, ticari ilişkilerinin kesilmesini isteyenler, İsrail menşeili ürünleri boykot edenler olduğu gibi İsrail’e karşı Filistin’e askeri anlamda destek verilmesini savunanlar dahi oldu. Fakat bu tepkiler ve hatta gerçekleştirilen eylemler Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onun mevcut hükümetini hedef alan siyasal bir seferberliğe dönüşmediği oranda sembolik ve söylem düzeyinde kaldı.

Buna rağmen kimi eylemli kimi eylemsiz yol ve yöntemlerle solun geniş kesimleri ezilen Filistin halkı ile dayanışma içerisinde olduklarını beyan ettiler. Hatta AKP’nin sokakta ve eylemli bir mücadeleye karşı alerjisinin dorukta olduğu, sokak eylemlerine her fırsatta yoğun bir abluka uyguladığı bir dönemde İsrail karşıtı eylemler çoğunlukla kolluğun müdahalesi olmaksızın, görece elverişli koşullarda gerçekleşti. Şüphesiz bu durum bu eylemlerin konusunun başka meselelere oranla daha meşru olması, bu eylemleri örgütleyenlerin öznel gücü yahut eylemlerin dayandığı kitlesellikten ziyade hükümetin yönelimleri ile ilgiliydi.

Solun Filistin konusunda ortaya koyduğu söylemlerde de bu aynı durumun yarattığı rahatlık görüldü. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçekleştirdiği sınır içi yahut sınır ötesi operasyonlara karşı, itinayla çizilen tarafsız bir pozisyondan son derece itidalli bir biçimde soyut “barış çağrıları” yapan pek çok siyasal akım daha 7 Ekim’de, yani HAMAS’ın gerçekleştirdiği askeri operasyonun tozu dumanı kalkmamışken sosyal medya üzerinden açık destek açıklamaları yaptılar.

Sol Parti açıklamasında sivilleri hedef alan eylemleri tasvip etmediğini belirtmeyi ihmal etmeden şöyle diyordu:

“Filistin halkı on yıllardır korsan devlet İsrail tarafından sayısız katliama, işkenceye ve sürgüne uğradı. Kendi topraklarında insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme imkanları Siyonizm tarafından ezildi. Buna rağmen Filistin halkının yılmadan, tüm dünyanın ezilen, sömürülen halklarıyla kardeşçe sürdürdüğü tarihsel direnişi meşrudur.”

“(…)Bu çatışma bölgesel bir savaşa dönüşmemeli, İsrail işgal ettiği Filistin topraklarından çıkmalı, Filistin topraklarına saldırılarından, ambargolardan ve tacizlerinden vazgeçmeli, Filistin halkının bağımsızlık iradesi temelinde bir çözüme odaklanılmalıdır.”

TİP’in açıklaması da benzer kaygılar taşımakla beraber Filistin halkının kendini savunma hakkından yanaydı:

“Filistin’in halkının ve kendini savunma hakkının yanındayız. Barış yerine savaşı tercih eden tarafın Siyonistler olduğunu biliyoruz. Öte yandan savaş koşullarında dahi sivillerin hedef alınmasını, işkence edilmesini, çocukların “esir alınmasını” hiçbir şartta kabul edilemez buluyoruz.”

“(…)Yaşasın Filistin halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesi!”

TKP ise sosyal medya kanalı aracılığı ile yaptığı ilk açıklamasında daha tereddütsüz bir desteği ifade ediyordu:

“İsrail işgalden ve saldırganlıktan tamamen vazgeçmediği sürece Filistin halkının eylemleri meşrudur. Filistin devleti kurulmadan ‘barış’ olmaz. Filistin halkının yanındayız.”

TKP Merkez Komite imzalı 8 Ekim tarihli açıklama ise hiçbir şüpheye yer bırakamayacak biçimde TKP’nin şiddetle arasına mesafe koyanlarla mesafe koyduğunu gösteriyordu:

“Dün Gazze’den İsrail’e karşı başlatılan operasyonun ardından burjuva medyasında İsrail hükümeti lehine propaganda eksik olmuyor, ikiyüzlü emperyalist merkezlerin şiddet karşıtı mesajları ve İsrail ile dayanışma açıklamaları arka arkaya geliyor. Bu noktaya birden bire gelinmiş gibi yapmaya son verin. Kimse bölgedeki şiddeti yeni keşfetmiş gibi davranmasın.(…)tüm bu süreçte Filistin halkına yönelik katliamları ve katliam girişimlerini ‘İsrail’in müdafaa hakkı’ diyerek destekleyen emperyalist aktörler, Filistin halkı direnişi yükselttiğinde ‘barış’ı hatırladı.”

TKP, söz konusu İsrail yurttaşlarının canı olduğunda gözleri görmeye başlayan, Filistinlilere sıra gelince kör taklidi yapanları da haklı olarak riyakarlıkla suçluyor ve İsrailli komünistleri bu riyakarlığa ortak olmayan “cesur” tutumları nedeniyle örnek gösteriyordu:

“(…)İnsan hayatının taşıdığı değere Filistinliler söz konusu olduğunda algılarını kapatan, tersi yaşandığında ise sahte bir duyarlılıkla hareket eden emperyalistlerin riyakarlığına yaslanarak komünistlerin bu konudaki samimiyeti sorgulanmasın. İsrailli komünistler bu açıdan önemli bir ders veriyor, tüm yaşananların sorumlusunun İsrail devletinin işgal politikası olduğunu cesurca söylüyor.”

Gazze’ye Sunulan Destek Sur’dan Niye Esirgenir?

Yukarıda alıntıladığımız tüm bu satırlarda ifade edilen pek çok saptamaya katılmamak elbette mümkün değil. Siyonist İsrail’in, emperyalist devletlerin himayesinde işgalci bir devlet olduğu, şiddet karşıtı mesajların emperyalistlere hizmet ettiği, Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlığı sonuna kadar hak ettiği doğrudur.

Konu Filistin olunca işgal, ulusal bağımsızlık ve hatta şiddet hakkında bu kadar açık sözlü olanlar konu Kürdistan’daki ilhak olunca ne söylüyorlar acaba? Kürdistan’ın ilhak edilmiş en büyük parçasında kimi fasılalarla yüz küsur yıldır, kesintisiz bir biçimde kırk küsur yıldır süren savaşa dair pozisyonları nedir? Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın diğer parçalarına yönelik işgal operasyonları, Kürtlerin buna karşı mücadelesi, onların kullandıkları yöntemler ve Kürtlerin karşısına dikilen devlet yahut devletler hakkında da benzer sarihlikte saptamalara sahipler mi? Bu sorunun cevabını bulmak ve bu saptamaların sağlamasını yapmak hayli kolay.

Nitekim 2015 yılı yaz ayları sonundan 2016 ortasına kadar Kürdistan’ın kuzeyindeki pek çok kentte patlak veren silahlı başkaldırı, herhangi bir ülkedeki iç savaşı aratmayacak ölçekte çatışmalar ve devletin kendi sınırları içerisindeki kentlere yönelik havadan ve karadan operasyonları süresince aynı akımların tutumlarına bakmak açıklayıcı olacaktır.

O günlerde Komünist Parti (KP) tüzel kimliği ile faaliyet yürüten bugünün TKP’si, 2015 ve 2016 yıllarında Türkiye’de hükümetin Kürtlere ve aslında topyekün biçimde emekçilere-ezilenlere karşı giriştiği iç savaş şiddetlenirken açıklamalarında şöyle diyordu:

“(…)Servis aracı bombalayanlar da, halka 400 vekil şantajı yapanlar da, gazete basan çeteci takımı da bir gelecek perspektifine, ülkenin nereye götürülmekte olduğuna dair fikre sahip değildir.(…)Diktatörün kaos politikasını artırarak sürdüren silahlı Kürt siyaseti, halk eylemleri ile silahlı şiddeti birleştirerek yine emperyalist merkezlere kendisini ihmal eden hiçbir hesabın tutmayacağı mesajını vermektedir.Biz komünistler halkımızın, işçi sınıfımızın bu kanlı karşılaşmada bir taraf haline getirilmesine dönük çabalara, nereden gelirse gelsin boyun eğmeyeceğiz. Çünkü biz başka bir tarafız.” (“Kan denizinin ortasında tarafınızı doğru seçin”, 08.09.2015)

“(…)‘Kürt halkının özgürlük mücadelesi’ adı altında bombalama ve suikast eylemleri yapıp ABD ile stratejik işbirliği kovalayanların da bu tablodaki sorumluluğu daha az değildir.

Bugün şiddetin temel siyaset aracı haline gelmesinin ezilenlere hiçbir yararı yoktur. Gerçekler karartılmakta, insanlar sinmekte, toplum istikrar adına her tür adaletsizlik ve haksızlığa razı hale getirilmektedir.” (“Şiddete ve şiddet güdümlü uzlaşmalara hayır!”, 25.08.2016)

“Saldırının, karanlık bir siyasal sistematiğin parçası olduğu ise açıktır. Bu, halkın ve yurttaşların siyasetin dışına itildiği; siyasetin ilke ve değerleri belirsiz güçlerin bilek güreşine ve karşılıklı “mesajlaşmalarına” indirgendiği bir sistematiktir. Yapanların da, yaşamı hedef alınanların da kim olduğu, çıkartılacak sonucu şu ya da bu yönde değiştirmeyecektir.

Komünist Parti, ülkemizde ve dünyada toplumların içinden çıkmaya çalıştığı karanlığı derinleştiren, insanlarımızı yürütülen kirli siyasette daha da fazla etkisizleştiren saldırılar zincirinin bu son halkasını, onlarca insanın canını alan bu karanlık saldırıyı lanetlemektedir.” (Karanlık saldırıları lanetliyoruz, 11.12.2016)

Görüldüğü üzere TKP işgalciye karşı şiddeti Filistin halkına hak ve reva gördüğü kadar Kürtlere hak görmemektedir. Gazze’de HAMAS’ın başını çektiği askeri eylemlere destek verirken HAMAS’ın politik kimliği, İslamcı-cihatçı bir akım olması sözüm ona verilen desteğe pürüz yaratmayan ufak bir defo, küçük bir detay olurken; PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı yürüttüğü silahlı mücadele bizatihi karşıtı ile özdeşleştirilmekte, lanetlenmekte, kınanmakta, karşısında tarafsız kalınması ve uzak durulması gereken siyaset dışı bir olguya dönüşmektedir.

TKP’nin terazisinin ayarının bozuk olması elbette bilişsel yahut duyusal bir sorundan ileri gelmemektedir. TKP’ye de özgü değildir. Nitekim Filistin davasına destek açıklamaları yapan pek çok sol akım şu ya da bu oranda aynı bozuk teraziyi kullanmaktadır.

Örneğin, 7 Ekim’deki HAMAS’ın baskın eylemi ardından ivedi biçimde yaptıkları Filistin halkına destek açıklamalarını yukarıda alıntıladığımız TİP ve Sol Parti bir yıl önce, Eylül 2022’de PKK’nin Mersin’de gerçekleştirdiği silahlı eylemi yaklaşan seçimleri de hatırlatarak sert bir şekilde kınarken şöyle diyorlardı:

“Mersin’de yapılan saldırıyı kınıyoruz.Türkiye tarihinin en kritik seçim süreçlerinden birisiyle karşı karşıya. İktidarın kutuplaştırmaları derinleştirerek ve baskı politikalarını arttırarak ülkeyi olağanüstü koşullar içinde seçimlere taşımaya çalıştığı açık. Ezilen halkın birliği ve dayanışmasını zayıflatacak; toplumsal kutuplaşmayı derinleştirecek her tür adım iktidar politikalarına su taşımak dışında bir anlam ifade etmez.

Uyarıyoruz! 7 Haziran’dan 1 Kasım’a 2015’te yaşanan şiddet ortamının yarattığı sonuçlar ortada. Ülkemizin böyle bir kaos iklimine bir kez daha sokulmasına karşı herkesi sorumlu davranmaya çağırıyoruz.Bir arada yaşamı zedeleyen her tür girişim karşısında ezilen halkın birliğini ve dayanışmasını geliştirme sorumluluğuyla bu şiddet eylemini kınıyoruz.” (Sol Parti açıklaması, Eylül 2022)

“Mersin’de dün düzenlenen silahlı saldırıyla ülkemizi bir kez daha çatışma atmosferine sokmayı amaçlayanları kınıyoruz.

Saray Rejimi’ne son verme iradesinin güçlendiği ve ortaklaştığı bir kavşaktayken, 7 Haziran – 1 Kasım günlerinde yaşanan acıların hatırası henüz tazeyken ve işlenen suçların sorumluları hala görevdeyken toplumsal barışı zedeleyecek her tür girişimin karşısında duracağımızı bir kez daha duyuruyoruz.” (TİP açıklaması, Eylül 2022)

Kendi devletinin şiddet tekeli kırıldığında panikle araya mesafe koymaya çalışan, “nereden gelirse gelsin” şiddetin karşısında olduğunu açıklama gereği hisseden, egemen sınıfın terör demagojisini benimseyip ezilenlerin-emekçilerin karşısında tekrarlayan, “bir arada yaşamı zedeleyen girişimleri” kınayan ve “çatışma atmosferi” endişelerini dillendiren akımların tutumları korkaklıkla açıklanamaz. Bu yaygın ve hakim bakış açısı sola hakim olan reformizm, yasalcılık ve sosyal-şovenizm gibi siyasal ve örgütsel kavramlarla anlaşılabilir ve açıklanabilir. Siyasetin oportünist kavranışı genelgeçer soyut ve teorik bir sosyalizm savunusuna koşut güncel siyasal mücadelede marksist ilkelerin ve kavramların rafa kaldırılması, gündelik mücadelede sınıf mücadelesinin kavramları yerine burjuva siyasetin kavramlarının geçirilmesi olarak tezahür ediyor. Dolayısı ile Türkiye Cumhuriyeti devleti ve AKP-MHP hükümetinin kuyruğuna basılmadığı müddetçe Filistinli örgütlenmelerin silahlı mücadelesini ve şiddeti olumlayıp doğal ve meşru bir hak olarak görenler, yanı başında yaşanan benzer gelişmeler karşısında; sıra Sur’daki şehir savaşlarına, Zap-Avaşîn-Garê’deki savaş tünellerine, Rojava’daki mevzilere yahut Türkiye’nin metropollerindeki silahlı eylemlere gelince ya sessizliğe bürünüyor ya da daha kötüsü kendi egemenleri ile aynı safa geçip sözüm ona soldan gerekçelerle kınama korosuna katılıyorlar. Uzaktaki gelişmeleri keskin gözleriyle adım adım takip edenler burunlarının dibindeki Kürdistan’ın işgal altındaki parçalarında yaşanan gelişmeler karşısında kör ve ölü taklidi yapıyor.

Burada doğruluğundan yanlışlığından bağımsız olarak TKP’nin İsrail Komünist Partisi’nin gıpta ile örnek gösterdiği açıklamasını tekrar hatırlatmakta fayda var. TKP’ye göre, İsrailli komünistler Filistinliler söz konusu olduğunda algılarını kapatan, tersi yaşandığında ise sahte bir duyarlılıkla hareket eden emperyalistlerin riyakarlığını paylaşmıyor, yaşananların sorumlusunun İsrail devletinin işgal politikası olduğunu cesurca söylüyordu. Belli ki TKP yahut benzerleri örnek aldıkları İsrailli komünistler kadar dahi komünist değil. Türkiye’deki sol akımların önemli bir kısmı Kürdistan’da yaşanan savaşın Türkiye Cumhuriyeti devletinin işgal ve ilhak politikalarının sonucu olduğunu kem küm etmeden söylemedikleri ve Kürtlere/Kürdistan’a da en az Filistin halkı kadar özgürlük ve bağımsızlık isteyemedikleri müddetçe yakındıkları riyakarlığın parçası olmaya mahkumdurlar. Rojava’da düzenli olarak suikast düzenleyip halkı sistematik biçimde bombalayan bir devletin ve hükümetin işgalciliği karşısında susuş kumkumasına giren, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne saygı duyulması ve soyut barış çağrıları dışında herhangi bir açıklama yapmaya lüzum dahi görmeyenlerin ne Filistin davasına ne de Türkiye’de yahut Kürdistan’daki emekçilerin herhangi bir derdine derman olması mümkün değildir.

İran İslam Cumhuriyeti gibi eli her zaman ezilenlerin boğazında, gerici bir burjuva diktatörlüğünü güya anti-emperyalist bir direniş ekseninin parçası olarak gören, Lübnan Hizbullah’ı ya da HAMAS gibi cihatçı ve mezhepçi olduklarını gizlemeye gerek bile duymayan İslamcı teşkilatları da ulusal kurtuluş mücadelelerinin meşru temsilcileri olarak değerlendirip bu öznelerin politik kimlikleri hakkında zayıf itirazlar mırıldanarak eylemlerine yüksek sesle destek verenlerin, yüz yıl önce Kürdistan’da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Şeyh Sait önderliğinde ayaklanan Kürtleri ağızlarını doldura doldura “dinci, yobaz, gerici, emperyalistlerin uşağı” diye rahat rahat yaftalaması sadece açık bir riyakarlığın değil aynı zamanda kendi devletinin varlığı ve yönelimleri ile uyumlu derin bir sosyal-şovenizmin yansımasıdır. Filistin’e dürbünle bakarken alkış kıyamet tezahüratta bulunanların, mesele burnunun dibindeki Kürdistan olduğunda gözlerini kaçırıp kafasını çevirmesinin başkaca bir izahı yoktur.

Sosyal-şovenizm işçi sınıfı ve ezilenleri kendi devletinin sınırlarına, burjuva siyasetine ve hakim sınıfının boyunduruğuna mahkum eder. Bu boyunduruğu mümkün kılan egemen sınıfın marifetlerinden çok, işçi sınıfı ve ezilenlere bizzat onların temsilcisi olma iddiası ile yanaşan burjuva sosyalisti akımların işçi-emekçilerin hem kollarına hem zihinlerine vurduğu zincirlerdir. Sosyal-şovenizme karşı cepheden mücadele ederek bu zincirleri kırmak komünistlerin hem öncelikli görevlerindendir, hem de bolşevizmin geleneğini takip etme iddiasında bulunanların düzen güçlerinden bağımsız devrimci bir siyasal hat ve odak yaratmasının ön koşuludur.