Geride bıraktığımız aylara farklı il ve sektörlerde patlak veren işçi eylemleri damgasını vurdu. Türkiye’de devrimcilerin önünde duran görevleri kavramak için bu eylemlerin üzerinde durmak gerekir.

“Bıçak Kemiğe Dayandı” Hamaseti

Döviz kurlarındaki ani artıştan beri sol akımlar bir türlü terk edemedikleri “ekonomik kriz”, “halk yoksullaşıyor”  hamasetiyle bezeli analizlere tekrardan sığınmışlardır. Artan işçi eylemlerinin ise bu analizleri doğruladığı düşünülmektedir. Hâlbuki, “somut durumun somut tahlili” için tanık olduğumuz işçi eylemlerini ele alırken öncelikle bu hamaseti üreten at gözlüklerinden kurtulmak gereklidir.

Herşeyden önce işçilerin yoksullaşmasıyla ekonomik kriz bir ve aynı şey değildir. Yoksulluk, yani sınıflar arası servet ve sefalet farkının artması, sermaye birikiminin olağan işleyişinin bir parçasıdır. Bu yoksullaşma sadece göreli bir yoksullaşma anlamına gelmez, kapitalist ekonominin normal işleyişi içinde işçilerin en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle gelmesi seyrek rastlanan bir durum değildir. Ekonomik kriz ise kapitalistlerin krizidir, onların kar edemedikleri, hatta dalga dalga iflas ettikleri bir duruma işaret eder. Krizin kanıtı olarak yoksulluğu gösteren anlayış faşizmin kanıtı olarak devlet terörünü gösteren akımla akrabadır. Biri dolaylı olarak burjuva demokrasisinin propagandasını yaparken diğeri de krizin olmadığı dönemlere güzellemeler düzer.

İkincisi sefaletin ve işsizliğin işçi eylemlerinde bir artışa yol açacağını düşünmek kaba marksizmdir ve olgularla uzaktan yakından alakası yoktur. Sürekli devlet baskısından, faşist saldırılardan, işkenceden söz etmek, siyasetle yeni tanışan unsurların sandığının aksine, halkın sokağa çıkmasına değil kaygılarının büyümesine ve evine kapanmasına yol açar. Benzer şekilde kriz tamtamlarını çalmak sınıf dayanışmasını sağlamadığı gibi işçilerde kendini kollama eğilimini arttır. İşçiler kendilerini zayıf değil güçlü gördükleri zaman, kaybedeceklerini düşündükleri zaman değil kazanma ihtimalini gördükleri koşullarda harekete geçerler. Nitekim, Türkiye’de ya da dünyanın başka yerindeki grev tarihçeleri incelendiğinde işçi eylemlerin ekonominin küçüldüğü değil büyüdüğü, kapitalistlerin işçilere ihtiyacının arttığı yahut işçilerin politik olarak kendilerini gür bir sesle ifade edebildikleri dönemlerde yükseldiğini görmek zor değildir. Bu nedenle yaygınlaşan işçi eylemlerini artan yoksullukla açıklamak doğru olmaz.

Bugün Sorulması Gereken Soru ve Erdoğan’ın Sıkışmışlığı

Asgari ücret elbette bir sefalet ücretidir, elbette işçilerin “insani” ihtiyaçlarını karşılamaya hiçbir zaman yetmeyecektir, ancak zamandan ve mekandan bağımsız olarak, sermaye düzeni için genel olarak doğru bu tespitleri yapmanın sınıflar arası ilişkileri açıklayıcı, siyasi bir anlamı yoktur. Nitekim Türkiye’deki işçi eylemlerine bakıldığında bunların hiçbirinin asgari ücretle çalışan yahut ücretlerinde asgari ücret oranında artışı kabul etmeyen işçilerin eylemleri olmadığı görülür. Eylemleri yapanlar ücretlerinde asgari ücret oranında zam alamayan, asgari ücretle arasındaki makas kapanan işçilerdir. Besbelli ki Erdoğan’ın asgari ücreti arttırma oranı işçilerin beklentisini ve çıtayı yükseltmiştir. O hâlde sorulması gereken soru “asgari ücret neden bu kadar düşük?” değil tam tersidir: Erdoğan asgari ücreti neden bu kadar “yüksek” bir oranda arttırdı?

Daha önceden de KöZ sayfalarında ifade ettiğimiz üzere, Erdoğan’ın seçimleri bu sefer kaybedeceği beklentisi sadece burjuva siyasetinin kadrolarını değil emekçi yığınları da etkisi altına almıştır. Bu beklentinin kendisi emekçi yığınların pasifleşmesine değil özgüven kazanmasına yol açmaktadır. Emekçiler Erdoğan’ın kendi partisi ve devlet üzerindeki denetiminin azaldığını, seçimleri kazanmak için çırpınan reisin kendilerine bağımlığının arttığını hissetmektedirler.

Erdoğan’ın asgari ücretleri, sol akımların çoğunu şaşırtacak oranda arttırmasının arkasında bu siyasi tablo vardır.  İktidarını seçimleri kazanarak korumak istediğinden kendi seçmen tabanının erimesini önlemeye gayret etmektedir. Bu seçmen tabanının HDP tabanından sonra Türkiye’nin en yoksul tabanı olduğunu, çoğunlukla asgari ücretle ve asgari ücretin altında çalışan kesimlerden oluştuğunu da unutmamak gerekir. Nitekim Erdoğan’ın son yirmi yıllık seçim taktiğinin temelinde bu toplumsal kesimin alım gücünü sosyal yardım desteklerine de yaslanarak arttırmak en azından korumak, işçi sınıfının görece örgütlü bu bakımdan ayrıcalıklı kesimlerinin haklarınıysa acımasızca budamak vardır. Asgari ücret artışı Erdoğan’ın pervasız bir saldırısından çok onun siyasi sıkışmışlığının ifadesidir.

Tam da bu nedenle bugünkü işçi eylemlerinin ardında yoksulluğun ürettiği çaresizlikten çok sıkışan Erdoğan’ın yükselttiği beklentiler ve Erdoğan’ın zayıflamasının arttırdığı cesaret ve özgüven vardır. Bu durum yeni ortaya çıkmış değildir, kendini türlü vesilelerle ifade eden kadın hareketi de, alışılmamış derecede siyasi ve savunmacı olmayan bir çizgide mücadele eden Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de aslında bir sene önce bu tabloyu sezgileriyle de olsa fark ettikleri için harekete geçmişlerdir.

Tasfiyeciler At Koştururken İşçi Eylemleri Sol İçi Rekabeti Körükler

Bu hareketlerin liberal ve tasfiyeci dinamikleri püskürteceği beklentisi beyhude olsa da yeni değildir. 1971-72 kopuşunun yenilgisinden sonra, özellikle de 1974 affından sonra, yükselişe geçen işçi eylemleri devrimci hareket içinde bir toparlanmaya yol açmadı tersine rekabetçi eğilimleri körükledi. 12 Eylül’ün ardından mağduriyet edebiyatı yapanlar yükselecek bir işçi hareketine kurtarıcı gözüyle baktılar. Elbette Bahar Eylemleri olarak anılan1989’daki kitlesel işçi eylemlerinin ürünü ÖDP’ye varacak tasfiyeci Kuruçeşme Toplantıları oldu. Nihayetinde Gezi Ayaklanması tasfiyeci süreci neredeyse nihayete erdirecek HDP’nin yelkenlerini şişirdi. Bugünkü işçi eylemleri elbette söz konusu tarihsel örneklerle aynı çapta değildir. Gelgelelim bu eylemlerin de ilk sonucu mitinglerin, eylemlerin, basın açıklamalarının bölünmesi, sol içerisinde sendikal düzlemdeki grupçu rekabetin artması olmuştur. Devrimci örgütleri sivil toplum örgütlerine, kooperatiflere, sendikalara çevirenlerin bu akıbeti yaşaması şaşırtıcı değildir.

Bugün işçi hareketi içinde yaşanan ve önümüzdeki dönemde şiddetlenmesi muhtemel kabarmanın devrimci hareketin önünü açmasının önkoşulu bugünkü tasfiyeci, liberal cendereyi kader olarak görmeyenlerin oportünizmden örgütsel bir kopuş gerçekleştirmeleri, sorumluluk alıp öne çıkmalarıdır.