Yüz ellinci yıldönümünü geride bıraktığımız Paris Komünü bu yıl Fransa/Paris’te de dünyanın başka yerlerinde de her zamankinden fazla anıldı. Türkiye’de de bu yıldönümüne müstesna bir önem verildiği söylenebilir.

Paris’te bu yıldönümü Republique Meydanı’ndan Pere Lachaise Mezarlığı’na kadar muhtelif siyasi hareketlerin taraftarlarının, bunlardan fazla bağımsız bireylerin coşkuyla ve onbinler mertebesinde katıldığı bir yürüyüşle hatırlandı. Her yıl en fazla birkaç yüz kişi “federeler duvarı”nın önünde bir anma yaparken, bu yıl neredeyse bütün mezarlığı dolduran bir kitle bu duvara erişimi güçleştiriyordu.

Bu olağanüstü kalabalık ilginin nedenleri arasında hiç kuşkusuz yeşil/sol ittifakın adayı olan Paris Belediye Başkanı’nın bir ay boyunca yürüttüğü “Paris Komünü’nün 150. yıldönümü” kampanyasının etkisi de vardı. Böylece bu ve benzeri kampanyalar sayesinde Paris Komünü’nü bilmeyenlerin ilgisi de (ki bunların sayısı şaşılacak derecede çoktur) çekilmiş oldu; bilenlerin de bu vesileyle bu deneyimle her zamankinden daha fazla ilgilenmesine katkısı oldu.

Bu etkiden bağımsız olarak da her zamankinden kalabalık bir kitlenin Paris Komünü’nün yıldönümüne duyarlı olacağı beklenmeliydi. Bu kitlenin içinde gençlerin kırk yaş ve üzerindekilerden daha az olması, böyle bir medya etkisinden ziyade, bir hafızanın rolü olduğunu düşündüren bir göstergeydi. Ama konuyla ilgisi hiç olmayan bir başka etkeni de göz önünde bulundurmaya gerek var: Uzun zamandır korona/karantina tedbirleri nedeniyle evlerine kapanmış olan ve teraslar açılsa da hâlâ bir kısıtlama içinde olduğunu hisseden Parisliler sokaklara özgürce çıkmak birbirleriyle temas etmek için fırsat kolluyordu.

Nitekim son 1 Mayıs’ta en kalabalık yürüyüşlerden birine tanık oluşumuzun da ardında böyle bir etkinin bulunduğunu düşünmek gerekir. Üstelik bu 1 Mayıs’ta polis ve jandarma her seferinde yaptıkları gibi kortejleri bölüp yürüyüşün başlangıçtaki kitleyle son noktaya kadar sürmesine engel olmak için saldırmasına rağmen başarılı olamadı. Söz konusu olan sadece pasif bir direnme de değildi. Kitle, polisin defalarca saldırmasına rağmen dağılmadı; aksine gazlı coplu üç büyük saldırıya da aktif ve öfkeli bir karşı koyuşun ardından polislerin geri püskürtülüp kaçışması sağlandı. Bu başarının da sağladığı özgüvenle kortejler toparlanarak yıllardır ilk kez son noktaya kadar dağılmadan yürüdü. Burada da elbette aylardır süren kısıtlama ve karantina tedbirlerinin yarattığı strese bağlı öfkenin yanısıra gayriihtiyari biçimde de olsa salgının nedenleri/sonuçları ve buna karşı tedbirlerin arkasında siyasi iktidarın bulunduğuna dair bir hissiyatın rolü vardı.

İşte bu arka plan akılda tutulursa, 150’nci yıl yürüyüşünün kalabalıklığı ve kararlılığı daha iyi anlaşılabilir. Nitekim güvenlik kuvvetleri de tek tek yakaladıklarında acımasız ve fahiş cezalar kestikleri Parislileri böyle kalabalık, kol kola ve kararlı gördüklerinde katiyen herhangi bir müdahaleye yeltenmediler. Fena hâlde kötek yiyeceklerini hissettiler.

Kuşkusuz 2021 yılındaki Paris Komünü anmasının birkaç haftalık bir kampanyanın ardından kanlı haftanın yıldönümüne rastlamasının bu tabloya yansımayan bir anlamı da vardı. Ama gerek yayınlar bildiriler ve muhtelif toplantılardaki tartışmalarda vurgulanan 21-28 Mayıs 1871’deki bu kanlı hafta süresince meydana gelen muazzam katliamı Louise Michel “katledilenler adsız ve sayısızdı” diye tarif ediyor. Muhtelif kaynaklarda en az 20 bin bazen 30 binden fazla rakamlar dile getirilir. Bunların içinde adları anılmayan Cezayir/Kabil kökenliler de sayılmaz genellikle. Ancak Cezayir/Kabil kökenlilerden sürgüne giden ve kayıtlı olanların sayısı yüzbinler mertebesinde olduğuna göre katliamdan da bu oranda nasiplerini aldıkları rahatlıkla söylenebilir. Ama “kanlı haftanın” son gününe rastladığı hâlde bu anmada da adet olduğu üzere katledilenlerden ziyade Paris Komünü’nün daha çok pozitif yönleri öne çıktı. Komün’ün hataları ve çok ağır hatta uzun yıllara ve Fransa sınırlarından taşacak biçimde etkileri olan ezilişinden çıkartılacak derslerden çok, bir bakıma “Paris Komünü güzellemeleri” öne çıktı.

Çoğunlukla vurgulanan Paris Komünü’nün bir çığır açtığı kabul edilen kuruluş ve (Parislilerin silahlandırılması, Komün Konseyi üyelerinin seçimle belirlenip seçmenleri tarafından geri alınması vb.) işleyiş tarzına dair özellikler olagelmiştir. Ama hiç değilse 150 yıl sonra Paris Komünü’nün başarı ve olumlu özellikleri kadar hatta bunlardan daha önemli dersler çıkarmaya vesile olması gereken olumsuz yönleriydi. Paris Komünü’nün temel hata ve kusurlarıyla yenilgiye neden olan yönleri üzerinde durulması icap ederdi. Zira eğer bu büyük deneyimin evrensel bir değeri olacaksa (ki kuşkusuz vardır) bu daha çok sık sık altı çizilen ve öne çıkarılan kimi bildik yönlerinden ziyade katiyen örnek alınmaması ve tekrarlanmaması gereken hata ve kusurlarından çıkartılması gereken dersler olsa gerektir.

Oysa son zamanlarda daha fazla olmak kaydıyla Paris Komünü daha ziyade sivil toplumcu eğilimler tarafından öne çıkarılan ve bir bakıma belediyecilik mertebesinde kalan boyutlarıyla ve federalist yönleriyle anılmaktadır. Bu deneyimin yaşanmasında belirleyici olan devrim boyutu genellikle arka planda kalmaktadır.

Hâlbuki öne çıkarılan bu gibi özelliklerin pek çok başka deneyimlerde de öyle ya da böyle daha küçük ve sınırlı ölçeklerde de olsa sayısız kez tekrarlandığı bir gerçektir. Nitekim bu tür işleyişlerin benzerlerinin muhtelif grev ve fabrika işgallerinde, (hatta zindanlarda komün diye de adlandırılan uygulamalarda da) görüldüğü sır değildir. Nitekim Paris Komünü’nden veya başka benzer deneyimlerden hiç haberi olmayan bir kitlenin Gezi Ayaklanması sırasında parktaki günlük yaşamı ve işleyişi organize ederken gayriihtiyari biçimde benzer esasları çağrıştıran uygulama ve düzenlemelere (çok sınırlı bir ölçekte de olsa) başvurdukları ve kimsenin kılavuzluğuna ve akıl hocalığına ihtiyaç duymadan bunları yürürlüğe koyup tıkır tıkır işlettikleri de görülmüştür. Buna dünyanın pek çok yerinde birbirinden farklı ölçek ve mahiyetteki deneyimler içinde rastlamak da fazlasıyla mümkündür.

Demek ki “Paris Komünü’ne özgü yönler” olarak ekseri öne çıkarılan kimi işleyiş ve uygulamalar tam olarak bu deneyime özgü ve buradan neşet etmiş özgünlükler değildir.

Nitekim, örneğin halkın genel olarak silahlanması ve herkesin silah taşıması, emniyet şeflerinin (şeriflerin) seçimle belirlenip seçmenlerince geri alınması, yargılamalarda hükmün seçilmiş jüriler üzerinden belirlenmesi; yasama/yürütme ve yargı kuvvetlerinin aynı şekilde birleştirilmesi ve benzeri “Paris Komünü’ne özgü” kabul edilen kimi uygulamaların esasen bundan önce ABD’nin şekillenmesi sırasında ortaya çıkmış olduğu da sıklıkla unutulan bir hakikattir. Bunların asıl esin kaynağının Amerika’daki İngiliz kolonilerinin bağımsızlıklarını ilan edip statülerini bir cumhuriyetle taçlandırmasıyla ortaya çıktığı sır değildir. Bu tür uygulamaların tıpkı 1789 Fransız Devrimi sırasında olduğu gibi (Benjamin Franklin’i hatırlayın) Avrupa’dan ABD’ye göçüp gelen ve önemli bir kesimi de siyasi mülteci olan Avrupalılar tarafından taşındığı da gözden kaçmayacak bir olgudur. Üstelik 1871’e gelindiğinde bu taşınan, “dışarıdan gelen” bilinç etkeninin daha belirgin bir siyasi rolü olduğunu düşündürecek daha fazla veri vardır.

Hele son zamanlarda “Rojava Komünü” diye de tarif edilen bir güncel deneyim varken Paris Komünü’nün bu tam olarak özgün olmayan yönlerinden ziyade asıl kusurlarına ve yenilgisinin kaynağında olan yanlışlara dikkat çekmek daha önemli ve aynı zamanda da güncel bir ehemmiyet taşıyan bir gereklilik olduğuna kanaat getirmek gerekir. Zira bu takdirde Rojava deneyiminin temel hatalarını görmek ve ne yazık ki az çok aynı vehamette bir yenilgiyle (en azından hüsranla) sonuçlanmasına varacak eksikliklerini bilince çıkarmak da imkân dahilinde olabilir. Bunun için de bu deneyimin ardında tamamlanmamış bir devrim girişimi olduğunun altı çizilmelidir. Ancak bu takdirde Paris Komünü’nden proleter devrimcilerin ufkunu aydınlatacak dersler çıkartılabilir.

Öte yandan her ne kadar Paris Komünü deneyimi de başka deneyimler gibi kendiliğinden bir gelişme olarak tasvir edilse de böyle bir gelişme değildir. Rosa Luxembourg’un bilgece hatırlattığı gibi, “her kendiliğinden eylemin içinde bir bilinç faktörü vardır.”. Ne yazık ki Paris Komünü’nde söz konusu olan bir “yanlış bilinç”tir. Her ne kadar bilhassa İkinci Enternasyonal’in reformistleri kasten Blankistleri Proudhoncularla birbirine karıştırıp Komün’ün yenilgisinin sorumluluğunu bu iki akıma birden yıkma eğiliminde olsa da komünistlerin birinci ödevi bu iki etkeni birbirinden ayırt etmeye özen göstermektedir. Marx birincilerden söz ederken “Blanqui ve taraftarları devrimci komünistlerdi, yani proletarya partisinin gerçek önderleriydi” (Bkz. Louis Buonaparte’ın 18 Brumaire’i) dedi ve Komünist Manifesto o zaman mevcut eğilimleri bir bir eleştirip kenara koyarken Blanqui ve taraftarlarını bu sepete koymadı. Buna karşılık Paris Komünü’nün akıbetini belirleyen “yanlış bilinç”, Komünist Manifesto’daki tarifle “Burjuva Sosyalizmi”ni ifade eden Proudhoncu yanlış bilinçtir. Üstelik bir de Paris Komünü’nde hatırı sayılır bir ağırlık taşıyan jakobenlerin taşıdığı düpedüz burjuva bilinciyle pekişmiş bir yanlış bilinç göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu etkenin Paris Komünü örneğinde nasıl bir trajedinin yolunu döşediği daha ayrıntılı ve somutlanmış bir değerlendirmeyi hak eder. Ama bu tarihsel deneyimden hakkıyla ders çıkarabilmek için bir de Marx’ın “Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i”nin başında hatırlattığı saptamayı kulaklara küpe etmek şarttır:

“Hegel bir yerde bütün büyük tarihsel olayların ve tarihsel kişiliklerin bir anlamda iki kez tekrarlandığına işaret eder. Yalnız şunu eklemeyi unutmuştur: ilkinde bir trajedi ikincisinde kaba bir güldürü olarak. Danton’un yerine Causidière, Robespierre yerine Louis Blanc, 1793-1795 Montagne’ı yerine 1848-1851 Montagne’ı, amcanın (Napoléon Buonaparte- çn.) yerine yeğen (Louis Buonaparte-çn.)”

Biz de benzetmeleri devam ettirip güncellemek üzere ekleyebiliriz: “Burjuva sosyalisti” Proudhon’un yerine ABD’li “anarşist” Bookchin …. ve daha kötü kopyaları!

150’nci yılında Paris Komünü’nün irdelenmesinden ve yenilgisinden komünistlerin çıkartması gereken dersler ancak bu yaklaşımla çıkartılabilir. Ancak bu takdirde Paris Komünü’nün dersleri hâlâ komünistlerin yolunu aydınlatan bir kılavuz olabilir. Kahraman komünarlara borcumuzu da ancak bu takdirde ödeyebiliriz.

(Bu konuda daha geniş kapsamlı bir değerlendirme için KöZ Dergi’nin Temmuz’da çıkacak ikinci sayısına bakınız).